İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

KORKAKLIĞIM…

Osmanlı tokat atmıyordu er evlada ki, korku nedir bilmesin Allah’tan gayrisinden… Annem, komşunun oğlu gibi sigara içerim, diye beni korkuttu. Babam filan memleketlinin sahtekâr olma ihtimali üzerine mavallar okudu kulağıma. Dedemin bile beni korkuttuğu şeyler vardı. Ninem cinlerden anlatırdı.

Korku nedir, öğrettiler bana. Oysa peygamberim, insanların en vahşisinin yanına kırk defa gitmişti. Nardan yaratılan cinler rahlesine oturmuştu mesela. Koylu anlatmıştı…

Hastalanmaktan korkuyorum simdi. Yeterince hastayım çünkü. Eyüp Peygamberin dışına sızmıştı yaraları. Benim iltihaplarım bir yol bulup, kalbime aktı. Yaralarımın kansere dönmesinden korkmuyorum…

Çok yorulup, buz kesmiş karanlık kimsesiz bir çıkmaz sokakta yığılıp kalmaktan korkuyorum. Kimsesiz olup, cenazemde alkışlanmamaktan, gözlüklü siyah giymiş kodamanların son yolculuğuma katılmamalarından korkuyorum.

On lira fazladan verip parasız kalmaktan korkuyorum. Afrika’nın, Basra’nın, Semerkand’ın bana soracağı hesaplardan korkmuyorum.

Düşünmekten, bir adim ötesini fikretmekten korkuyorum. Başımın çok ağrıyacağından, migrenimin azması ihtimalinden korkuyorum… “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” hitabını üstüme alıyor ve halimde ikrarımı tazeliyorum…

Öteleri hayal etmekten korkuyorum. Yarın sabaha dair planlarımı köşelere not ediyorum. Nefsimin bana yaptığı namussuzlukların hesabini sormaktan, çok ağlarım diye şiddetle kaçıyorum.

Aç kalmaktan, vücudumun asgari yağ seviyesini koruyamamaktan korkuyorum. Orucun akademik çalışmalarıma vereceği zararlara dair, iman tazeliyorum. Oruçsuzluğun sebep olduğu ahmaklığımdan korkmuyorum…

Züleyha’nın beni terk edip gitmesinden korkuyorum. Allah aşkının içimden çekilip gitmesinden korkmuyorum…

Bunlardan bahsedip, günahımın ifşa edilip yayılmasından korkmuyorum. Papazlara olmasa da eşime dostuma günah çıkarmayı tevazumun bir parçası olarak sayıyorum.

Gölgeler ışığım oldu yine. Gölgelerden, küfranı, harami hayatımdan korkmuyorum.

Bütün bu korkuların ve korkusuzlukların sebep olacağı ayaz ve karanlığın bir gün toplanıp, kıyamet olup, başıma kopmasından korkuyorum.

İşte bu benim, yitik erkekliğim… Bıyık bırakırsam yeniden, belki korkularımı biraz daha saklayabilirim…

Korkulu, korkusuz bir gecenin mahsulüdür.

Ali Kılıç


     Ali Kılıç'ın Eski Yazıları

SUSMAK ÇARE OLMADI...  

Suskunluk da çare mi bilemedim. Hep susunca, bilmesinler istediklerimi de söylemiş oldum. Asıl bilmeleri gerekenleri de yuttum. Tanıdıkları ben, ne tanımalarını istediğim bendi, ne de gerçekte olduğum ben… Olmadı, susmak da çare olmadı.

Varoluş amacım ‘ben’imi tanıtmak değildi, evet. Ama ‘ben’imin içinde barındırdığım dünyanın, ‘ben’ce en doğru tanımını paylaşmaktı. Doğrular görecelidir. Ama insanca yaşamak; ortak bir doğru paylaşmaktır, kimsenin kanını akıtmayan, ruhunu acıtmayan bir doğru.  

