İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

 

ZEYTİN DALI

Beklenen sevgili gibi bütün kalpleri aydınlatan, içimizi sımsıkı saran bir heyecan gibi kapımızı çalan, gözlerimizi kamaştıran ışık, ruhlarımızı arındıran bir vakittir Ramazan. Bizi şefkatiyle kucaklayan, İslam âlemi için Rabb’imizden en güzel hediye bu ay. Kendimizi bulma çabamız ve unuttuklarımızı hatırlatan, kalplerimize dokunan ayların Sultanı Ramazan.

Ramazandan kasıt açlık değil, açın halinden anlamaktır bir nevi. Toplumun vicdanına dem vurmaktır. Tam da dünyada tüm kötülüklerin yayıldığı bir vakitte, yani en çok ihtiyacımız olan zamanda.

Yapılan zulmün haddi hesabı yoktur baktığımızda. Her yerde aynı durum; güçlü olan güçsüzü ezip geçiyor. “Merhamet “ kelimesi artık sadece kitaplarda yer alıyor.”İnsanlık öldü” deyimi tam da yerini buluyorken bizim için kurtarıcı bir ayda değil miyiz? Yapılan haksızlığa karşı sessiz kalmakta yapmaktan farklı sayılmazken yeterince sessiz kalmadık mı?

Duyarsızlaşma”  terimini yaşayarak öğreniyoruz. Biz ki ağlayan bir çocuk gördüğümüzde yüreğimiz sızlarken, ne yaptıkta kalbimize söz geçiremez hale geldik diye düşünmüyor değilim. Filistin ağlarken, Çeçenler susturulurken, Somali açlıkla mücadele ederken ve İslam ülkeleri kargaşa içindeyken sırtımızı dönmek unutturmuyor yaşananları. Ama vicdanı rahatsız olan bizler için yeni bir zeytin dalı uzatmadı mı Ramazan?

Hepimize düşen “komşusu açken tok yatan bizden değildir” düsturuyla hareket etmek ve bunu sadece maddi açlıkla ölçmeyip hayatımıza işlemek olmalıdır. Bu mübarek ayın öğrettiği de açlık değil; kardeşliktir, paylaşmaktır. Ortak bir vicdana sahip olmak daha yaşanılası bir dünya için elimizi taşın altına koymaktır…

Nermin Uyan

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları

İKİ YAKAMDA İKİ ROZET


Sağ yakamdaki, şu varoluşun hikayesi başlayınca, Yaradanım tarafından takılan "aidiyet rozeti"... Yani, "Kürt yaratılmak" rozeti. 

"Göklerin ve yerin yaratılması, renklerinizin ve dillerinizin farklılaştırılması (da) O'nun ayetlerindendir; bunda kuşkusuz bilgiye sahip insanlar için dersler vardır". / Rum suresi/22.

Demektir, ki Allah'ın herkesi farklı yarattığı ayetiyim ben.. İnkâr ve şirk'e kapılar her zaman açık... Bu farklılıkların İlahi hikmetlerini, kimler tartışırsa tartışsın, ama ben yokum o "kul iddiaları pazarı"nda!

Sol yakamdaki de, ben doğduktan sonraki, çetin hikâyenin rozeti;"aynılık rozeti"..yani, "Türk olmak" rozeti. Bu da beşer tanrıcıklarının siyasal rozeti! Her neyse, kısa bir tanımla mesele
şöyle; Kürtçe mektepli olmayan, ama Türkçe de bilmeyen bir annenin, Kürtçe konuşan hem de Türkçe mektepli evladıyım. Gurbetteyken anneye, tüm duygular, yitikler, özlemler ve sevdalarımı Türkçe yazabilecektim... Türkçe bilmezdi ya anam, şefkatli her ana gibi o şefkat okyanusu anam. Evladının ahvalini bilmek için, öz yavrusuyla arasına "mecburi tercüman" girerdi, her defasında. 

