Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

ÖKÜZ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Türk kültüründe öküzün -çok önemli olmasa da- uygun bir yeri vardır. İnsanlık tarihi boyunca öküz, onun en büyük yardımcısı olmuştur. Erkek buzağı (dana) olarak dünyaya gelmiş bu hayvan, insan eliyle iğdiş edilerek öküz haline getirilmiştir. Kuşkusuz, bu daha güçlü hayvan türü elde etmek için başvurulmuş bir yoldur. Hayvanın üreme kabiliyetinin sona erdirilmesiyle sağlanan güç olgusu, ahlâkî yönden tartışılabilir bir durumdur. Fakat aslolan insan ve onun ihtiyaçlarıdır denirse, mantıkî bir kabule ulaşılabilir. At ve eşeğin çiftleş(tiril)mesinden doğan katır için de benzer bir yaklaşım söz konusudur; yaratılış özelliğine (fıtrat) müdahalenin öncelik ve sonralığı pek de önemli değil gibidir. Günümüz genetik mühendislik ahlakı eğer bir çıkış arıyorsa, işe buradan başlayabilir! Konu bu noktada tam da bir hayvan hakları meselesidir.

İnsanın iğdiş edilip enenmesi ise herhalde en büyük insan (kul) hakkı cümlesinden olsa gerektir. Böyle olmakla birlikte hadım edilmiş (erkekliği giderilmiş) köle çocuklar (harem oğlanı) insanlık âlemi için yüz ağartmayan bir gerçeklik olagelmiştir. Günümüzde bırakılması veya çok azalması vicdanî bir rahatlama sebebidir.

Tarım ve taşıyıcılıkta insanın yardımcısı hayvanlar olmuştur. Öküz de bunların başında gelir. Makineleşmeyle birlikte zımnî bir azalma süreci yaşanmış, ülkemizde de otuz kırk yıl önce danayı öküz eylemekten vazgeçilmeye başlanmıştır. Günümüz Türkiyesinde traktör kullanımının yaygınlaşmasıyla öküz kırsaldan çekilmiştir. Besiciliğin önem kazanmasıyla da erkek buzağılar dana olmuş ve/fakat boğalığa geçemeden et halinde tüketilme kaderi yaşamaya koyulmuştur! Bu noktada hayvanseverlerin belirginleşen tutumu dikkat çekicidir. Sağlık ve şahsî tercihten tutun da Hint dinleri etkisi ya da vejetaryen konum eliyle kırmızı et tüketimi aleyhine durmadan gelişen ve etkisini arttıran bir faaliyetin varlığı bilinmektedir. Aynı kişi ve kurumların beyaz eti temsil eden tavuk tüketimiyle ilgili bir tutum üretemediği ise diğer bir gözlemdir.

Kimi kişi ve çevreler de et elde amaçlı hayvan öldürmeyle ilgili değişik görüş sahibidir. Kültür ve din farkına dayalı kabul ve uygulamaları önceleyenler olduğu gibi  -ki Avrupa kamuoyu böyledir- dine mesafeli yaşam sürme ve nâzenîn kaygılarla hayvan kesimine karşı protest bir tavır sergilendiği de söylenebilir. Daha çok Kurban bayramı zamanı yükseldiği gözlendiği bilinen bu tepki, göreceli bir mâhiyet arz etmektedir.

Görüldüğü üzre insanın, hayvan (ve et) tasarrufuyla ilgili bir meselesi vardır ama bu bizimle öküz arasına fazla girmemelidir! Bunlar denmeden de öküz hakkında fikir sahibi olmanın güçlüğü teslim edilmelidir; çünkü öküz bahsinde asıl konu güç’ün tasarrufudur.

*

Hayvan ve hayvanla ilgili adlandırmaların her kültürde belli bir temsil kimliği (alegori) bulunur. Bir kısmı benzerlik gösterse de ayrılıklı yönü pek çoktur. Bunu belirleyen ise kültür kodu, kabul ve ihtiyaçlar; yer, iklim; mizaç, algı, tepki, zevk, özdeşlik eğilimi vb. unsurlardır. Temsilde olumlu ve olumsuz tasniften söz edilebilir ve bu, hayvanın doğrudan fizik özellikleriyle ilgili olmayabilir. Öne çıkarılan ve örnekleme yapılan unsur tercih’le ilgilidir; mutlak değildir, yer ve zamana bağlı âmillere göre değişime uğrayabilir.

Olumlu ile olumsuz’u açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Türk kültüründe (Türkiye Türkçesi) arslan yiğitlik bildirimli iken tilki kurnazlık, ayı ve deve kabalık, pire ise çalışkanlığı ifade eder.

Pire rahatsız edici (olumsuz) bir hayvandır ama mevcut telakkiye göre “beceri, başarı, çalışkanlık” bildirir (pire gibi adam). Yine kişilik yüklemesi (atıf) yapıldığında rencide etmez (Pire İsmail).