Doğru kavramları bulup hayatımı onlarla sürdürmekti amacım. Ve belki bilinip de söylenmeyen, söylenmediği için fark edilemeyen gerçeklerin doğru olup olmadığını düşünmeye fırsat oluşturmamaktı söylememek. Övündüğümüz milliyetçiliğimizin tanımının ne olduğunu söylememek, faşist çocuklar doğurdu.

Yaptığımız şeyin gerçek adının ne olduğunu söylemediğimiz sürece, -bizde pozitif duygular uyandıran kelimelerle anlattıkları sürece- biz gerçeğin üstüne simli kâğıtlar yapıştırdık ve gerçeği doğru sandık. Olmadı, susmak da çare olmadı.

Ayak uydurmak güç, hızla değişen şeylere. Ama ne kadar kolay ayak uydurduk hızla bozulan insanlığa. Konuşan birileri var diye susmak, saygıydı erdemdi. İnsan yüceliğini sarsan şeyler söylemeye başladı birileri. Kalkıp alkışlamadık ama sustuk, konuşan birileri var diye sustuk. Saygıdan mıydı? Yoksa konuşmak mı zordu? Susmak tepki miydi? Tepkiyse bile bağıra bağıra ‘insan’ı yerlere çalanların yanında, pek sessiz bir tepkiydi... Olmadı, susmak çare olmadı.

Hayatlar örnek aldık. En yakınımızdaki komşumuzun hayatını örnek aldık. Değerlerimiz farklıydı. Yaşam amacımız farklıydı. Ama kendi prensiplerimize uygun, özgün bir hayat çizmek zordu. Amacımıza uymayan hayat tarzlarının adını değiştirdik, isimleri prensiplerimize uydurduk, ama aynı hayatları yaşadık. Medeniyet kelimesini sevdik, kabullenemeyeceğimiz durumlara medeniyet dedik, dünyamıza sığdırdık.

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yaşadık. Şu küresel dünyada, batıdan doğuya, herkesin yaşadığı hayat hemen hemen aynı. Ama kelimelere döküldüğünde, batılı farklı anlatır doğulu farklı. Sorsanız hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyoruz. *Ama onlar diktatör, kadınların özgürce soyunmalarına engel oldular, deyip giyinmelerini yasakladık. *Ama onlar ırkçı, siyahlara yaptıklarına bak, deyip birbirlerine Kürt diye hakaret ederlerken bir ülkede; bir başkasında da ‘Türk müsün oğlum!’ en büyük hakaretlerdendi.

Ve orda da ırkçı deyip ayıpladılar siyahlara yapılanları. Düşündüğünüz bir örnek de; klavyenin başındaki kız ise, hala insanları anlatırken renkleri kullanıyor, ırkçı olmadığını iddia ederken, diye; işte söylenmeyen gerçeklik bu. Kürt’e Kürt denir, Türk’e Türk, çingeneye çingene, siyaha siyah, beyaza beyaz!

Ama biz alıştık ya aynı hayatını kendi cümlelerimizle yaşamaya, kibarlık edip kendimizce, Kürt demeyiz. Önemli olan Türk hissetmektir deriz, Kürt doğduğun için üzülme hadi sen de Türksün, Türksün; dercesine. Aklımızca Türk olmayanları aşağılamamak için. Mühim olan kelimelerdir. Aynı hayatı ne kadar doğru kelimelerle anlatırsan, o kadar doğru bir hayatın olur (!)

Başkalarının hayatlarını kendi cümlelerimizle yasıyoruz. Yeni bir karar aldım, o bilinen cümlelerle kendi hayatimi yaşamak istiyorum. Tanıdık cümleler görüp, siyah dedi, diyebilirler, ama ne hissettiğimi bilmezler. Çünkü sustum, tepkiydi. Ama olmadı, susmak çare olmadı...