"Ayaklarının altındayken cennet", kafalarını cehenneme çevirdik, anaların.. Aile ortamında, akşamları radyodan gizlice dinlenen Kürtçe şarkıları, biz de dinlerdik gizlice.. Ve samimi. Mektepte de, sonradan öğrendiğimiz Türkçeyle marşlar-şarkıları da bütün avazımızla aşikâr söylerdik.. Yine samimi. İdeologların, kahpece kapanlarından, tezgâh arkası oyunlarından bihaber.. Ve kendilerine "İKİ ÖMÜR" biçilmiş, taptaze fidanlardık. Evet, iki ömürlüydük! "Kürt ömürlü" ve "Türk ömürlü" dallanıp, melez meyveler vermeye hazırlıyorlardı bizleri, o "insan ekenler"! Hep sır kalan beyinlerin dikmek istedikleri ekinlerdik. 

Tiyatronun içindeki ayrı bir tiyatroyu, dürbünle gösterselerdi yine kavrayamazdık, akıl gözüyle. Hâsılı kelam, gençlik ve bir şer, derken mahşer dönemi başlattılar... Aynı aileden, aynı kabileden, aynı mahalle ve köyden kimilerimiz, Kürt yaratılmışken Türkçülük elbisesi, kimilerimiz de Türk iken Kürtçülük elbisesi giymeye başlamıştık. Ve o siyasilerin gayri adil terazilerine, önce gram, sonra da kilo olmaya dönüşüvermiştik. Öyle taşkın sular geçirdilerki körpe köprülerin altından, gramı-kiloyu aşıp tonlara dönüşmüştük. Ve bir anda, mecrasını değiştirdiler suyun... Sonrası trajedi! Ve vay o eski mecranın haline! Vay yeni mecranın haline! Vay o berrak suyun haline! Her şey perişan ve biz perişan. Tek defa doğmuş bir canı, yine tek defa doğmuşlara aldırtıyorlardı para ağalarıyla kutsanmış siyasiler.

Ülkemizin, kırk yıllık ve ben gibi evladı bile olmayan siyasi sürücülerinden biri, adaletsiz Türkiye’nin adaletli "BABA" sı oluvermenin uçuşlarını yaparken, diğer bir sürücü de, kaos halindeki ülkemize "milli bir selamet" vaat ediyor, din'i darlaştırarak siyasi kabilesinin müminlerine ayaklarını yıkattırmakla adeta miraca yükseliyordu. Başka merhum bir sürücü de, "halkın cumhuriyeti" iddiasıyla bizzat halkının bağrına saplanmış üstelik paslanmış "altı ok" efsanesinin tekrarında ısrar ediyor ve "CIK-CIK'lı Türkçesiyle şiirler yazıyordu.

Yine, merhum diğeri de, karanlık Türkiye’yi tam "dokuz adet ışığıyla" aydınlatacağım diyordu. İşte, ülkemizi yöneten bu "Türk Rozet"liler, ücra köşelerde de "Kürt rozet"li ve planlı bir "öç-alan" doğuruyorlardı...

Ve olanlar oldu!

Birilerimizi "şahin", birilerimizi "gerilla", kimilerimizi "özel tim" ve birilerimizi de "korucu" yapmışlardı. Ve öyle ki, artık gözler rahmet değil nefret saçıyordu.. Yeni sevgililer adına, eski masum bakışlar mitralyözce olmuştu. Gık diyeni azı dişleriyle değil, TAZI dişlerimizle yemeye başlamıştık. Ve asuman sessiz, yerdeki topraklılar da sessiz seyirdelerdi. Her ŞEF, tıpkı Zeus gibi Güneşe, Ay'a ve Şafağa doğmamalarını emrediyor ta ki o tılsımlı bitkiyi kendileri bulsunlar da, düşmanlarına ebedi galebe çalsınlar diye.

"Peygamber Ocağı"ndaki Generaller ve kışladakiler, mahallemin ve köyümün başına bela olurken, mahallem ve köyümün "EKİLİ EVLATLAR"ı da Generallerin ve kışladakilerin başlarına bela olmuştu. Her ferdin kafasında ayrı fermanlar yazılı ve her solukta da karış-karış mezarlar kazılıydı... Her rozet sahibi, kendi İNSAN kaybını "şehadet" madalyalarıyla çoğaltacaktı.