Deve yararlı, sevimli, mübârek (olumlu) bir hayvandır ama mevcut telakkiye göre “kabalık, hantallık, görgüsüzlük” bildirir (deve gibi herif, devenin teki). Kişilik yüklemesi yapıldığında ise incitir (Deve Tuncay).

Yukarıda geçen kişilik yüklemesi, psikolojiye ait bir terim olmak yanında, anlambilim alanına da giren ve anlam yüklemesi başlığı altında incelenen bir konudur. Anlam yüklemesi insanla insan, insanla hayvan, insanla bitki ve insanla eşya arasında yapılır. İnsanlar arası benzetme kişilik, imaj, taklit vb. biçiminde görülür (yavuz gibi adam, nemrut suratlı). İnsanla bitki fazla yaygın değildir ve Dîvân Edebîyâtındaki mazmunlar akla gelir: çınar, fidan, filiz, gül, servi; serv-i revân. İnsanla eşya ilgili birkaç örnek de şunlardır: minare kılıklı, seyyar minare, sırık, taş kâlpli... İnsanla hayvan ise zaten bu kitabın konusudur ve örneklerini ilerleyen sayfalarda göreceğiz.

Kültür ve algı farkına gelince... Ayı, Türk kültüründe -deve gibi- kabalık, görgüsüzlük bildirir ve bu temsile sahipken, İsviçre’de çok yaygın kişi ve soyadı biçiminde karşımıza çıkar; başkentinin adı da ayı’dır (Bern).

Kişi adı olarak konan pek çok hayvan adına karşılık bir Türkün adının ayı, deve, domuz, inek olması düşünülemez. Öküz de kişi adı olarak verilmez; takma ad (lâkap) biçiminde işlektir.Anchor[1]

Bu kısa girişten sonra, şimdi öküz’le ilgili teşhis ve tespitlere geçebiliriz. Öküz, mevcut kabule göre olumsuz’u temsil etmektedir. Bütün yararı ve emrimize sunduğu güç’e rağmen olumsuz bir karakterdir; aşağılama, dışlama, kınama ve yergi vesilesidir. Tek olumlu özdeşlik erkeklik (cinsî) güç bildirimiyle ilgilidir (öküz gibi sevişmek). Enenmiş bir hayvanın kimliğiyle cinsî güç ifadesi oldukça gariptir ve zıtlık ilkesiyle açıklanabilir. Benzer bir olumlama örneği de XVI. yy. devlet adamı Öküz Mehmet Paşa’da görülür (bkz. İlgili metinler). Ayrıca yine Selçuklu veziri Saâdeddin için de benzer bir zıtlıktan söz açılabilir.

Zıtlık ilkesi, hayatı anlamada üzerinde durulması gerekli bir kavramdır. Burada sadece dildeki yansıması üzerinde duracağız. Anlamı çok açık; bir şeyi tersinden ifade!

Nazar bütün kültürlerde varlığı bilinen bir olgu; bizde de var ve dindeki yerini biliyoruz. Türk, çocuğuna nazar değmesin diye mavi boncuk takar, başı ağrıyınca dua okur ve adını -yerine göre- “nazar, çirkin” koyar. Türk, Müslüman olduğu için domuz yemez hatta nefret eder ama çocuğuna, domuz anlamına gelen “çocuk” der.Anchor[3]Bazı yörelerde ise yetişkin çocuklara moza (mozak) diye seslenilir, ki domuz yavrusu demektir.

Türk kültüründe sevgi bildiriminde de bir zıtlık ilkesinden söz edilebilir. Nazar değmesin diye bebeklerin ‘aman ne çirkin şey’ diye sevilmesi, annenin bebeğine ‘anneciğim’Anchor[4] biçimindeki hitâbı, ablanın kardeşine ‘ablacığım’ veya ‘ablası’ demesi buna örnek verilebilir. Ayrıca, kadının kocasından söz ederken ‘babamız’ demesi de bu cümledendir.

*

Öküz, Türkçeye Sanskrit dilinden geçmiş bir kelime: *ökör/ökür>öküz.Anchor[5] Diğer şivelerde de kullanılıyor:Anchor[6] hökiz (Özbek), hökuz (Uygur),Anchor[7] ögiz (Kazak), ogüz (Kırgız), ügiz (Başkurt,Anchor[8] Tatar)

TT’de öküz’e akraba diğer adlandırmalar ise şunlardır: boğa,Anchor[9] buzağı, dana,Anchor[10] düve (tüge), evire,Anchor[11] inek,Anchor[12] kele (boğa, tosun), manda,Anchor[13] sığır,Anchor[14] tosun.Anchor[15]

*

Aşağıda Türkiye Türkçesinden öküz’le ilgili birkaç adlandırma ve deyim örneği verilmiştir:

Deyim anlamlı adlandırmalar

öküz ayağı (mantar adı), öküz ayaklı (düztaban), öküz gözlü (şehlâ), öküz gözü (mantar adı), öküz güzeli (çirkin),öküz herif (sövgü), öküz kafalı (sövgü), öküz ünüğü (büzme tatlısı), öküz ünüklü (obur)...