Huriye Tak

SEMBOLLER

 Bir çok yerde hayatımızı kolaylaştırdı.  Uzunca bir işleme X dedik. Emre’nin kalemlerini hesaplarken kalemlere ‘a’ dedik. Matematikte, fizikte, kimyada X,Z,β,α,∞  gerçekten işimize yaradı. Baktık ki kolay oluyor, abarttık.

 

‘Ben’ ve ‘benim doğrularım’dan çıkmadan; karşıdaki insanı karşıdan kaldırıp onun yanında olmadan çözülmesi çok zor olan ‘insan’la ilişkilerde de uyguladık bunu.

Önce insanları gruplara ayırdık.

Benzer yönleriyle değil, bizden farklı neleri varsa, onları kullandık.

Kızlar-erkekler dedik, küçükler-büyükler dedik. Sonra ayırdığımız o gruplara semboller yükledik.

A, B, C kümesi dedik.

Ardından kümenin tanımı geldi. A={ solcular }, B={ sağcılar }, C={kürtler}, D={aleviler}...

Ve kümeden yanlış yapan birini görünce,birden o özellik kümenin özelliği oldu. Kümenin özelliği içindeki her eleman için doğrudur dedik. Ve bir kişinin hatasını önce genelledik,sonra hatayı tek tek grubun içindeki her bireye yapıştırdık. Ve insan, dolayısıyla da hayat artık ne kadar kolaydı (!)

Kendi kendimize uydurduğumuz dar kalıplara, kümelere hapsolduk. Sonra da özgürlüğü hep birilerinden istedik. Kimse de bizi kendi hapishanemizden kurtaramadı, çünkü hapisanenin sahibi ‘ben’dim  ve son sözü ben söylerdim.

İlle de sembolleştirip kümelere ayıracaksak işleri kolaylaştırmak için, tek bir küme çizmeliydik: evrensel küme, E kümesi. Ve içine ‘biz’ i koymalıydık...

Huriye Tak

YALIN

Çokluğun yalın halinden uzakta...

Çok değil kalabalığız. Yalın değil çıplağız. Çokluğun yalın halinden epeyce 
uzaktayız. Ellerimiz kirli. Ellerimizi altına tuttuğumuz sular kirli. Ellerimizi yıkamak isterken kirletiyoruz en çok.

Dışımızın karanlığından içimiz sıkılıyor. Ama aynı içimiz, hiç sıkılmıyor içimizin karanlığından. Bir şeyleri anlatamıyorsak, bu daha çok, o şeyleri anlamak istemediğimizden oluyor.

Anlamlı olana ulaşmak için konuşmuyoruz çoğu zaman. Hayatın ağır katarını itelemek sadece derdimiz.

Aynalara ihtiyacımız kalmadı. Çünkü baktığımız bütün yüzler, bir anlamda bizim yüzümüz.

Çocuklarımıza sinirleniyoruz. Çünkü onlar cesaretle konuşmayı sürdürdükçe, bizim yaşamazlığımız gizlenemez hale geliyor.

Ölümden neden korktuğumuzu açıklayacak birçok neden bulabiliyoruz. Ama hayatı neden bu kadar tutkuyla sevdiğimizin bir açıklaması yok.

Ne zaman bir suç yüksek sesle dile getirilse, bağırarak masum olduğumuzu söylüyoruz. Oysa masumiyet bir fısıltıdır.

Başardığımızı düşündüğümüz şeylerin çetelesini başkaları ile birlikteyken ayrı, kendi başımızayken ayrı tutuyoruz. İkinci çetele hep daha uzun oluyor.

Kime sorsanız dünyadan umudu kesmiş durumda. Peki neden kimse aynı kesinlikle kendinden umudu kesmiyor?

Pisliğin giyecek tek bir elbisesi olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü bu varsayım, pisliğin başka kılıklarda yanımıza yaklaşmasını mümkün kılıyor.