Neredeyse ülkemizin adı değişecek ve "ŞEHİDİYE olacaktı. İlim diyarları, kaostan kozmos'a yürüyorken, biz kozmostan kaos'a yürüyecektik. En cazibi de; "TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR" diye fesat bir başlık kullanan " BÖYÜK" İstanbul gazetesinde, nasıl olduysa; "YOK, YARISI DA KÜRTLERİNDİR" eğiliminde yazılar yayına girecekti... Ve uslu kala-balıklar da bu ikili nifağı teleskoplarla izleyeceklerdi.. Ve bütün olanlarla olacaklar yamyam sistemlerin bizlere doğum yıldönümlerimiz için sunduğu "AZAP VE GAZAP HEDİYELERİ" olacaktı!

Ama, ne tufanlar kopardılar ve daha koparacaklarsa hala, ben, kabrime dek "iki rozet'le yaşayacağım. Şu, VATAN-SATAN, YURT-KURT, MİLLET-İLLET trafiğinden ötelerde, yeni baştan bir "ÜÇÜNCÜ ROZET" arayacağım."TÜRK'ÜN KÜRTTEN VE KÜRDÜN DE TÜRKTEN DAHA ESKİ, DAHA AZİZ DOSTU YOKTUR" diye. Bu gerçeği de, bana kaybettirdikleri yollarda bulursam şayet, andolsun bu defa en ilginç siparişi vereceğim; "ÜÇ YAKALI CEKET"! 

Ve üçüncü rozetimi takıp şöyle haykıracağım;

Ey şu aziz varoluşumu tar-ü-mar eden siz kan içicileri ideologlar, para-ağaları! Nefret ve öçlerinizden dua melodili şarkılar, türküler üreteceğim.. Zurnalarınızdan melankolik ney sesi üfleyeceğim.. Kalaşinkoflarınızdan kanun sesleri çıkartacağım.. Düşünce zindanlarınızı insanlık medreselerine dönüştüreceğim... Ve SEVGİ UTANMASIN diye İNSAN'a yakışan sevdalara koşacağım. 

Dinlerden türettiğiniz ideolojilerinizden, bir de gelenek ve ideolojilerinizden türettiğiniz dinlerinizden boşanacağım, ÜÇ TAŞ atarak. Bakir kafamla, yeni baştan ahenge ve hayra koşacağım. Terk edip sun'i kremalarınızı, eskinin kaymağı olan yoğurdunu arayacağım. Zenginlerin ne de dilencilerin asla olamayacağı bir ŞEFKAT COĞRAFYASI'nın hülyasını yaşayacağım.

Ve, "hey tek rozetli Türk", hey "tek rozetli Kürt", Yeter! Yeter! Bese! Bese!

Yetmiyor mu, İNSAN olarak var oluşum sizlere? 

KEFEN BİÇTİNİZ SEVDAMA, ben doğduktan bugüne... Peki, ya âlemler kadar büyük sevdama nasıl mezar kazacaksınız?

SEVDAM BÜYÜKLÜĞÜNDE toprağınız mı var, yoksa!

***

Fransa’da akademisyen olarak yaşamına devam ederken, iki yıl önce vefat eden Sadi Inak adına; yayınlatan, yeğeni Ömer Faruk Alimoğlu

KALÜBELA'DAN BERİ YÜKLENMİŞ ÂLEMLER BANA!