Şathiye (alay, yergi)

öküz aleyhisselamöküz hazretleri

Deyimler

öküz aydamak, öküz bakışlı olmak, öküz bakmak, öküz gibi ağnamak, öküz gibi bakmak, öküz gibi böğürmek, öküz gibi süsmek, öküz gibi tepişmek, öküz gibi yatmak, öküz gibi yayılmak, öküz gibi yürümek, öküz gütmek, öküz koşmak, öküz olmak, öküz sanmak, öküz sürmek, öküzden yana olmak, öküze benzemek, öküze uymak, öküzle bir olmak, öküzle çift sürmek, öküzle öküz olmak, öküzleşmek, öküzlük etmek, öküzlük yapmak, öküzü andırmak, öküzün tirene baktığı gibi bakmak; öküz öldü ortaklık bozuldu...

Osman Kibar

 


Anchor[1] “oğuz”un -aradaki sesteş benzemeye bakılarark- öküz’den geldiğini söyleyenler olmuştur ama bu kökenbilim açısından doğru değildir; oğuz “ok+uz” biçiminde birleşik adtır.

Kişi adlarıyla ilgili geniş bilgi için bkz. Osman Kibar, Türk Kültüründe Ad Verme, Akçağ Yay., Ankara-2005

Anchor[2] kö-p-ek>köpek [ET’de kömek fiili bağlamak anlamı verir. “kök, köl (göl), köprü, kör...”]

Anchor[3] bkz. Dîvân, c. I, s. 381

Anchor[4] Saadet Çağatay, Türk Lehçeleri Örnekleri-I, ‘Kalyanamkara ve Papamkara’, DTCF Yay., Ankara-1977, s. 34; amrak ögüküm: Sevgili anneciğim (Annenin oğluna hitâbı).

Anchor[5] Türkçedeki “ögüz (ırmak)” ile öküz arasında sesteş benzerlik vardır.

Anchor[6] Geniş bilgi için bkz. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü-I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara-1991

Anchor[7] Uygur Türkçesinde öküz için “kotaz” da denmektedir. Eski Uygurda ise “ud” biçimi görülür; “adakı ud adakı teg (ayağı öküz ayağı gibi)” bkz. Oğuz Kağan Destânı, (Haz. Muharrem Ergin), Hulbe Yay., İstanbul-1998, s. 29

Anchor[8] Başkurt Türkçesinde öküz için “konan” da denmektedir.

Anchor[9] Diğer şivelerde “boka, buğa, buka”

Anchor[10] Sanskritçe thene>dana [torpok (Kırgız), göle (Türkmen)]

Anchor[11] Dört yaşını doldurmamış dişi manda

Anchor[12] Diğer şivelerde de “inek”

Anchor[13] camış, dombey, su sığırı (TT), camış (Azerbaycan), eneke (Kazak), gavmış (Türkmen); camış ve gavmış “geviş getirmek”le ilgilidir.

Anchor[14] hıyır, iri mögözlü (Başkurt), iri kara (Kazak), uy (Kırgız), kara mal (Özbek, Uygur), sıyır (Tatar)

Anchor[15] Eski Uygur metinlerinde “sert, kaba” anlamındadır (bkz. Kalyanamkara ve Papamkara, s. 72)

Anchor[16] Arabaya koşulu çift öküzün önüne ayrıca koşulan ikinci çift öküz.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

MEŞRÛ CİNÂYET

-Karar!

-...

-Gereği düşünüldü...

-...

-Türk Ceza Kanunu’nun ‘....’ ve ‘....’ maddeleri­ne istinaden, mahkememizce sanık İbrahim oğlu, Ayşe’den olma Ali Bülent Orkan hakkında yapılan yargılama neticesi, heyetimizin oybirliğiyle idamına karar ve­rildi.

-Sanığın bir diyeceği?

-Var!

-...

Ve sanık konuşuyor. Konuşma konusu olarak, hak­kında verilen idam hükmünü seçmediği görülüyor. Onun sözleri çok başka. Tok bir sesle, tane tane konuşuyor. Salonda çıt yok. Cübbeliler, korkuyla karışık bir ürperişle dinliyor. İçlerinden birisinin cübbesine sıkıca sarıldığı, üşüyormuş gibi iyice büzüldüğü görülüyor. İhtimal, hepsinin bir ömür boyu bu korkuyu yaşaması kaçınılmaz. Sanık da sanki bunu sağlamaya çalışır gibi, o minval üzre ve kim ölüme gönderilse, kâtillerine söyleyeceği tahmin olu­nan sözler ediyor.