Her şeyi en kısa zamanda unutmak ümidiyle öğreniyoruz. Her şeyi unutulur ümidiyle söylüyoruz. Seslendirilmemiş bir hafızasızlık andı içmişiz 
aramızda.

Ortaya bir şey koyamayacağımızı bildiğimizden yarını hiç konuşmuyoruz. Hem yarını konuşsak, bugünü de konuşmamız gerekecek.

En karmaşık hesapları bile çözebilecek kadar ilerlettik matematik ilmindeki performansımızı. Ama ruhlarımızdaki hesap ve pazarlıkları göremiyoruz yine de.

Kimse kimseye güvenmiyor aslında. Ve kimsenin kimseye güvenmesi için de pratik bir neden yok ortada!

Hatır sormalar gündelik olağan tekerlemeler olarak çıkıyor ağızlardan. Biri sıra dışı bir cevap verdiğinde, herkesin canı sıkılıyor bu cevaba.

Sevgilerin kalıplara dökülmüş o kadar çok hazır cümlesi sürüldü ki piyasaya, kimse kendi sevgisinin sözcüklerini aramaya ihtiyaç duyamıyor.

Uzun sürmüş bağlılıkların varlığı, neredeyse sadece seçeneksizliklerle 
açıklanabiliyor artık. Oysa asıl seçeneksizlik, hiçbir şeye bağlanamamaktır.

Gerçekte kimsenin günlerini renklendirecek parlaklıkta bir fikri yok. Bu 
yüzden sıradan fikirlere parlaklık kılıfı geçiriliyor mecburen.
Erdemi, erdemsiz ortamlara yakıştırarak kaldırdık tedavülden. Şimdi 
kendimizi erdemsiz ortamlara yakıştırmakta bir sakınca görmüyoruz bu yüzden.

Mağdur değil mağlubuz.

Doğru değil yanlışız.

Gerçeğin yalın halinden epeyce uzaktayız.

Gökhan ÖZCAN

BEKLEMEK, BAŞLARKEN AYRILIK

Mermerin koparttığı derin çığlıklarla sinesine aldığı iri, seri su damlalarının yarattığı buhrandan farksızdır; saatin aşığı, maşuktan ayrı bıraktığı her saniye. Bir ömür değil, bin ömrü olsa onu beklemekten geri düşmez gönül.

Gönül, ondan ayrı; o gönülden gayri düşünülemez. Onu sevmek en şanslı olmak, onu beklemek yolda olmaktır.

Sadece beklemek...

Ötesi aşka cevap aramak, karşılık bulmaya çalışmaktır. Meşkin feyzini bilememektir. Aşkın kudretini göremeyip yoldan çıkmaya sebeptir. Ask, nefse terbiye; insana misal-i harbiye, dünyaya rahmet-i ilahiyedir. Harbin yararı olgunlaşmaksa firarin zararı çürümektir.

Ufuktaki sevgili güneşe doğru olan bu olgunlaşma yolculuğu dağ taş, dere tepe dinlemez uzar da uzar. Aşığın mantığı o simadan başkasına çalışmaz olur. O sima ki; tepede, uzaktayken çok parıltılıdır, kadrini kavramaya yetmez gözler ama yakınlaşıp görünür hale gelmeye başlayınca yavaş yavaş guruba doğru, o fevkalade manzara, nefes almayı bile unutturur aşığa.

Bir tul-ü emel gibi daldıkça dalmak ister o derin deryaya. Bakınca ona fark edemez cennetin nerde bitip dünyanın nerde başladığını. Alamaz kendini o mey denizinden. Fakat acizdir aşık, dünya dönmektedir her şeye rağmen ayaklarının altından.

Dönen saatlerin ardından sevgiliyi usul usul içine çeken ve sonunda onu tamamen yutan bir dağla uyanır uykusundan. Bu aşığın maşukuyla yokluk sınavıdır. Aşık-i kavi kendine gelir hemen, atar kendini dağın sarp yamaçlarına.