Astronomi, bilimlerin en eskisi imiş...
Ben de eskiyim o'nun gibi...
Kalübeladan bu yanayım. Ta oradan beri yüklenmiş âlem ve âlemler bana!
İşte o gün, ruhumun derinliklerine yine o uçsuz bucaksız Yedi Gök yerleştirilmiş!
Görünenlerle görünmeyenler, bilinenlerle bilinmeyenlerin esrarı o gün üflenmiş içime!
Bendeki gökler de direksiz ve desteksiz. Hani, berrak bir havada gökyüzüne bakan çıplak gözler ikibinin üstünde yıldız görebiliyorlar ya, benim de semamda en az o kadar yıldız var!
Bende de var çoban Yıldızı, Kuyruklu Yıldız! Yolunu kaybetmişlere yön bulsunlar diye parlayan Kutup Yıldızı bende de var! Benim de asumanıma Samanyolu serpilmiş!
Satürn, Mars, Jüpiter bende yok sanma! Kozmik bir âlemim ben! Bende de yıldızlar kayar, hem de şaşırtırcasına! Ve habire düşerler Göktaşları, bazen beynime, bazen de kalbime!
Ve tamiratsız, tahribatlar yaratırlar o densiz düşen insan meteorları.

BİG-BANG dedikleri o büyük patlama, benim anne rahmine düştüğüm ilk an olmuş!
Ve 9 ay-10 gün devam edermiş benim BİG-BANG'im! Ta ki her Planet, ana merkezine oturup sihirli seyirleri başlasınlar diye.
Güneş ve Ay tutulması bende de olur... Ve sen çıplak gözlerle baktığın için körleştiriyor seni!
Dumanlı gözlüklerle bak ki körleştirmesin ekilipslerim seni! Astronomlar gibi teleskopla bak, belki bulursun, görürsün beni!

Kraterler, Okyanuslar, iç ve dış denizlerin hepsi var gönül dünyamda!
Amazonlar, Misisipiler ana arterler misali işlenmiş biyolojime!
Irmaklar, dereler kılcal damarlar gibi var organizmamda.
Benim de var Himalayalarım, Alplerim. Benim Everest’ime de tırmananlar oluyor bazen.
Tuzlu-tuzsuz göller her tarafıma yerleştirilmiş. Ben doğduktan beri büyük patlamalar yapan volkanlarım var. Yanardağ ağızları, çok yaktılar beni magmalarıyla! Lavlar, az mı dağladılar sevgi hücrelerimi düşerlerken! Kilometre karesi ölçülenemeyen hasarlar oldu doğuş arazilerimde, benim! Ve doğduktan itibaren de patlamalar devam etmiş, hala devam ediyor!

Aile, Köy, Semt, Şehir, Şehirlerarası, Millet, Milletlerarası, Devlet ve Devletlerarası ilişkiler, habire yeni yüklemeler yapmışlar ruhuma, beynime ve kalbime!
Kulların bana yükledikleri, Kalübelada yüklenenlerden daha ağır!
Evet, yüküm ağır!
Sen istediğin kadar bağır!
Dışarıdakiler sağır oğlu sağır!
Ne olur, bari sen kulaklık takta, bir kez için dinle beni!
Ricam olsun, bir daha bak! Yeniden, ama bir daha bak!
Kendi egon için, kendi rızan için bile olsa, bak!
Yoksa, Allah rızası için bak!
Peşin hükümlerinden, nefretlerinden, bildiğin sandıklarından sıyrıl da, doğruya yakın bak!
Belki, bana da üflenmiş o İlahi sıfatların izlerine rastlarsın diye!
Ola ki benim de kozmik âlemimi keşfedersin, sevgi gözlüğüyle!
Anlayış teleskopu ile bak! Belki fark eder, görürsün beni!
Sabır adlı uzay merkezlerine git, oradan izle belki daha net yakalarsın beni!
Saygı dürbünüyle bak da yakın gör beni! Hep tersinden bakma dürbünün, uzaklaştırıyorsun beni! Hem sonra, ne zaman kullanacaksın sevgi ve şefkat Bilgisayarını!
Bütün bunları kullanamadıkça, çözemeyeceksin, bana yüklenmiş esrarı ve hazineyi!
Ve gel şu inandığından vazgeç anlamaya çalış mikro dalgalarla, ki ben Âdem’den farklıyım!