Fikri, bundan sonrasını pek hatırlamıyor. Hele, mahkeme salonundan çıkışlarında ‘Sen de idam aldın değil mi?’ diye söz açtığında, Ali Bülent bir şey söylemişti. Ne demişti? Bu öyle bir şeydi ki, ardından ikisi de acı acı gülümsemişti. Bir türlü aklına gelmiyordu. Bu cevabı, Ali asıldıktan sonra koğuşta birisinin ‘Allah rahmet eylesin, Alimizi aldılar’ deyip ağlamaya başlamasıyla, hiç de yeri ve zamanı değilken hatırlayacak ve gülümseyecekti. Ali Bülent’in haberi götürülüşünden beş saat son­ra gelmişti. Kâtillerden önce, uzun uzun konuşulmuştu. Daha doğrusu o konuşmuş, koğuş yoldaşları dinlemişti. Kendinden sonra asılması beklenen iki kişiye ve diğer uzun hapis yata­cak kader arkadaşlarına öğütte bulunmuş, moral vermişti. İçleri güldür güldür çağıldarken onu dinlemişlerdi. Sonraları, onu ilahi bir gücün söylettiğine inanmışlar­dı. O kesinlikle nereye gittiğini, kendisini neyin beklediği­ni, hangi kucağın açılacağını biliyordu. Ar­tık o tamamen hazırdı. Mutlak kelimesinin derinliğini ince­leyenler, bu kavramı türlü tarifle izaha çalışır; eğer bu tesli­miyeti görselerdi, şüphesiz bu sırrı kolayca idrak ederlerdi.

Sonra sarılıyorlar birbirlerine. Şakakları sertçe vuru­yorlar yüzlerine... Ortadaki gerçek birisinin uğurlandığı ama, kimin ve nereye kestirmek imkansız. Sonra herkesle helâlleşip ‘Allah kurtarsın’ sözü ve yanındaki sekiz cellatla çıkıp gittiği görülüyor. Bıraktığı mektuplar var. Bunlar vedâ için değil, birer vasiyet. Ayrıca, son ola­rak Fikri’nin kulağına fısıltıyla ‘Sevenlerim benim için kaza namazı kılıp bir gün oruç tutuversinler’ diyor. Âh Ali, sana ömrümüz­den yıl eklense... Gitmesen olmaz mı?

Hey şehit, sana mezar ne gerek! Mezar biz âciz kullar içindir; günahlarımı­zı, çirkinliklerimizi saklamaya... Hesap ve ilk sorular soru­lurken, halimizi başkaları görüp de korkmasın diyedir. Se­nin böyle bir derdin mi var? Şehitlerin yeri Rasûlullah ku­cağıdır. Sen kanın ya da sıkılmış boynunla vardığında, orası senin için ne güzel sığınak olur... Bizden dua ister­sin; bilmez misin, senin şefaâtine ihtiyacımız var­dır. Ama ruhuna fatiha, sonsuz fatiha...

Islak, yarı yapışkan bir havada Ali Bülent’i hücre­sinden çıkardıkları görüldü. Herkes o ânı yaşamak istermiş gibi, yedi kilometre ötede uykusuz bekliyor. Ne de­mek dört yüz elli kişi... Bir âlem uyanık bu gece yarısı... Ve bu, ilk ge­ce yarısı uyanıklığı değil. Bu kaçıncı uçuş yuvadan, bu uçup da tutulamayan kaçıncı kuş Yârabbi!

Kâtiller sıra sıra durmuş, ortaya da darağacını kurmuş... Burası ona bir eşik... Bütün mizansen hazır. Kefene benzer bir örtü giydiriyor, ellerini arkadan kenetleyip bağlıyor, önüne bir yafta iliştiriyorlar. Son isteğin falan gibi bir şey soruluyor. Ola ki, sözlerim sevenlerime va­rır diye söylüyor. Yoksa, onlar lütfettiler diye değil. Şeytan oralarda dolaşmaktadır. Ama Ali’nin yanına yaklaşmak ne kelime, varlığını bile duyuramıyor. Ve oradaki ilahi koruyucular tarafından uzaklaştırılıyor. Şimdi, onu sehpaya götüren bu işle görevli meleklerdir. Kulağına yavaşça, müjdeler veriliyor. O bu halde ve sevinçli olarak, sadece cismi ipe bağlanıyor. Daha önceden boynu bir nur hâlesiyle okşandığından, gerçek anlamda ipi hissetmiyor. Ardından ‘dön’ emriyle birlikte, anla­şılması yasaklanmış ölüm geliyor. Artık o, bilinmez bir zaman ve mekâna doğru akmaktadır.

Bütün sevdikleri ve onu sevenler ‘Allah yolunda ölenler için ölüler demeyiniz. Onlar diridir, ama siz bilmezsiniz’ âyetine sığınıyor. Onlar için de bir tesel­li gerekmez artık; yalnız, dudaklardan fatihalar dökülü­yor...

Koğuşta bunlar yaşanırken, Fikri kendinin iki ay sonraki halini görür gibidir. Birden Ali Bülent’in sözleri aklına geliyor: ‘Ali Bülentsiz vatanın ... ...’ Fikri hafifçe gülümsüyor. Yoldaşları hangisine yanalım der gibi iç geçiriyor. Fikri, şimdi başka bir âlemde dost sohbetindedir; hepsi biliyor ve dudaklardan fatihalar dökülmeye devam ediyor.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

                                                                                                       

VAFTİZ ADI: TC

Vaftiz adı: Alanya (Alaiye),  Elazığ (Elaziz), Güroymak (Norşin), Hatay (Antakya), Müküs (Bahçesaray), İmroz (Gökçeada), Ağaköy (Hamidiye), Popköy (Kanibey)... Binler onbinlerce örnek.