Maşukun hayali, güçlü gelir kayalıkların keskinliğinden. O an-i ebediyi bir daha yasamak için, hayali doruklardır. Yüceler yücesini, en yüceye varamadan göremez.

Bu vuslat arzusunu, karşısına engel değil yanına güç olarak almayı bilmiş, aşmıştır yüce dağı bir an geri durmadan.

Doruklar... Doruklar sevgilinin guruba kaymasına engel olamamış, ona geri verememişlerdir pak yüzlü güzeller güzelini.

 

Giden her sevgilinin arkasından,

Bir kuru kızıllık, sineye dolan.

Yoldaş, yok bu derde dünyada derman

Firakın olur bu tendeki hüsran...

Agâh Çetinkaya

 

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

İŞSİZLİK

Türkiye’nin bir “işsizlik” sorunu olduğu herkesin malumudur. Her gün daha da ağırlaşan işsizlik, Türkiye'nin en büyük problemidir. 3,5 milyonu aşan işsizler ordusuna her gün yenileri eklenmektedir.

İşsiz ne demektir?

İşi olmayan demek ama bunun da çeşitleri var. İş olmadığı için çalışmayan, iş olduğu halde çalışmayan…

Peki ya işsizlik? Biraz bilimsel olmaya çalışırsak;

1-) İRADİ İŞSİZLİK:

Kendi istediği şekilde bir iş olursa çalışacaklarını söyleyen kişilerin oluşturdukları işsizliktir.Bu işsizliğin sebepleri: 

a) Genellikle tembel oldukları için işi beğenmezler. 
b) İş şartlarındaki küçük bir değişikliğe razı olamazlar. 
c) İstismar edileceklerini düşünerek komplekse kapılırlar .Bu gibi küçük sebeplerden dolayı hemen işi bırakırlar veya istekleri olmadığı sürece işe başlamazlar. 
d) Aile fertlerinden çalışabilecek düzeyde olup da yalnızca bir kişi çalışıyorsa bu ailede bu gelire razı oluyorsa diğer fertler çalışmak istemezler. Babanın çalıştığı bir durumda eşi ve yetişkin çocuklar çalışmıyorsa eş ve çocukların durumu iradi işsizliğe girer. 
e) Bazı kimseler (nadir olarak rastlansa bile) istirahat etmeyi maddi refaha tercih ederler ve çalışmak istemezler.

Sonuç olarak iradi işsizlik: piyasada geçerli olan ücreti kabul ettiği takdirde, çalışabilecek iş olduğu halde çalışmayan kişilerin meydana getirdiği işsizliktir.

Yani, . 'Her işi yaparım' anlayışı günümüzde geçerliliğini yitirmiştir

2-) GAYRİ İRADİ İŞSİZLİK:

İş bölümü, uzmanlaşma ve otomasyonun önemli olduğu ülkelerde sık sık ortaya çıkan ve iktisadi bakımdan asıl önemli olan işsizlik türüdür .Bu işsizlik diğer işsizlik türünün tam tersi olarak,şartlar ne olursa olsun çalışmak isteyen insanların kendi iradesi dışında iş bulamamalarıdır. Bunun en önemli sebebi iş gücüne olan talebin yetersizliğidir. Bazı ürünlerin satışları düşük seviyede olabilir veya o mal üretilirken otomasyon şartları geçerli olabilir. Bunun sonucu olarak üretici iş gücü talebini azaltır. Bu ise bazı kimselerin işsiz kalmalarına sebep olur.

Sonuç  olarak,

İşsizlik demek; moral açıdan çökmüş aileler demektir...

İşsizlik demek; aç, eğitimsiz, sevgisiz, ilgisiz ve potansiyel suçlu çocuklar demektir...

İşsizlik demek; üretim yapamamak demektir...

İşsizlik demek; Katma değer yaratamamak demektir...

İşsizlik demek; vergi doğuramamak demektir...

İşsizlik demek; tüketememek demektir...