O, annesiz-babasız, yoktan var edildi, ben ana-babalı vardan var edilenin devamıyım!
Âdem yanaştı yasak ağaca! O yedi yasak meyveyi, ben yemedim!
Âdem uydu İblisin bilgisine, kurnazlığına... Ben daha şeytanla tanışmadım!
Âdem kovuldu Cennetten, ben daha Cennet görmedim! Sadece vaadi var Cennetin bana, uyarsam emir ve nehiylere, halisane!
Âdem’in evlatları katletti birbirini, benim evlatlarım bile yok!
Tümüyle secde ettiler Melekler, Âdem’e! Ben daha Melek görmedim, Kelekle tanıştım hep!
Âdem Şeytanı, Şeytan da Âdemi tanıdı secdedeki reddiyle, ben şeytansız doğdum!
Şeytanla tanıştığını hatırlayan mı var yoksa!
Yoktu aile, kabile! Ne ağa ne Şeyh, ne Bey ne Paşa yoktu, Âdem varken!
Yoktu Beyazlar ve Zenciler, yoktu Efendiler ve Köleler, Âdem varken!
Ne feodal beyler, ne sınıf değiştiremeyen kastlar vardı, Âdem varken!
Yoktu Faşizm, Goşizm ne de Nazizm! Kapitalizm ve Komünizm ateşleri ne yanıyor, ne de yakıyordu, Âdem varken! Ne Kral, ne Sultan! Ne Teokrasi, ne Otokrasi, ne Bürokrasi ne de Demokrasi vardı, Âdem varken! Oligarşi yoktu, anarşi de yoktu, Âdem varken!
Fesat-fitne ocakları yoktu, medya yoktu, Âdem varken!
Millet ve Milliyetçiler, dinler ve dincilik hiç yoktu, Âdem varken!
Irkçılık var mıydı, Âdem varken?

VE SERMAYE YOK, SAVAŞLAR DA YOKTU ÂDEM VARKEN!
AMA HEPSİ VARDI BEN VARKEN!

Hayat detaylarda gizliymiş ya, tenezzül edip baksana yeniden detaylarıma!
Belki anlarsın ilk ve son kez, niye yüküm Hazreti Âdemin yükünden ağır!
Vesaire, vesaire!

Sadi Inak 

Paylaş

HİSLERİN ARAFI

“Dilce susup 
bedence konuşulan bir çağda 
biliyorum kolay anlaşılmayacak 
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın 
yanık yağda boğulan yapıların arasında 
delirmek hakkını elde bulundurmak

Amentü / İsmet Özel

Zamanın ruhu insan ruhunu yavaş yavaş kemiriyor. Sanayi devrimi deyince neden akla buharlı tren gelir ki? Bana sorarsanız, sanayi devrimi İngiliz çocuklarının kararmış elleri ile başlamıştır.

Zaman akıyor. Tik tak. Pink Floyd albümü gibi. Time şarkısı mesela. Erasmus gibi deliliğe methiyeler düzmenin vakti değil midir dostlar?

Bir Queen şarkısında Freddy Mercury sorar bizlere:

“Ne için yaşıyoruz? Ne aradığımızı bilen var mı?”

Ne arıyoruz sahiden? Nedir bunca uçak, silah, bomba? Kimden korkuyoruz?

Nietzsche “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük” der. Asıl ölen aslında insandır. Kabil’den bu güne kadar kanlı elini yıkamamış olan insan. Bir türlü Habilleşememiş insan.

Modernizmin tasavvur ettiği medeniyet, tek dişi kalmış canavar bile değilmiş be hocam! Tyler Durden’ın söylediği gibi “tarihin ortanca çocukları” olarak sonumuzu bekliyoruz. Dikkat! Vahşeti kınamak yasaktır! Çünkü tez ve anti-tez savaşımı içindeki düşünce evrenimiz yorgun. Facebook’ta bile etiketleniyoruz. Hayatımız mimlenmiş!

Shakespeare’in King Lear adlı oyununda şöyle bir ifade geçmektedir:

“İnsan bu dünyaya ağlayarak gelir ve yeterince ağladıktan sonra ölür”

Biz ağlayamıyoruz bile.