Sistem kendi halkını sömürge valisi gibi değerlendirdi. Hatta işi daha aşırı götürdü, sömürge tanımına yeni ufuklar açtı, bilinen (standart) sömürgecilere taş çıkarttı. Bu şu demek: Eğer TC halkı herhangi bir Batılı sömürgeci ülke tarafından işgal edilip esir tutulsa daha şanslı olabilirdi. Yani ikinci büyük savaş ertesi veya komünizmin çöktüğü doksanlar sonrası özgürleşebilirdi; bu da zenginleşme huzur güven ve yaşam kalitesinin yükselmesi demek olurdu. Ama olamadı, 2011’lerde bile askeri diktatörlük (kimisi nazikçe vesayet rejimi diyor) hâlâ yıkılmış değil. Tamam, sarsıldı çatladı çözülüyor çöküyor fakat süreç tamamlanmadı henüz.

Şehir köy mahalle sokak adlarına uygulanan vaftiz, kişi adlarında belirginleşmedi. Bu tuhaf bir unutkanlık olsa gerek. Yoksa yaptırım güçleri vardı; galiba hafifsediler veya Allah unutturdu! Oysa giyim kuşam bir yana, TC halkının birbirine nasıl hitap edeceğine dair yasalar dahi çıkarmışlardı. Ad fazla değil ama soyad konusunda epey titiz ve acımasız olduklarını biliyoruz. Benzer bir uygulamayı 1987’li yıllarda Bulgaristan’da yapan ve/fakat yüzüne gözüne bulaştıran komünist diktatör Tudor Jivkof, bizimkilere göre daha insaflıydı demekle yetinelim.

Sistem kişi adı vaftizlemesinde işi pek sıkı tutmadı demek çok da yanıltıcı olmaz; bu tutumda bizzat kendi adlarının da İslam kökenli olmasının payı aranabilir. Vaftiz adı verilen 1930-1940 arası doğumlu şehirli-bürokrat çocuklarına bakıldığında fazla marjinal absürd adla karşılaşmıyoruz.; la-dini olmakla yetinmiş gibi duruyor. Kurucubababa adlarının da dayatılmadığı tespitini yapmakta yarar var, bu epey tuhaf-olumlu bir vaziyettir. Fakat yer adlarında tam bir kıyım ve vaftiz çılgınlığı yaşanmıştır. Oysa, evet oysa oraları yüzyıllar önce fethedenler böyle bir terbiyesizlik yapmamıştı, kendileri fatih değildi, mevcut yerlerin ülke/toprak olarak edinilmesiyle ilgili hiçbir faaliyetleri yoktu, aksine toprak kaybı ve kocaman bir devletin tasfiyesinden sorumlu bir taifeydiler...

Vaftiz kurumunun işleyişine gelince.

Şehirli-bürokrat çocukları ebeveyn yoluyla etkiye açıktı, köylü çocukları için ise bu söylenemez. Sonradan sisteme uygun ad değiştirme (gönüllü veya zorlama) yaygın değildir. Ama esas vaftiz, zihniyete müdahale ile gelmiştir. O şöyle olmuştur: Adı abdurrahman, süleymen, Ahmet, Mehmet olan ve dini aidiyeti de (dindarlık, tarikat mensupluğu) bulunan çoçuklar, tam anlamıyla devşirilerek sistemin hizmetine alınmıştır. Bu ahlaksız uygulamanın tam karşılığı halka amplaya domestique zulüm olarak yansımıştır; basitçe ‘baltanın sapı bizden’ durumu!

Yatılı askeri, sivil okullarda vaftizleme operasyonu  (beyin yıkama, mankurtlaştırma) geçiren zeki-yoksul çocuklar, büyüyünce(!) general, anayasa, yargıtay vb. başkanı, yüksek bürokrat (alçağı da aynıdır) halinde kudurmuş köpek gibi zavallı halkın üzerine salınmıştır; harîm-i ismetimizin kirletilme hikayesidir bu!

Yani...

Herhangi bir üst bürokrat, dindar aile geçmişi, Aleviliği, Kürtlüğü, çerkesliğini koruyup ifade edebilir halde oralarda olamazdı; tam bir inkar ve itirafçı psikolojisidir bu manzara (Ah keşke manzaradan ibaret olsaydı, çerçeveletip duvara asardık). Bu zavallı inkarcı zenci türk kardeşlerimiz, TC devletinin üst basamaklarında uydurulmuş muğlak bir “türk” klişesi ile ancak var olabilmiş veya mevcut estetize halleriyle görünür kılınmalarına izin verilmiştir (Tabii bu olgu aynı zamanda sterilize bir yaşam sürmek demekti; işin sosyolojisini erbabına bırakalım). İçlerinden çok azı ölmeye yakın, posa olarak  bir kıyıya atıldığında  tövbe kapısının varlığını hatırlayabilmiştir. Elbette, tövbe derken çok iyimseriz, aslında bu Müslümanların bilip inandığı tövbeye hiç de benzemeyen garip bir insansı davranıştı ve daha çok günah çıkartmayı andırıyordu. Evet doğru, vaftiz geleneğinde bir günah çıkartma kurumu vardır, oradan bakıldıkta onları daha iyi anlayabiliyoruz!