İşsizlik demek; ekonomik durgunluk demektir…

İşsizlik demek; "hedefsiz" bir ülke demektir...

Sebebi ve tanımı ne olursa olsun işsizlik, ülkemizin kanayan yarasıdır.

 Bu sorun sadece bugünün sorunu değil. Pek çok hükümet döneminde ve kabaca elli yılı aşkın bir süredir var. Bugüne kadar nasıl da katlanarak geldiği konusunda en iyi kaynak ise, geçmiş hükümetlerin işe başlarken neler yapacaklarını dile getirdikleri “hükümet programları”dır. İncelerseniz hemen hepsi bu “sorun”u kabul ediyor ve kendi hükümetleri döneminde halledeceğini söylüyor.

Bugün gelinen aşama ise, son zamanlarda “para sıkıntısı” nı  giderme amacıyla hesapsız kitapsız yapılan özelleştirmelerden sonra ekonomideki üretim ve istihdam dengelerinin artık “düzen tutmaz ve sürdürülemez” biçimde bozulmasıdır. (ör; tekel işçileri)

Sanayileşmiş zengin ülkelerdeki gibi fakir ülkelerde de işsizlik var ve kapitalizm sürdüğü müddetçe var olmaya devam edecek. Çünkü işsizlik, çalışanların ücretleri, sosyal hakları ve çalışma koşulları üzerinde büyük bir baskı oluşturur, patronların işçiyi kullanma koşullarını kolaylaştırır. İşsizliğin var olmasının krizle doğrudan ilişkisi yok, kriz işsizliği arıttırıyor.Artık ekonomik büyüme de istihdam yaratmıyor. Eğer bugünkü büyüm1960’larda olsa istihdam hemen artardı, ama artmıyor. Dolayısıyla sadece iktisat politikasıyla sorunu çözemiyoruz. Yanşu sanayiye yatırım yapalım, devlet teşvik versin, oradan bir büyüme ortaya çıksın, o da istihdam yaratsın politikası, eski konjonktürün argümanı olarak kaldı. Ah ah Keynes’in kemikleri sızlasın.

Çalışma Bakanlığı çözümü yatırım teşvikleri ve meslek edindirme kurslarında görüyor. İş dünyası ise sigorta primleri ve Gelir Vergisi gibi istihdam üzerindeki yüklerin azaltılmasını istiyor. Karamsar tabloya rağmen, iş arayanlar için umut ışıkları da yok değil. Büyük şirketler peş peşe istihdam edecekleri işçi sayısını açıklıyor. Yerli ve yabancı yatırımlar aralıksız devam ediyor.

TUSKON Başkanı Rızanur Meral, tarım ve sanayide işsiz kalanların hizmet sektöründe istihdamına ağırlık verilmesini öneriyor. İş dünyası, sigorta primleri ve gelir vergisi gibi istihdam üzerindeki yüklerin azaltılması konusunda da hemfikir.

Hızla gelişen çağrı servisleri, posta ve kurye şirketleri ile bankalar da eleman alımını kesmiyor. Krize rağmen dinamik bir piyasaya sahip olan Türkiye'de 2009'da 760 bin kişi işe yerleştirildi. Ancak işten çıkarmaların daha fazla olması, işsizliği artırdı. Öte yandan tarımdan kopan büyük kitleler, şehirlere göçüp işgücüne katılıyor. Diplomasını alan yüz binlerce genç de iş arayanlar kervanına ekleniyor.