Yine Nietzsche:

“İnsan o kadar acı çeker ki, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır” der.

Gülebiliyor muyuz?

Bu çağ, vicdanı olan insanlar için bir Araf’tır. Hislerin Araf’ı. Rock starı olamayacağız, onu biliyoruz. Reklamlar yalan söylüyor yani. Carpe diem de rüyadan ibaretmiş. Hedonizm bize göre değil. Çünkü insanlar acı çekiyor, insanlar sömürülüyor, öldürülüyor. Onlar bu haldeyken kahkahalar atmak bize yakışır mı?

Peki, onlar için ne yapıyoruz? Neredeyse hiç. Belki yapmıyoruz, belki yapamıyoruz. İnsanız, fazlası değil. Güç birlikten doğar derler. Karl Marx’ın işçilere “Birleşin, kaybedeceğiniz sadece zincirleriniz!” diye seslenmesinin ardından kaç sene geçti sahi? Belli ki, onu da yapamadık.

Akıllı cümleler kurmak her yiğidin harcı değil. Kişisel gelişim kitabı yazmak kolay değil örneğin. Öncelikle bir takım elbiseniz olması gerekiyor. O zaman size ciddiye alacak binlerce insan bulabilirsiniz.

Akıllı olmak hiç kolay değil. Rockefeller ne kadar akıllı bir adam değil mi? Steve Jobs? Bill Gates? Bush über zeka! Obama keza. Televizyonlar akıllı adamlarla dolu. Bu gördüğünüz empresyonist tablonun altındaki imza onlara ait. Bu adamların kurduğu, inşa ettiği, yönlendirdiği ve yönettiği dünya modeli ayaklarınız altında. Ama biz annelerin ayakları altındaki Cennet’e inanıyoruz.

Hamlet deli mi? Yoksa rol mü yapıyor? Boşverelim bunu. Hamlet iyi çocuk.

İsmet Özel de iyi şair ve iyi ki var. Yoksa kim anlardı delirmek hakkını elimizde bulundurmayı?

 Alp Kaan Kılınç

Paylaş

90 KUŞAĞI

Hayatımın –tuhaftır- en hengâmeli dönemindeyim. Belki biraz ben nazlanıyorum, böyle bir yanılma alanı da bırakayım sizlere. Ama düşünün, soluksuz geçmiş ve bezdirmiş 18 yıllık eğitim hayatım sonlandı. Sonlandı dediysem hemen sevinmeyin benim için; gözümü kararttım 2 yıl daha okumaya karar verdim. Sahi söylüyorum bitirdim, yüksek lisans için bu debelenmelerim. Velhasıl, müthiş bir ucuz işçilik sendromuyla karşı karşıya kalmam pek yakın bir zamana rastladı. Staj süresince vatandaşlarından havayla ne bileyim suyla beslenip hayatta kalmalarını bekleyen devlet babamız, ücretle çalışma yasağını gözünü kırpmadan koyuvermiş. Sen misin bu yasayı düzenleyen, al sana sömürü platformu diye ortalığa saçılan avukatlarla, stajyerler için fevkalade bir yaşam kılavuzu dönemi de başlamış durumda.

En baştan söyleyeyim yakınmak için yazmadım ben bu yazıyı. Hatta birazdan soluğu siyasette alacağım. İçinizden “dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” atasözünü geçirdiğinizi duyar gibiyim. Durun bakın nasıl bağlayacağım şimdi staj fenalığını siyasete. Ama müsaadenizle biraz daha şikâyet etmek istiyorum.

Hem bir şeyler öğreneyim hem geçineyim derdine düşenler için ne yazık ki pek alternatif yok. Nihayetinde her birimizden müthiş kahramanlık hikâyeleri duymak istiyorlar. “Ben öğrencilik yıllarında adliye bahçelerinde uyudum, icra dairelerini evim bildim.” türevinde. Aslında asıl mesele, tam o zaman başlıyor. Umduğunu bulamayacağını anladığında bir yerlerden başlamak içgüdüsüyle boynunu hafifçe eğmeye başlıyorsun. Şöyle bir 45 derece falan. Ama bizden çok var-mış. Ve ver elini mülakat silsilesi. Benim maceram da bu noktada başlayıverdi.