Sistemin vaftizli çocukları artık sahneden çekilmek üzereler. Karanlık ve duvarları suçla örülü odalarının (belki de hücre) içinde kapıyı -hele tövbe kapısını- bulmaları acaba mümkün mü? Onlar, böyle bir kapının varlığını ve o kapının dayandığı inanç sistemini (İslam) inkar etmişti. Peki, şimdi bunu hatırlamalarını beklemek çok mu insafsız... Evet, şimdi onlar daha çok karanlığın efendilerine (arzın merkezi de olabilir) doğru günah çıkartıyor gibiler.

İşledikleri yüzyıllık suç mu n’olacak; ceza mı dediniz?

Amma da zor sorular...

Vaftiz babaları kim miydi, göbek adları ne miydi...

Yok, daha neler!

Osman Kibar

 

Paylaş

 

 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

               

‘PAT’ SESİ

Çete reisi yarım saattir sofra başınday­dı. Koyu gölgeli bir çınar altında on yedi kişi mola vermiş­ti. Çete reisinin duyduğu, üçüncü ‘pat’ sesiydi. Her pat sesinde kuzubudu tutan elini bağdaş kurduğu sağ dizi­ne dayamış, derin derin solumuş ‘tövbe estağfurullah’ çekmişti. Üçüncü pat sesinde sol kaşını hafifçe kaldırarak karşısındaki çeteye baktı. Adam yekinip arkadaki ka­yaya doğru koştu. Bir dakika sonra tüfeksiz, fişekliği çap­raz bağlı başka bir çeteyle geri geldi. Bu, daha bir buçuk ay önce çeteye katılan Kara Yaşar’dı. Toy çeteyi omuzların­dan bastırıp yere, reisin karşısına diz çökertti. Kara Yaşar bir dizini iyi bükemediğinden biraz öne aban­dı. Topal diziyle bir somun ekmeğin üstüne basıverdi. Reis birden ‘bre kapçıkâzlı, ekmeğe de mi basarsın’ diye kükredi. Kara Yaşar öyle bir toparlandı ki, sağlam bir adam öyle hızlı hareket edemezdi.

-Bre densiz, çete başı yanında emze patlatılmadığını bilmez misin?

-Affet Reisim! Nerden bileyim. Vallâ billâ bilmeden...

-Çete dergâhı oyun yeri midir be!

-Kusuruma bakmayın. Çekirdekleri yoktu, patlatıvereyim dediydim. Tövbe bir daha olmaz.

-Râşit, akıllandır hele bakalım. Hürmet ne­dir, bir görsün.

-...

Zavallı Yaşar iki büklüm af dileniyor­du. Reis başka konuşmadı, yine sol kaşını hafifçe oynattı. Raşit çeteyi kaldırdı. Yere ya­tırıp dipçiklemeğe başladı, yerlerde sürüdü. Kanaat getirin­ce bıraktı. Yaşar kasığına da darbe yemişti. Sürü­nerek vardığı ilk çalının dibinde abdest bozdu. Neydi bu ba­şına gelen? Yine de iyi atlatmıştı. Daha geçen gün, kuşa sıkıp domuza diye yalan atan biri­ne otuz değnek vurulmuştu.

Çekirdeği düşmüş üç mermi patlatmıştı. Ne vardı bunda? Boşa mermi sıksa cezayı hak ederdi. Alında mermi sıkıntıları da yoktu. Peki, neden bu kadar kızılmıştı? Yemek sırası -eğer âlem değilse- havaya mermi döşemek affedilir şey değildi. Ama onunki... O koca kaya ar­dından ‘pat’ sesi duyulmazdı bile. Üstünde daha fazla durmadı. Ona revâ görülen bu ceza çok zoruna gitti. Yeni çeteydi ama mertliği, âdab-ı erkânı bilirdi. Sol dizindeki sakatlık da bu yüzdendi. Kardeşini döven birinin üzerine silah­sız varmıştı. Herif eski kabadayılardandı. Yine de ada­mın iki dişini kırabilmişti. Ama dizine yediği mermi yarası geçmek bilmemiş, adı topala çıkayazmıştı. İki yıl önce de kardeşi adamı vurmuştu. 