İşsizlik, rakamlardan ibaret değil bir sosyal problemle karşı karşıyayız

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) her ay açıkladığı istihdam verileri basit bir istatistikten ibaret gibi görünse de aslında her rakamın ardında bir insan hikâyesi yatıyor. Kimi yıllardır işsiz, kimi evlilik planlarını ertelemiş, kimi de kirasını bile ödeyemediği için ana-babasının evine dönmüş. Hemen herkesin ailesi ya da çevresinde buna benzer bir öykü bulmak mümkün. Ekonomik kriz sebebiyle işinden olan ziraat mühendisi Ufuk Ç., geçimini şimdi annesinin emekli maaşıyla temin ediyor. İşten çıkarılan halkla ilişkiler uzmanı Hakan T., nişanlısından ayrılmak zorunda kalmış. Duvar ustası Mahmut A., iş çıkmadığı için 7 aydır ev kirasını ödeyemiyor. Fizik mezunu Resul A. ise 600 TL maaşla özel güvenlikçilik yapıyor. Bu işi de güçlükle bulabilmiş. Yürek yakan örnekler saymakla bitmiyor.

Meslekî eğitime ağırlık verilmeli

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklı-oğlu'na göre ülkedeki işsizliğin en önemli sebebi mesleksizlik. Hisarcıklıoğlu, meslek liselerini daha cazip hale getirmeden bu sorunun çözülmeyeceğini ifade ediyor. Daha fazla istihdamın ancak daha güçlü bir canlanma ile mümkün olabileceğini dile getirirken, "İşgücüne yeni katılan herkese istihdam sağlayabilmek için her yıl en az yüzde 7 büyümemiz gerekiyor. 2003–2008 yılları arasında istihdam 3,2 milyon kişi arttı. Demek ki ülkemizin istikrarını koruyup, yapısal reformlara odaklandığımızda istihdamı artıran ekonomik büyümeyi de sağlayabiliyoruz." diyor. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı (TİM) Mehmet Büyükekşi de artan işsizliği kalifiye eleman eksikliğine bağlıyor. Pek çok sektörde patronların istenilen vasıfta işçi bulamadığını dile getiren Büyükekşi, bu sıkıntının çözülmesi halinde işsizliğin azalacağını vurguluyor.

Bu 'iş kanunu'yla istihdam artmaz

İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, yürürlükteki iş kanunlarının işçi almayı teşvik etmediğini öne sürüyor. Bu sebeple yasaların yeniden ele alınmasını isteyen Yalçıntaş, "İşsizliğe en çok çare üreten küçük ve orta ölçekli işletmeler desteklenmeli." değerlendirmesinde bulunuyor. Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir de öncelikle istihdam üzerindeki yüklerin düşürülmesi gerektiğine işaret ediyor. Özdebir, "Kıdem kazanmak için gerekli sürenin uzatılmasını, kazanılan kıdemin düşürülmesini ve bir Kıdem Tazminatı Fonu kurulması önerimizi bir kez daha tekrarlıyoruz." çağrısında bulunuyor. İHKİB Başkanı Hikmet Tanrıverdi ise hazır giyim ve tekstil sektörlerinde SSK ve gelir vergisi oranlarının yüzde 50 düşürülmesini talep ediyor. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Cem Negrin, işe giriş ve çıkışlar ile çalışma saatlerinin esnetilmesini öneriyor.

TUSKON Başkanı Rızanur Meral'e göre Türkiye'de hızla büyüyen işsizliğin çaresi hizmetler sektöründe. Meral, "Eğer yeni istihdam alanları oluşturmak istiyorsak turizm ve sağlık sektörüne teşvikleri artırmalıyız. Sağlık firmalarının yurtdışından hasta getirebilmeleri için devlet teşvikleri dahi verilebilir." diye konuşuyor. Meral, Danıştay'ın meslek liselerine yönelik katsayı kararıyla hem istihdama, hem de iş dünyasına büyük engel çıkarıldığını aktarıyor. MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan ise işsizlik sorununun çözümü için atılacak adımların başında millî istihdam stratejisinin geldiğini anlatıyor. Vardan'ın işsizliğin azaltılması için önerilerinden bazıları şöyle sıralanıyor: "Mesleki eğitim politikası yeniden ele alınmalı. Hassas sektörler için kısa çalışma ödenekleri devreye alınmalı. İş tecrübesi oluşturmaya yönelik kısa dönemli işe yerleştirme programları uygulanmalı."