Hukukla ilintili terleten bir yığın soru. 30 saniye süre. Hayatımızı 3,5 saate sığdırmaya çalışıyorlar diye veryansın ettik ya sınava girerken, heh işte onun mutasyona uğramış hali bu. Fakat bugün enteresan bir mülakata girdim. Tamamen entelektüel sorular. Bir an kendimi Kim Milyoner Olmak İster programında sandım. Fakat insafsız organizatörler joker hakkı tanımamıştı. Mülakattaki diğer adaya biraz daha politik sorular denk geldi. Stalin’in milliyeti mesela. Sahiden çıktı bu soru. Kızcağız söyleyemeyince avukat bey amcamız 10 Emir uzunluğunda bir nutka başladı. Konuşmaktan besleniyor sanırım amcamız. Çünkü böyle bir monolog aşkı görmedi bu gözler.

“90 kuşağı apolitik!”, “90 kuşağı entelektüellikten gram nasiplenememiş!”; bu ve buna çıkan bir serzeniş dizisi başladı hemen akabinde. Kulaklarınız aşinadır herhalde bu yakınmalara. Ben de bir 90 kuşağı mensubu olarak –neredeyse bir örgüt olarak telakki edilmeye başlandı çünkü- naçizane savunmamı yapayım. Restimi çekeyim o biçim, malum atarlı bir nesildenmişim ben. Sahi biz 90 kuşağını kimler yetiştirdi? Biz Etiyopya’da büyütülüp Tanzanya’da mı eğitim aldık da geldik Türkiye’ye? Türkiye dediğiniz yer neresi, vize uygulaması var mı o ülkeyle? Neslimi garipseyip yadırgadıklarına göre başka bir yerlerde yaşamış olmalıyım ben.

Ben kim olduğumu söyleyeyim size; 10’lu yaşlarının başında kilerdeki eski püskü o zamanlar dev gibi gelen ve sandığı andıran bir bavulun içine saklanmış onlarca kitap bulmuş biriyim. Kitap dediğin kitaplıkta olmaz mıydı? Hem kitaplıkta zaten sıra sıra kitaplar vardı. Bunlar çirkin kitaplar mıydı? Neden şiir kitapları da vardı içinde? Bol resimli kitapçıklar vs. Bu konunun üzerinde en azından bu yazıda fazla durmayacağım ama şunu söyleyeyim ben size; ben, korkunun nüfuz ettiği bir kuşağın ürünüyüm. Darbelerle refleksleri alınmış, tepkisizleştirilmiş, devlete sivri gelen tarafları(?) törpülenmiş bir nesildir benim ebeveynlerim. Öylesine sinmiş ki bu korku toplumun içine, siyaset dediğimiz kelime bile neredeyse “ismi lazım değil” denilerek açılacak bir konu olmuş misafirliklerde.

Üniversiteye gönderilen hemen her gencin kulağını küpe olsun diye, kalplerine ekilen korku tohumları yeşersin diye biraz da, siyasetten uzak durması öğütlenmiştir. Siyasetten uzak durmak nedir? Nedir bu siyaset denen meret? Ot mu? Tehlikeli beyazlardan mı? Uzakdoğu sporu mu? Belli ki hayati değil hani ayda yılda bir, özel bir yere giderken giymelik saklanan siyah düz elbiseleri olur ya annelerimizin gardırobunun bir köşesinde, bizim de beynimizin bir yerine belki lazım olur diye sakladığımız bir kelime olarak kodlanmış.