Sırada iki değirmen daha vardı. On yedi kişi atlanıp mola yerini terk etti. İlk köydeki mandıra iyi haraç ver­mişti. Yatsı vakti iyi bir ziyafete oturmuş, geceyi orada geçirmişlerdi. Ertesi gün öğle üzeri Selvi Köyü’ne vardılar. Kendileri gelmeden haberleri ulaşmıştı. Köy boşalmış gibiydi. Doğru değirmene gittiler. Sahibi yoktu. Aslında beklemesi gerekirdi. Kapıyı kırıp içeri girdiler. Mola için yayılıp atlara arpa saçtılar. Üç dört çeteci ça­ya yıkanmaya indi. İkindi sonrasıydı ki Vezir Üsmen göründü Ama çok geç kalmıştı. Değirmen kapalı bile olsa, haberleri­ni alınca hemen koşması gerekirdi. Reis hiç acımadı. Oysa, kaç yıldır adam onlara kapısını açmıştı. Sol elini iki kaya arasına sokturup çevirtti. Adam­cağızın çığlığı bütün ovayı inletti. Kara Yaşar başını yana verip bakmadı. Korktuğundan değildi, kan da tut­mazdı. Ama herife bu eziyet revâ değildi. Kendisi bugüne kadar üç kişi vurmuştu, din iman bilir­di gene de. Vezir Üsmen çok kötü durumdaydı. Eli gitmişti, el­siz can ne işe yarardı? Korkacağı kalmamıştı artık. Bu hain­lik adamı çileden çıkardı. Değirmeni çetenin yatak­lık yeriydi, on iki yıldır hizmet ederdi. İki saat gecikti diye yapılan bu eziyet ve kan pıhtısı gibi olan elleri adamı deliye çevirmişti, beddualar ediyordu.

-Bre kadir bilmez âhh... Canımı al canımı...

-...

-Yüreğin varsa haa! Uuy anam, uuy elim...

-...

-Seni köpek tüylü... Seni emze düşmanı, ödelek kâfir...

-...

-Cümle âlem bilir senin emze patlamasıyla işediğini be...

-...

-Yaktın benii... Al parmaklarımı ye be... Uyy anamm...

-...

Reis dayanamayıp çekti filintasını, Vezir Üsmen’in karnına beş tane mermiyi boşaltıverdi. Adam ye­re yığılıp kaldı.

Kara Yaşar görüp duyduğundan afalladı. Diğer çeteler de yapılanı beğenmemişti. Çoğu mert delikanlıydı. Destursuz değirmenden çıktılar. Kara Yaşar o gece reisin köyünden Deli Arif adın­da kendi yaşındaki genç bir çeteyi minnet rica konuştur­du. Kart çetecinin sırrını öğrendi.

Deli Arifin dediğine göre, reis daha delikanlıyken silahtan çok korkarmış. Kendi nişanında bile herkese av tüfeği attır­mış Barut bitince emze atılmaya başlanmış. Bir ara Sağdı­cı Bahri’nin elindeki tüfek ateş alıvermiş. Tam da reisin omuz başında. Boş bulunmuş tabiî... Olan da ondan sonra olmuş. Hem de dü­ğün alayının orta yerinde. Reis ilk önce kızarıp bozarmış, sonra koşarak alaydan kaçmış. Kalktığı yere bir baksalar, ıslak! Rezalet ki, huzurdan ırak... Köye bir daha uğra­mamış. Harp çıkınca askere gitmiş. Sonra asker kaçağı olmuş. Şimdi bu diyarda çeteciliğe başlamış. Hakkında dört tane vur emri çıkmış. Adamın silah se­sine bir gıcığı yokmuş ama, emze sesi duyunca, delirirmiş.

Reisin geçmişini öğrenen Kara Yaşar bu rezil heriften, yaptıklarını sormaya yemin etti. ‘Bunca zaman­dır böyle âdi birinin peşinden gitmişim’ diye de kendine kahret­ti.

Değirmende üçüncü geceleriydi. Gece yansı yavaşça yerinden doğruldu. Daha önceden hazırla­dığı çekirdeksiz fişeğini mavzerine sürdü. Reis kapı önü nöbetçisi dikmezdi. Diğerleri yolağzında laflaşıyordu. Yavaşça yürüyüp binanın içine girdi. Çete başı şilte üzerine serilmiş sesli sesli horluyordu. Namluyla bu uyku yığınını dürttü. İkincide adam kımıldadı, ardından uyan­dı. İlk önce bir mana veremedi. Sonra bir şeyler se­zinler gibi oldu. Beş dolumluk tabancasına uzanmak istedi. Silahı Kara Yaşar’ın kuşağında gördü. 

-Ne oluyor ülen... bu ne utanmazlık be!

-Vallâ vurduracâm seni... Bana na­sıl silah çekersin sen.

-...

-Ben, senin reisin değil miyim...

-...

-O meseleyse, değmez be Topal.

-...

Kara Yaşar acele etmeden, mavzerin namlusunu adamın omzuna yasladı.

 

-Sana çekirdeksiz bir fişek hazırladım.

-?

-Korkma, seni öldürmeyeceğim.

-...