Teknolojiye yatırım, istihdamı düşürdü

Türkiye Mobilya Sanayicileri Derneği (MOSDER) eski Başkanı Nazif Türkoğlu, firmaların maliyet giderlerini azaltmak için teknoloji yatırımlarına hız verdiğini, bunun da işsizliğe yansıdığını ifade ediyor. İstihdamın artırılması için bölgesel teşviklerin önemli olduğunu kaydediyor. Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri Başkanı Adnan Dalgakıran ise ekonomi yönetimine bir an önce sanayi politikası belirleme çağrısında bulunuyor. Diğer sektörlerin sanayiye bağlı olduğunu ifade eden Dalgakıran, "Sanayi gelişmezse hiçbir alan gelişemez." ifadelerini kullanıyor. "İşsizlikle mücadelede hükümetin attığı adımları iyi buluyoruz ancak yeterli değil." diyen Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak da asgari ücret üzerindeki vergi diliminin 5 puan daha aşağıya çekilmesini öneriyor. Boydak, yoğun istihdam sağlayan sektörlere daha fazla destek gerektiğine dikkat çekiyor.

Yurtdışına daha çok işçi götürebiliriz

Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren, 2008'de 23,6 milyar dolarlık iş üstlenen yurtdışı müteahhitlik sektörünün 2009'da 18,1 milyar dolarda kaldığını dile getirirken, "Sektörsde hareketlilik görünmüyor. Ancak hükümetin kamu altyapı yatırımlarını destekleyeceğini hissediyoruz. Yurtdışına daha çok işçi götürmek için ise hükümetin destek vermesi gerekiyor." diye konuşuyor. OSTİM Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Aydın da işsizlik sorununu çözmek için üretimin önünü açmak gerektiğini belirtiyor. Bankaların rekor kârlarına da değinen Aydın, "Bankaların 20 milyar TL kâr etmesi demek üreticinin giderinin artırılması anlamına geliyor." değerlendirmesinde bulunuyor. Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kuruluşu Başkanı Mahmut Yılmaz ise emek yoğun sektörlerde devlet teşviki isterken, "Teknik elemanda ise herhangi bir sıkıntı yok, organizasyonda sıkıntı var." Diyor.

Kısaca;

1.İşsizlik fonunun süresi ve kapsamı genişletilsin.

2.Açlık sınırında yaşayanlara yardım yapılsın(mesela;aylık bağlama)

3.Temel tüketim maddeleri, gıda ve ilaçta KDV kaldırılsın.

4.Ulaşım ucuzlatılsın, doğalgaz ve elektrik zam yüzü görmesin.

5.İşsizlerin sağlık, elektrik, su, doğalgaz, gıda giderleri devlet tarafından karşılansın.

6.Asgari ücret vergi dışı bırakılsın, çalışanlardan alınan gelir vergisi oranı düşsün.

7.Özgürlükçü, eşitlikçe, çok kültürlü, çok kimlikli toplumsal dokumuzu yansıtan demokratik bir ANAYASA hazırlansın.

İşsizlik, açık bütçeden de karşılıksıza para basmaktan da daha tehlikelidir…
Çünkü bir ülkeyi yönetenlerin birinci görevi yurttaşının karnını doyurabileceği bir iş imkânı yaratmaktır…

Ancak bu gibi talepleri emekçiler dayatmadığı sürece, işsizlik sorunun çözümünde bir yol alınamayacak

Ya acaba sosyalizme mi geçseydik, boş versene o zaman da işsizlik dışında her şeyimiz sorun olurdu.

 

KAYNAKLAR:

www.tümgazeteler.com

www.memurlar.net 

www.sınıfmücadelesi.com

www.internethaber.com

www.aklındanevarsasöyle.com

www.ekonomigundemi.com

www. haber24.com

 

 

Online dergiler Online dergiler