Tüm bu korku için ailelerimizi yegâne sorumlu ilan edersek de fena haksızlık yapmış oluruz. Onlara bu tokadı atanlara sormak lazım asıl soruları. Tabii biraz da iğne çuvaldız denklemini kurmalı. İnternetin koynunda canlanmış bir nesiliz neredeyse. Bilgiye ulaşmak çok daha kolay. Hoş belki de bu yüzden değersizleşmiştir bazı şeyler. Ama bu koşullarda çok da savunulabilir bir yanımız kalmıyor. Bir parça açlık, bir parça merak, bir parça sorgulama arzusu pek çok şey katabilmemiz için elverişli koşullar da varken en azından bir ölçüde nitelikli hale gelmemize yetebiliyor. Evet, belki büyük bir kısmımız Anadolu’nun ufak tefek ama şirin, daha ziyade dışı seni içi beni yakar türden yerlilerinden koşup geldik büyük “moderen” şehirlere. Geldiğimizde de yaşımız 17-18 dolaylarında seyretmiş. Aslında tam omurgalanma çağı, kimlik edinme zamanları. Ben bu kimlik edinme meselesine çok takarım. Bunu da not edeyim, bu konuda da içimde bir volkan var. Neyse ben anlatma istediğimi pat diye bırakayım ortaya; değişim bu hayattaki en leziz süreçlerden biri. Daha doğrusu süreç zor, ama hayali bile pek bir lezzetli. Değişmeyen insandan korkulmalı oysa. Sabah uyandığı gibi yastığa koyuyorsa kafasını bir insan, orada ters giden bir şeyler vardır.

Serzenişimi şöyle özetleyeyim; şu yerden yere vurduğumuz 90 kuşağı var ya, işte onu elbirliğiyle mahvettik. Baskıcı, antidemokratik zihniyetler ve bu fikriyatta devlet yapılanması, ebeveynlerde fazla dozda endişe ve gençlikteki kahredici vurdumduymazlık. Ama bu noktada bir itirazım daha var, mahvedilen bir nesil olabilir bizimkisi. Fakat henüz kaybedilmiş bir nesil değil. O yüzden önyargılı, aşağılayıcı ve despot ifadelerin kimseye bir faydası olmaz. Düşe kalka öğreneceğimiz çok şey var. Ama birlikte, toplumun her bir zerresiyle beraber. Duymaktan hoşlanmazsınız belki, ama ölü toprakta yeşeremeyiz…

 

K A F A  K A Ğ I D I :

EZGİ YILDIZ

91 yılının sıcak aylarından birinin en sıcak gününde, haritada enteresan bir yer işgal eden ülkesinin en sıcak şehirlerinden birinde dünyaya geldi. Bir evin bir kızı, hatta bir yavrucağıydı ama hiç şımarmadı tabii. İlköğretimi, hayatına yön verecek Türkçe öğretmeninin 20 yıldır görev yaptığı okulda okudu. Hani her hikâyenin illa tuhaf bir kahramanı olur; bu genelde öğretmen olur ya, öyle bir şey... Ama onunkisi matematikten pek anlamazdı. Ardından ismini telaffuz ederken gereksiz bir tonlama arayışına girilen bir lisede okudu. Muhtemelen uzun dönem askerlik yapmış bir patates doğrayıcısından çok daha fazla malzeme toplayarak, yıllardır hayalini kurduğu mesleği ve rüyalarının şehrini kazandı. Rüyalar şehrinin pembe elbiseli narin kızların dolaştığı, erkeklerinin beyaz atlarla gezdiği bir kent olmadığını, şehir yolundaki sanayi sitelerinden sezinledi. Ha, hala bu şehre âşık o ayrı. Mesleki kariyerine gelince; gelinemedi henüz o aşamaya. Gününün büyük bir kısmını stajyerlik denilen ucuz işçiliğe söverek geçiriyor. Yağmuru, kahveyi, çölleri ve İskoçya’yı çok sever. Evet, İskoçya.

Paylaş

HAYALLER

Öyle büyük hayallerim yok aslında.

Çünkü zamanla öğrendim ulaşılması imkânsız hayallerin insanı eritip bitirdiğini. Önce bulutların üstünde uyunmayacağını öğrendim.

Online dergiler Online dergiler