Sonra, tetiğe dokundu. Çok şiddetli olmayan bir ‘pat’ se­si duyuldu. Fakat bu ses herkesin içeri doluşmasına yet­mişti. Hepsi kulağı açık uyurdu. Birisi feneri yak­tı, sonra öylece kalakaldılar. Gördüklerine hem şaşırmış, hem de tiksinmişlerdi.

Koskoca çete reisi yatakta ağlıyor­du. Uzun beyaz donunun önü ıslanmıştı. Bu vicdansız ama insan sarrafı adamlar iki gün öncesini hatırladı­. Vezir’e kıyması hoşlarına gitmemişti. Söylentiyi de az buçuk biliyorlardı.

Kara Yaşar konuşmadı. Kimseye bakma­dan, elindeki boş mavzerle yürüdü, kapıdan çıkıp atına bin­di, fakat sürmedi; bekledi. Diğer on beş adam beş daki­kada hazırlandı. Atlanıp peşine takıldı. Reisi si­lahı ve atıyla öylece bırakmışlardı. Karşı tepeye vardıkla­rında, değirmenden yana tek bir silah sesi geldi. Başka zaman, bu ses onları sipere yatırırdı. Ama şimdi, arkalarına dönüp bakmadılar bile. Atlarını sür­meye devam ettiler.

 

Osman Kibar

GELİNLİK GİYEMEDEN ÖLEN FATMANUR’UN DESTÂNIDIR

 üç nisanda Hakk'a yürüdü Fatmanur

 

yüzünde nurlu izler vardı gökler billur

 

âh bilseniz nasıl sevinç doluydu o gün

 

sanki Allah'ın en güzel kuluydu o gün

 

ışıl ışıl bakardı çakır yeşildi gözleri

 

melekler tarafından sevildi gözleri

 

yazısı öyle yazılmış Kalem'le ezelden

 

Azrail güzelce can alırmış güzelden

 

âh ben dünyalara doyamadan gittim

 

anamı babamı hiç kıyamadan gittim

 

hoş bir hatıra bıraktım nişanlıma

 

bir veda selamı bırakıversin alnıma

 

tomurcuk açmış taze bir fidandım

 

nazlı mı nazlı sessiz bir figândım

 

müjdeci melekler göndermiş Rabbim

 

bir hayale doğru akıvermiş kalbim

 

genç yaşta böyle ölüm dilemedim

 

yazım ezelden böyleymiş bilemedim

 

yeni girmiştim daha yirmi bir yaşına

 

alıp da koydular beni musalla taşına

 

tabutum üstüne bir gelinlik serdiler

 

namazım kılarak helallik de verdiler

 

yenice açmış tomurcuk bir çiçektim

 

güllüğüm bilmeden nice güller ektim

 

teller duvaklar takınıp olamadım gelin

 

artık hatırladıkça siz mezarıma gelin

 

şimdi çokça üzülüp ağlama sen ana

 

hadi bir hatim indiriver nazlı kızına

 

baba sen de artık hoşça sabret dayan

 

cennet bahçesi önümde ayan beyan

 

bir haller oldu ecel şerbeti içiverdim

 

Allah aşkıyla kendimden geçiverdim

 

bildim gerçek aşk bu imiş ey yârenler

 

Allah deyip ol Güzel'e gönül verenler

 

âretim şimdi vakitsiz veda zamanıdır

 

dostlarımızın da bize vefa zamanıdır

 

hayırda hayır var hayır yokmuş şerde

 

ey âhiret yolcuları buluşuruz mahşerde

 

unuttuğum selam varsa siz söyleyiverin

 

olsun aleykümselam Fatmanur deyiverin

 

cennet süsleri verildi takılarım yerine

 

dediler cennette yer açın bu nazlı geline

 

ben razıydım Rabbim de benden razı oldu

 

kısacık ömrüm de böylece son buldu

 

çeyizim elişlerim benden hatıra kalsın

 

dünya dünya diyenler bundan ibret alsın

 

anam babam bir dediğimi iki etmezdi

 

günlerim az gelir gece bana yetmezdi

 

doğuştan güleçtim hep gülerdi yüzüm

 

boyum serviydi gözlerim iki üzüm

 

evet zamansız oldu göçtüm de gittim

 

bir tas ecel şerbetinden içtim de gittim

 

güllerin kaderi böyle erken solarmış

 

kabrine Muhammed gülleri dolarmış

 

anneciğim mezarıma bir gül dikiniz

 

komşular siz de hakkınızı helal ediniz

 

ölümden sonra huriler karşıladı beni

 

dediler Fatmanur Rabbin affeyledi seni

 

inşallah komşu olurum Fatma Anamıza

 

Allah zede getirmesin hiç imanımıza

 

şimdi ben nurlar ile güller içindeyim

 

tarif edilmez güzel haller içindeyim

 

bana yoldaş oldu okuduğum Yâsînler

 

okunan bu destan Fatmanur’un desinler

 

Yalnız Ozan duydu bu destanı düzdü

 

okuyup dinleyenleri yürekten üzdü

 

gelin ey âşıklar edelim güzel bir dua

 

Fatmanur Hanım'ın ruhuna el-Fâtiha

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler