Osman Kibar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

ADAMYER KÂMİL

Bir adamyer düşündüm ya da Adamyer düşündürdü beni yine ve dünyada düşünce adlı varlığın varlığından bile habersiz bir adam(ı) düşünmenin ağırlığı çömdü üzerime...

Gerçekte sıradan birisiydi, bilinen tek leşi vardı. Adamyerliği ise küçükken ısırdığı birkaç kol kulak burundan ibaretti (Lakabını sonradan edindi diyenler de görülmüştür). Çiroz Necmi’yle karşılaştırıldığında durgun görünüşlü denebilirdi. Anasının ilki olan Necibe’yle aynı mahallede otururdu. Ama Necibe’yle uzak yakın hiçbir ilişkisi olmamıştı. Kendisi ergenken Necibe artık enikonu koca dulkarıya dönmüştü, lakin cami mihrabını yerinde unutup gitmişti.

Adamyer ve düşünce denen şey ikisi bir arada durması imkansız iki varlık gibidir. Olsun, ben yine de -zaman zaman- onu düşünüp kendi yolunca anarım. Son gördüğümde elli üç yaşındaydı ve eşi tarafından terk edilelinin üzerinden sekiz ay geçmişti. Yüzüyle özdeş bıkkın, bezgin, itirazlı ve hayata muhalif ifade esnemeye yüztutmuşa benziyordu. Saçı başı giyimi bozuk yeniyetmelere seslenirken az biraz gülümsediği ve artık eskisi kadar sövmediği biliniyordu. Üzerinde boğazlı kazak arada balığa çıktığına, deri ceket ise şoförlüğüne işaretti. Tırtıl bıyık, kirli sakal, orta boylu, kalıp yapılı ve saçı dökük değil; sesinde gürleme yok. Bu adamda adı unutulmuş çocuk bir gönül olabilir. Yerini bulmamış hayat ve oturmamış bir zamanı yaşıyor...

Vaktiyle her tür naneyi yediği için nâmı naneyer olması gerekirken garip biçimde Adamyer’de sabitlenmiş bulunuyordu. Romanlarda görülen ve karnını gülücükle doyurduğu söylenen insan türüne bakıldığında, ilk elde Adamyer’in de adam yiyerek yaşadığı sanılırdı!

 *

Evet... şimdi gelelim Kâmil’in adamyerliğine. Gün geliyor Kâmil’i askere alıyorlar, gidiyor tabî, hani sıkıyorsa gitme diye bir söz vardır, bu söz gereğince alınmış oluyor.  Öyle bir söz var mıydı anlamlı bakışınızı görüyor ve takdir ediyorum, bilirsin ben işime gelmeyenleri de ıskalamam. Beklenen şeyleri o da yaşıyor, her vatan evladı gibi rrğatt zzrooll tüfek aass vs. sok çıkar türü işleri başarıyla yapabiliyor, kendisine sunulan ve acemiliğin sunduğu avantaj denilen nimetleri tepe tepe kullanıyor, yeri geldikte kerize yatıyor, puşt zulası hazırlıyor, hasta ayağına takılıyor, türlü dümen... haa birliği de tümen! Eğitimden yırtıyor ama nöbet... Bitmeyen bitirilemeyen nöbet görevi canına tak ediyor, ediyor etmesine de esaslı bir çözüm üretemiyor. Sol pezevenkler sol, saağ-a döön, uygun adıımm marrşş, her-şey va-tan çin falanlar, bol sulu çorbalar, kökübiryerde ıspanak, kurtlu bulgur, gazlı fasulye... Tabî kantine müşteri lazım, orayı da subaylar işletiyor, iyi dümen yani (birlik için tümen demiş miydim?) mıntıka temizliği, açaç geldiydi filan derken ille de nöbet... Üst üste yazılan saat başı tutulan sabahlatan uyku aratan hayalleri körelten zamanı dölleten nöbet! Olması kaçınılmazla karşılaşması çok sürmüyor. Günün -herhalde gecenin olacak- birinde elde dipçik sırtta tüfek boyunda çene uyuklarken kol gezen yüzbaşıya yakalanıyor, adam usulca yaklaşıp -nereden bulduysa- elindeki copla Kâmil’e vuruyor (Galiba yüzü olacak). Rütbesi yüzbaşı olduğu için yüzüne vurdu diyenler de olmuştur. Adamyer, toparlanıp bilinen nöbet tekmilini seslendirmek yerine, sazan gibi yüzbaşının üzerine atılıyor (Kedi gibi de sıçramış olabilir) kendi bir yanda tüfek öbür tarafta gözler faltaşı, dişler kıyır kıyır... Rütbeli kişinin halen cop tutan bileğini ısırıyor “At o copu elinden yoksa seni yerim ben bildiğin kâmillere benzemem lan” diyor. Adam yaka paça silkip ters yönlü bir kaçış tutturuyor. Bir yandan da kurtarın beni şu delinin elinden biçimli bağırdığını duyanlar oluyor, koşmanın sonlandığı yere varana dek ısırıklı sağ kolunu soluyla avuçluyor tabî, ardınca on tane kuduz aşısı yaptırıyor, göt göbek kevgire dönüyor.

-Sonra?

-Tutukluyorlar tabî, altı ay cezaevinde yatıyor, tezkeresi gecikiyor. Bu ilk girişi, ikinciye dönüşten epey sonra düşüyor.

-Pekii... Kafama takılan bir şey geçti, cop değil kırbaçtır o!

-Anlamadım, nasıl yani?

-Aynen şöyle: Yüzbaşı emirerinin görevini yerine getirip getirmediğini görmek istiyor, adamı kıvrılıp uyumuş halde buluyor, kırbacını adamın suratına indiriyor, adam ayağa kalkıp özür dileyeceğine subayın bacaklarına yapışıp at o kırbacı elinden yoksa seni yerim, diye bağırıyor.

-Eveet doğru ya, şimdi hatırladım, Kafka’dan bir bölüm bu.

-Doğru tahmin.

-Hay Allah... nasıl olur da benzerliği fark etmem, aptallığım tutmuş olmalı.

-Yook o kadar da değil.

-Bir sabah uyandığında kendini böcek olarak bulan adamın hikâyesiydi galiba, adı da değişimdi ya da dönüşüm.

-Die Verwandlung yani dönüşüm ama Değişim adıyla ve Vedat Günyol tarafından çevrilmiş; 1955.

-Evet ya... Nasıl da bilirsin böyle şeyleri.

-Ama o değil, In der Strafkolonie olacak, yani Ceza Sömürgesi.

-Eveet ilk baskılarda Ceza Kolonisi diye çevrilmişti.

-Aslı öyle zaten “Kolonide” gibi bir şey    

-Adamyer’in böyle büyük bir yazarın kişisiyle aynı özellik göstermesi müthiş!

-Öyle görünüyor.                                                             

-İnanması güç, acayip bi benzerlik...                                      

-Şimdilik eşteşlik diyelim. Adamyer’de intihal yeteneği var mı veya bu türlü temsil kimliği barındıran bir kapasiteden söz edebilir miyiz, birikim düzeyi nedir, acaba hikâyeyi okumuş mudur, günde beşyüz koyun ve iki kişioğlu yiyen Tepegöz’den falan haberi var mıdır?

-Yook daha neler, Adamyer’den konuşuyoruz, o hikâye nedir bilmez, dünyada hikâye diye bir olgunun varlığından bile habersizdir. Ama ve fakat kendisi bizzat hikâye kahramanıdır. Tepegöz olsa ortalıkta adam komaz tüketirdi. Yine de Yün Ali derler bir kasapla yakın arkadaştı, bir Yapağılı Kocası eksikti yâni.

-Sevdim adamı... Örnek bir türe benziyor.

-Evet, türünün son örneği. Biliyor musun Kafka denince hep Kafkas çağrışımı duyarım. Çerkez bir arkadaşım vardı Kafka, Kafkasyalı demek der adamı kavm-i necipten sayardı.

-Yamyamlık var mı sizinkinde?

-Yook canım daha neler...

-Peki nasıl oluyor da...

-Şöyle oluyor...

 *

Mahallemizde -ben çocukken tabî- Adamyer Kâmil derler emin sakin, esen tükel bir adam yaşardı. Kahve masası cazgırı Vefalı Vefa Efendi onun için şu mâniyi tekerlemişti:

 Etten kemikten mâmul

Her tırışkaya âmil

Ağyârına da şâmil

İşte Adamyer Kâmil

Babadan yetimdi ama başında anası vardı. Nedense onu -çok sonraları tabî- Yunan mitolojisindeki kendi kuyruğunu ısıran ejdere benzetirdim. Adamyer, paçamda bir şey mi var gibisi ikide bir ardına göz atarak yürürdü. Isıran bir gülümsemesi vardı. Yaklaşık tahmin ile kırklı yaş sürdüğü söylenebilirdi. Vaktiyle evlenip barklanmıştı. Şimdilerde kadın üç çocuğuyla baba yanında kalıyordu. Büyüğün liseye gittiği, küçük olan ikizlerin beş yaşına bastığı biliniyordu. Onunki geç bir evlilikti. Liseli, kadının ilk kocadan olma saz benizli mısır püskülü saçlı genç irisi etine dolgun adı da Suzan birisiydi. Kız feleğin çemberi falan demeyip geçmiş, kendine aynı sınıftan ama ayrı mahalleden Gamze adlı bir ayaktaş edinmiş ve yaşını başını almış bir dişçiye musallat olmuştu. Diş çekmeydi, dolguydu, bi daha gel falan derken orayı yol edinmişti. Âhir ömründe iki azgın tazeyi elinde buluveren adam, ardında gavur köyü yok ya kâm alalım naneli soluk koklayalım irilik dirilik görelim emelim gömelim biraz da biz ölelim anasını satîm yollu fikrini şaşıp şeytanın ters pabucuna uymuştu. İki ergen kısrak dört yanınca dönüp herifi evinden koparmış kendi de ipten kazıktan kurtulmuşa dönmüştü. Anne bağrına taş basıp âh etti Adamyer’e bir şeycikler duyurtmadı. İkinci bir cinayet daha işleyip mapuslarda çürüsün istemedi. Biriken meseleleri topladı kapıyı çarpıp baba evine gitti. İkizler anneden ayrılmayacak kadar küçüktü. Adamyer kendine kahretti anacağına sarıldı “Çamaşır bulaşık yine sana kaldı yürümüyor işte gene dikiş tutturamadım kabahat bende biliyôm söyle ana yoksa dünyanın işi mi böyle hadi ben kahveye çıkıyôm geç dönerim yok yemîcem tokum” dedi. İlk cinayeti gereksiz yere karıştığı bir sokak kavgasındaydı ve hapçılardan tekinin elindeki bıçağı kapıp rastgele saplamakla sonuçlanmıştı. Dört yıl kadar yatıp çıktı, afla tabî. Yeri geldikte atıp tutar masa veya dükkan önü arkadaşları da hadi yeme bizi gene der, o da bu da laf mı yâni ben adamı harbiden yerim diye karşılık verirdi. Onca sopa ve turşu yemişliği unutulup gel zaman git zaman adı adamyere çıktı. Öyle denmesini sevdi. Askerlik dönüşü yirmili yaşlarda edindiği takma adından memnundu. Duyan, onu bir tür kabadayı falan sanıyordu. Gittikçe ısındı ve enikonu -ama sıradan- kabalaştı. Kaş göz yarmalar kafa kol kırmalar kalp üzmeler yalan düzmeler küfür dizmeler bot görünümlü çizmeler... (Doğan görünümlü şahinlerin piyasaya avdet ettiği korkulu yıllardı). Bu yüzden evliliği gecikti. Kimse geleceği bugünü karışık bir herife kız vermek istemiyordu. Aksine aksi kendine gönül veren de çıkmadı. Eh zorla da güzellik olmuyordu. Bir ara bir düşmüş karıya takılır gibi oldu, yürümedi. Saymaya kalksa sırasını şaşıracağı türlü mesleğe başlayıp bitirmeden bıraktı. Yama çok büyüktü ve dikiş tutmuyordu. İki küçük kızkardeşini everip yeğenlerin dayı demeye başladığı günlerde bir pavyonda iş buldular. Adamyerlik değil parayerlik geçerli o mekanda da tutunamadı. En çok pezevenklere gıcık kapmıştı. Ardınca tek düzgün bildiği beceri olan şoförlükte karar kılacak ve bugünlere erecekti. Direksiyon başına geçtiğinin ertesi yıl Naciye’den söz edildi, üzümün çöpü armudun sapı demeyip sazanlama atladı. Kadın iyi aile kızıydı, namazında niyazında kıblebilir ama vaktiyle yanlış evlilik yapmış taze bir duldu. Elbette küçük sarı pürçekli kızına da babalık ederdi, daha insanlık ölmemişti. Evle birlikte işleri de yolunda gitmeye başladı. Yılı dolmadan dolmuşçu ortağı yapıldı. Gene o yıl bitmeden ebeler Naciye Hanım’ın kucağına kundaklanmış iki bebek uzatıverdi. Dünya tatlısı ikizlerin üçe bastığı günlerde Adamyer’in mayası hükmünü icra etmek üzre kabarmaya yüztuttu. Dışarıda yapıp ettiği yetmezmiş gibi evde de çilingir kurmaya yeltendi. Araya anası yanında hatırlı komşular girdi. Tatlı dille başlayıp ne halin varsa göresin şeytan azapta gerek bizden bu kadar diye söz bitirdiler. Üç güne kalmadan tövbekâr oldu. Bu arada sarı kız iyice serpilmiş, yol arşınlayan delikanlı sayısındaki artış göze batmaya başlamıştı. Adamyer’in ufak bir el temasıyla derhal toparlanıp yalnız sokak değil mahalleden dahi el etek çekildi. Naciye, artık olmaz iş işleyip türlü dümen çeviren sarı kızla ilgili bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Günlerce düşündü ve ıslah-ı nefs eylemiş kocasını korumayı seçti. İçine attı yutkundu kan kustu yüreğine ineyazdı... Adamının yaklaşan ikinci cinayetini önleyebilirdi. Bir gün düz lise ikiye giden ve adı suzan olduğu halde suzi dedirten birinci kocadan olma kendinden doğma kızını karşısına aldı, yirmi dakika dolmadan konuşma sona erdi. Saz benizli tavlı kısrak titremekten ağlamayı unutup buz kesen sırtında beliren müphem seğirmeler eşliğinde öyleyse hemen kaçalım diyebildi. Dişçiden sonra sıranın kendisine geleceğini anlaması için zeki olmasına gerek yoktu. Ve ikisi de Adamyer’i gerçekten sevdiğini o gün anladı. Onu korumak için evi terk ettiler. Adamyer karısını öyle seviyordu ki o gece fısıltıyla bile olsa gitme diyemedi. Soluna dönüp uyur gibi yaptı. Çok istemesine rağmen ancak beşinci gece ağlayabildi, yalnızdı.

 *

Bir gün...

Her mahallede görülen bilinen bir gün.

Yarı bıçkın, biraz kabadayı, hayatta dikiş tutturamamış, bir yönüyle saf kalpli, dolmuş şoförü, Naciye’nin ikinci kocası, ikizlerin babası, sarı kızın babalığı, cumalara gider, ramazan orucu tutar, ilkmektep mezunu, dericeketli, hafif göbekli, iki dul bir arada dede mirası evde anasıyla oturur, yeniden evlenme düşünmez, içkiye tövbeli, cigaraya alışkın, gülümseme öğrenmiş, emekliliğine iki yıl var bir adam iken... Sıkıştıran bir ağrı yüzünden ilk önce benzi attı, ağzı kurudu, yavaşça kalktı, pek iyi değilim dedi, masadakiler önemsemedi, eve gitti, anası başına ıslak bez tuttu, uzandığı koltukta bir ara kasılır gibi oldu, inledi, evi ikizlerin üzerine yaptır sana da Naciye baksın dedi, son bir yutkundu soluğunu veremeden öldü.

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

MATYASOĞLU SEYFEDDİN

17.04.08

(Büyük Usta’ya nazîre)

Vuruşmanın kızış ânında yan tepeden ‘yettim bre’ diye nâra atan kartal kanatlı bir akıncı belirdi. İnsan çığlığı, demir sesi, at kişnemeleri arasına yalınkılıç bir adam daldı... Abanî sarıklı, kurt yelesi saçlı, palabıyıklı, al cepkenli, sırma çakşırlıydı. Yoldaşları onu fark etmekte gecikmedi. Aralarına katılmasıyla da cenk alanı oyun yerine dönüverdi. Kılıç sallıyor, kalkan vuruyor, kargı saplıyordu. Bir ara atının terkisinden seslendi: Akın beyi kimdir? Zorlu bir kâfirle didişen yaşlı akıncı fırsat bulup Kurdoğlu’dur dedi. ‘Bu vuruşmanın yamanlığından anlaşılıyor’. Ardından, uzayan oyalanmasını bitirmek üzere titreten bir nâra daha koyverip ölümüne susamış iki şövalye kellesini yere serdi. Üç saat sonunda vuruşmanın seyri aşağı yukarı belli olmuştu. Sapa yer, kuytu bucak, açık yol gözeten kâfir dinli üzerine yapılacak son atağın vakti gelmişti. Omzuna gelen okla atın sağrısına yığılan kolbaşının akın yolunda hissedilen hafif bir dalgalanma ve çavuşların uyarısıyla bölüğün önüne geçti. Akın, aşağı bataklık kıyısında sona erdi. Kılıcın biçmediği, kargının ermediği yere ıslık çalan oklarıyla ulaştılar. Düşmanın alayları bozuldu, istavrozlu sancağı düştü, hurrâ sesleri kesildi. İkindi vakti girdiğinde sayım döküm yapıldı. Yetmiş üç gâzînin oruçlu olduklarını unutup ecel şerbetinden içiverdiği anlaşıldı. Küffâr bütün ağırlığıyla birlikte iki binden artık ceset bırakmıştı. Kalan sekiz yüz şaşkın kâfir yol bulup kurtulmak umuduyla bataklık içlerine sığınmıştı. Buyruk bekleyen kırk seçme akıncı, önlerine kattıkları leş düşkünü on parça domuz ardınca balçığa süzüldü. Uskok kırması ve Beç’in namlı piçlerinden olan kılavuz, yaratıklara olan güvenle önde gidiyordu. Bu kırk yiğit boğulmaktan kurtulan beş yüz kara dinli kâfiri tek tek avlayıp iki gün sonra beyin önüne duracaktı.

Atında dinlenen Kurdoğlu Ömer Bey dikkatini karşı tepeye verdi. Nerdeyse akın kolunun yarısı orada toplanmış, coşturan cenk türküleriyle kılıç şakırdatıyor... Sebebini çabuk öğrendi ve ‘Çok uzatmasınlar, ikindi gecikecek’ dedi. Hemen yedi tümsek üzerinde yedi ezan sesi yükseldi, namaz seferî kılındı. Ardınca bey akına sonradan katılan şu meşhur savaşçıyı görmek istedi. Haber ulaştığında akıncılar ‘Matyasoğlu... bre Matyasoğlu!’ diye nâra attı. Âdeti olmamasına rağmen, o da bu sevince mukabele etti. Adının övgü ile anılması, beyin takdiri, sunulan hediyeler, doyumluktan ayrılan yüklü pay... Hepsi birleşti ve Matyasoğlu’nun yüreğine kibir mührüyle yerleşti. Döndü övüldü, vardı övüldü, gitti övüldü, vurdu övüldü...

Hiç niyeti yokken ikinci bir evdeş aldı, çocuk sayısıyla gururlandı, mal mülk edindi, aşevi açtırdı, köprü kurdurdu, çeşme yaptırdı, ziyafetler verdi; aç doyurdu, yoksul donattı... Bir nam saldı kim, yedi düvele yayıldı, ama yetmedi daha çoğunu bekledi en iyi, en ünlü olmak istedi. Onun gibi kılıç sallayan, kargı saplayan, ok atan, at binen, kanat takan yoktu. Adı tâ Edirnelere ulaşmış İstanbullara varmıştı. Beylerbeyi, vezir-i âzam armağanı bir hilatı ona kendi eliyle giydirmişti.

Bir gün ortadan kayboldu; akındır, casusluktur, işine akıl ermez, Nemçeden kelle getirecekmiş dendi. Ama o kırk günden sonra, eli boş çıkageldi; kızgın, dalgın, daha hırçın gibiydi. Birkaç meraklı göz şakaklarındaki kırın arttığını konuştu. Dönüşünün ilk cuması, mescit kapısında hiç tanımadığı birine ‘Kimdir bu Deveci Baba, bilir misin?’ diye sordu. Haber adamın cevabından önce yayıldı.

Matyasoğlu Seyfeddin çoğa varmadı basit yol tedârikiyle evinden bir daha ayrıldı. Bütün şehir Demirci Dergâhı’na gideceğini duydu, hayır dualar edildi, selametler dilendi. Birkaç serhat kurdu sakal sıvazlayıp olacakları bilirmiş gibi gülümsedi.

Demirci Dergâhı, Zigetvar eteğine yakın yer tutmuş han bozması bir yerdi. Yetmişi bulmayan derviş kendi ekip biçmesi, az yiyip içmesi, çoğunu saçmasıyla tanınmıştı. Kale dizdarı dahi cuma akşamları bu ribata konuk gelir, hâfî zikre katılırdı. Deveci Baba yaşı henüz altmış üçü bulmuş Nakşî şeyhiydi. Kopup geldiği Taşeli’nde devecilik etmişti, soyu Horasan erenlerine giderdi. Sultan, Zigetvar’ın fethi için otağ kurduğunda ordu-yu humâyundaki üç yüz hâfızdan biri olarak hatme durmuş, gülbank çekmiş, zafer müyesser olunca da fetih selâsı için seçilmişti. Ölümü gizlenen padişahın cenazesine Belgrat’a kadar eşlik edilmiş, kendini ‘er kişi niyetine’ diyenlerden biri bulmuştu. Bu, yüz bin gaziyle uçlarda kılınan en kalabalık namaz olacaktı. O zaman artık buraya âit olduğunu anlamış, isteği sorulup niyetini gizlemeyince, dergâh yeri tımar olarak verilmişti.

Yedi iklim dört dolayın en iyi kılıç kullananı, en şaşmaz ok atanı, en delici kargı saplayanı olma yoluna baş koymuş Matyasoğlu dergâha büyük umutlarla geldi. Kendisini umduğu hale yükseltecek kişi Deveci Baba’dır denmesine rağmen, konuk olduğu mekânda bırakın kılıç kalkanı, bir demir kıymığı bile görünmüyordu. Sâkin bir gece sabahı, kuşluk vakti şeyhin odasına alındı. Selam ardınca yüzünde alaysı bir gülümseme belirdi. Baba, basit minder üstüne bardaş kurmuştu ve duvarda asılı tahta bir kılıç Matyasoğlu’na doğru bakıyordu. Hani, edebe aykırı düşmese geçen Belgrat ramazanında seyrettiği Karagöz kuklası mı diye sorardı. Düşüncesini yuttu ve isteğini söyledi. Deveci Baba çoktan nâmını duymuştu; elbette kendisiyle kılıç oynaşmak isterdi, sefâ gelmişti, hayırlı olsundu...

Geceyarısı olmaz vakitte uyandırıldı, pusat kuşanıp avluya indi. Dervişler halka olmuş bekliyordu. Çok geçmeden, Baba elde kılıç göründü, bismillah denilip karşılıklı hamle edildi. Sabah ezanı okunmaya durduğunda Matyasoğlu ilk belirtiyi hissetmekle şaşırdı: Yorulmuştu! İki kere yere yığıldı, bir hamle boğazını tırıs geçti; karnı, kolu, omzu ve bacağı kanadı. Neden sonra hiç çelik sürtünmesi duymadığını akıl etti; çerağların yakılmasıyla da aklını yağmaya verip fikrini şaştı... Deveci Baba’nın elindeki nesne, duvarda asılı gördüğü tahta kılıçtı! Dervişlerin ölçülü gülümsemesi altında ilk önce küçüldüğünü, sonra eridiğini hissetti. Tımarlı yaralarıyla yine bir kuşluk vakti şeyhle oturdular. Devam etmesi halinde uyacağı kurallar sıralandı. O günden başlayarak çilehâne benzeri bir odada inzivâya çekildi. Kırkıncı gün saatlerdir yanan mum seyreden sol gözüne bir örümcek gelip ağ döşedi. İki akrep avucundan yem gıdalandı. Bir yılanla aynı tastan çorba içti. Bir keresinde, duyduğu acı çığlık üzerine hücresinden seslendi. Dervişler, kucaklarında üç konak ötede uçuruma sarkmış buldukları yaralı bir geyik yavrusuyla döndü. Üç ay henüz dolmuştu ki, yine bir sabah alacasında ikinci kez meydana çağrıldı. Deveci Baba’nın tahta kılıcıyla vuruşmaya başladı. Son hamlede alışık olmadığı bir çıtırtı duyuldu, ses ardınca kırk derviş hû çekti. Şeyh ‘Nasibin tamam olmuştur’ demekle, tahta kılıçtaki çentiği gösterdi. Matyasoğlu’nun kalmaktaki ısrarı karşısında Deveci Baba, dilerse Pırnal Dede’ye gidebileceğini, kabul edilirse çırağı olabileceğini, silah ustalığında şahikalar tutabileceğini söyledi. ‘Bizim haddimiz budur. Sonrası Pırnal Dede’nin tasarrufundadır, uyanık olasız. Zora tâlip bâtıla gâliptir inşallah’ duasıyla onu selâmetledi.

Geyikli Baba torunlarındandır denen Pırnal Dede’nin Nemçe içinde kök saldığını öğrenmekle afallamıştı. Kendi gibilerin yalınkılıç, akın için dalabildiği küffâr yatağı o beldede oturmasını aklı almadı. Öğüt üzre gezgin dilenci kılığına bürünüp yola düştü. Araya sora herkesin garip, kimisinin deli saydığı kişiye ulaştı. En yakın Macar köyüne bir günlük uzaklıkta ve bir dağ yamacındaki barakayı bulmak zor oldu. Yoran son tırmanış ise, çiçek gibi döşenmiş bir vâdi içine oturmuş mimarlık harikası sâde bir külliyeyi önüne seriverdi. Çalı kaplı keçi yolundan yaklaştı. Küçük avluda iri güller arasında dolaşan yaban geyikleri ve birkaç vahşi dağ hayvanı seçiliyordu. Omzunu örten saçlı, ak sakallı pîr-i fânîyi görünce durakladı. Sindiği gür pırnal yığınları içinde bırakmayan bir merakla -doğruluğunu yanlışlığını düşünmeden- olanı seyretmeye başladı. Dede izlendiğinden habersiz gibiydi. Alçak taş duvar üzerine dizilmiş kabakları kılıcıyla ikiye biçiyordu. Sonra yüksek uçan kuş sürüsüne ok saldı, kuşun biri ayağına düştü. Ardından, mızrak savurduğu ağaç dalından kucak dolusu meyve döküldü... Matyasoğlu her şeyi çok yakından, gün ortası, apaçık görmüştü. Gözleri faltaşı gibi açılmış, yüreği küt küt, beyni allak bullak kıpırtısız kalakalmıştı. Tanık olduğu manzarada onu hareketsiz bırakan şey olanlar değil, olmayanlardı: Pırnal Dede’nin elinde kabakları biçerken kılıç yoktu; kuş vururken yay yoktu; ağaca fırlatırken mızrak yoktu! Matyasoğlu Pırnal Dede’nin çağıran işaretiyle kendine gelip barakaya doğru atıldı. Ancak bir yıl sonunda evine geri dönebildi.

Demirci Dergâhı’nda olanları bilmeyen kalmamıştı. Ama Matyasoğlu, Pırnal Dede’nin yanında aylar boyu ne yaptığını, ne geçtiğini kimseye anlatmadı. Durgun, doygun, içli, güleçyüzlü birisi haline gelmişti. Evi ve çoluğu çocuğundan pek ayrılmıyor, küçük çiftliğinde kabak ekiyor, gül yetiştiriyordu. Çiftliğin adı şimdiden kabakçıya çıkmıştı. Akın zamanı ise bazen birkaç gün kayboluyor, zafer müjdesi duyulmazdan önce şehre dönmüş oluyordu.

Matyasoğlu Seyfeddin son birkaç yıl diline hacca gitmeyi doladı. Sonunda mevsiminde Kâbe’de olmak üzere yola çıktı. Ana durak Edirne’de eski bir akın yoldaşına konuk indi. Akşam yemeğinden sonra şerbet ikrâmı için çekildikleri geniş sofada süren dost sohbeti koyulaşmaya yüz tuttu. Kendini yıllar öncenin zorlu bir savaş anısına kaptırmış arkadaşını dinleyen Matyasoğlu’nun gözü bir ânlığına karşı duvarda asılı bir şeye takıldı. Sözü bölmekten çekinmeyerek sordu: Şu nesne nedir? Ev sahibi gizleyemediği bir şaşkınlıkla bir duvara bir konuğa baktı ve şöyle dedi: Dostum, gerçekten başarmışsın. Bir kılıcı tanıyamaz ölçüde büyük usta olmuşsun...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

KOCA VEZİR

Yıldızların ufkî sonsuzlukta birbirine bakıp şakıdığı bir gece... Emirgân’da bir kır kahvesinde, denize ba­kan son masalardaki gölge kalabalığı şöyle bir depreşti. Bu hareketlilik, masa sakinleri için yeni bir tartışmanın başında olmak demekti.

Uzaktan bakıldığında masadaki insan yığınından biri­sinin elinde tuttuğu bir kağıtla diğerlerine bir şey söylediği­ -her ne ise- bunun kabul edildiği, okunan bir şeyin dinle­ndiği anlaşılabilirdi. Masaya yakın biri ise, heyecanlı bir hançereden çıkan, yapma bir heybet sezilen, ama iddia taşıdığı ke­sin şu sözleri duyardı:

Dîvânda yedi vezir başları önde, suskun, öylece son söylenecek sözü bekliyordu. Sonunda içlerinden yaşı yetmişi aşmış olanı, Padişahın bakışlarını üzerinde hissedip hafifçe doğruldu. Bir müsaade arar gibi Sultanın yüzüne bakmak istedi Umduğu izni o çehrede görünce, artık fazla beklemedi ve ‘Hünkârım’ diye söze başladı.

Bu hitapla, haşmetli vezirlerin hepsi medet bulmuşçasına, başlarını hep o yana çevirdi.

-...Hak yolda, şu kuşçuk canımızı dahi veririz. Nasıl irâde buyurursanız, bize öylece uymak düşer, siz ki Âl-i Osman Şâhısınız. Siz irâde eyleyin, bütün Nemçe’yi biz kulların heman Mülk-ü İslâma ilhak eyleriz.

               -Biz dahi öyle düşünürüz Lala...

-...

-Velâkin, tedbir nedir? Meşveretten maksadımız bu­dur.

-Hünkârım, Ordu-yu Hümâyun nevbahârda sefere çık­sa gerektir. Tedârik ve meşgaleye şimden geru başlansa evlâ­dır. Ferman Sultânımındır.

yleyse, tiz olmak tedbirdir. İrâdemiz odur ki, uçlarda edilen zulme gayri nihâyet verip dahi, küffâra baş eğdirmek ge­rektir, vesselâm...

-...

Etek öpüp bir bir huzurdan ayrılan vezirler, irâde olu­nan vazifeden hoşnut olarak, birbirlerine daha şimdiden şehâdet diledi.

O günün akşamı Koca Vezir son şerbetten sonra konukları uğurladı. Gecikmiş yatsı namazına durduğunda konak­ta uyanık kimse yok gibiydi. Hayli uzayan namazdan sonra kalktı, gümüş sürahiden bir maşrapa su içti. Sanki bu gecede bir başkalık vardı. Yatmaya hiç gönlü yoktu. Sonra yeniden seccâdesine dönmeye karar verdi, derin tevekküle dal­dı, epey iç geçirdi. Düşünceleri tâ çocukluğuna kadar gitti. Ö günlerden şimdiki ahvâline doğru kâh bo­yun bükerek, kâh tövbeler ederek tevekkül halini sürdürdü. Bir ara, dikkatinin dağılır gibi olduğu bir anda kalkıp abdest taze­ledi. Yeniden kıyam durup teheccüd namazına niyet etti. Sabah namazı vakti yaslandığı yün minderden gövdesini hafifçe kaldırdı. Artık eskisi kadar kâvi olmadığını düşün­dü. Yaşlı ve yorgun bedeni kendisine fazla ayak uyduramıyordu. Sabah namazına hazırlanmazdan önce âhir ömrü gözleri­nin önüne geliverdi. İbâdet ve taâtındaki kusurların bağışı için yeniden tövbeler etti. İkbâl nedir bilmeyen rûhu yaklaşan sa­bah seherinde zemzemle yıkanmış kadar tertemizdi. O, bütün bu ulvî hal içinde Rabbindan bütün samimiyetiyle şehâdet diledi.

Rabbisi katında bu dileği kabul görmüş olmalı ki, o gü­nün öğlen vakti cuma namazı sonrasında, meş’um ellerce kuşçuk canına kastedildi.

Küçük bir Rumeli kasabası olan Sokol’da doğmuş, nice çetin gazâ görmüş, nice umur yaşamış, ama mütevâzı kalabilmiş, tenez­zülden uzak Hak âşığı bu yaşlı zât payitahtta son nefesini ve­rirken, gönül huzuruyla Rabbisine koşmuştu. Yelkenleri atlas­tan, halatları ibrişimden nice gümüş kadırga onun rûhuylasüslenmiş olarak kudret buldu.

Semâya bir bakın, onu ve diğer şühedâyı bize selam yollar göreceksiniz. Kıvrık uçlu hançer tutan hâin bilekler, bu ulvî vecd karşısında sadece korkmuş olarak, sinsice bekleşiyor...

Okumayı bitiren delikanlı, soran gözlerle karşısında­kilere baktı. Hepsi derin bir hülyaya dalmış gibiydi.

-Ee, nasıl buldunuz?

-...

-Yâhu, biriniz bâri söylesin fikrini!

Olumlu, olumsuz mutlaka bir eleştiri sözü duymak isti­yordu. Üçü kız, yedi gençtiler. Bulundukları yerden bütün Boğaz görülebiliyordu. Bu donanma gecesinde ay da onla­ra eşlik etmekteydi. Hepsi Edebiyat Fakültesi öğrencisiydi. Yazar adını taktıkları ve az önce kendilerine bir hikâye okumuş olanı en yaşlılarıydı. Kumral, gür kaşlıydı; sakallı bir yüzü ve sıfır paça bulucini vardı. Üç kızdan biri onun sevgilisiydi. Lapiska saçlar, düzgün hatlı bir vücut ve Yazar’a sıkça hediye ettiği güzel dudaklara sahipti. Yine burası sık takıldıkları bir kır kahvesiydi. Sırf romantik olduğu için ve nostalji niyetine burayı seçmişlerdi. Diğer üç erkek ve iki kız, hergün sokaklarda görülen cinsten havâî, bohem tip­lerdi. Fakülte arkadaşları bu guruba Çılgınlar derdi.

Yaklaşan garson, masadaki gergin havayı böldü. Boş şişeleri topladı. Erkeklerden biri ‘Sen bize yeniden bira getir, gece uzayacağa benzer’ dedi. Bu, içlerinde Yazar’ı en çok eleştiren, kıskanan ço­cuktu. Entellektüel tavırları severdi. Hatta içiyormuş hava­sını verdiği bir piposu bile vardı. Çocuğun gidişinden sonra lafa girdi.

-Dostum, sen buna hikâye mi diyorsun?

-Ne o öyle, evliya menkıbesi gibi...

-İşlemişler oğlum seni...

-Süper nostalji... Okkalı tarihsel dürtülerin varmış Ya­zar Beyimiz!

-Yani, hiç hikâye görmesek yutturacaksın... Ne onlar be, Koca Vezir falan... Geçti o devirler koçum...

-Haksızlık etme Tayfun! Bu konu beni sardı.

Konuşan, diğer iki kızdan biri olan Dilekti.

‘Hayatım, eremediğin ete mundar deme’ diyerek, Aysun da Dilek’in tarafını tuttu. Yazar’ın sevgilisi Güntülü de Üzmeyin benim bitanemi bakîm’ sözüyle, havayı yumu­şatmayı denedi. Fakat tartışma açılmıştı bir kere. Şimdi sıra Servet’teydi.

-Ercü, günümüzü yaşamıyorsun sen. Son zamanlar­daki mistik eğilimlerin çok ilginç. Yüzyıl mı değiştirecek­sin ne! Zaten, kullandığın dil yeter ölçüde ipucunu veriyor. Vakânüvisleri de geçmişsin bu yazında!

-...

Bu dokunmalara Yazar sadece gülümsedi. Hepsinin konuşmasını bekliyordu. Yine bunlar beklediği tepkilerdi. Son delikanlı olan Ferhat, yarım birasını diktikten sonra ko­nuştu.

-Aslında fena değil... Kalite kokusu alıyorum. Ama Servet haklı; daha çağdaş olabilirdin. Ezilen insanımızı işle­yebilirdin. Ama tuttum bu öyküyü ben. Değişik bir havası var, hani mensûre mi ne derler eskiler, öyle bir şey işte. Gurur, büyüklük, görkem var anlattıklarında. Enterasan...

Ferhat, ezilen insanımız sözünü ederken, kendine yönelik pöf iğnelemesini duymazdan geldi (Pöfleyen Güntülü’ydü).

Tayfun başını Aysun’dan çekti.

-Laf bunlar laf... Ne yani, atlastan yelkenler, ibrişim kadırgalar?

-Hayır, gümüşten kadırgalar! (Yine Güntülü’ydü).

-Evet, her neyse. Destan mı yazıyorsun mübarek! Geçti bunlar oğlum.

-Dil bozuk dil... Söyle, bu kelimeleri kullanan var mı? Ulvî vecd diyorsun; ne demek bu ben bile anlamadım. Çağ­daş bir öztürkçeyle betimlesen ya...

Son konuşan Servet’ten sonra, Yazar nihayet cevapla­ma sırasının geldiğine kanaat getirdi. Doğrusu, bütün bu sözlere baştan beri iyi katlanmıştı.

-Evet arkadaşlar... Hepinizi dinledim. Haklı olduğu­nuz yerler var. Bu kısa bir yazı, tür kaygısı gütmedim. Siz kısa hikâye deyin. Bana uyar.Nostalji dediniz buna da âmenna! Sokulu ile aramızda asırlar var. Fakat hikâyemde olay yok! Ben size tarihi bir olay değil, insanı anlatıyorum. Sokullu’yu hissettiniz mi? Bunu vermek istiyorum ben. Gümüş sürahiden su içirtiyorum ona. Bunu anlayabiliyor musunuz? Ağdalı Osmanlıca kullanmışım; Osmanlıyı baş­ka neyle anlatabilirim ki? Servet, ulvî vecd yerine başka söz söylememi istiyor; Tanrı’ya yakınsal kendinden geçmişlik mi deseydim?

-...

Etkilenmişlerdi. Dilek, Servet’in yanından yavaşça sıyrıldı. Aysun sandalyesini masaya daha da yaklaştırdı. Di­ğerleri de toparlandı. Ercü’nün konuşmaları her zaman ilgi çekiciydi. Ercü de kendilerinden biriydi ama, bazen apayrı bir kişiliğe bürünebiliyordu. Farklı bir yapısı vardı. En son, ge­çenlerde aile şeceresi üzerinde çalışmıştı. Kendine yeni bir tarihi ve sosyal kimlik arama peşindeydi sanki. Koca Vezir yazdığı üçüncü tarihi yazıydı. Ercü yetenekliydi; istese, gazetelerin pazar eklerinde, iyi bir köşede deneme yazabi­lirdi. Ama o tercihini başka türlü yapmıştı. Arkadaşla­rı sabırlıydı; Ercü’nün bu hobiden de sıkılıp kendilerine -bo­hem, pahalı, aşklı hayata- döneceğini umuyordu.

Ercüment yarım saat daha konuştu. Arada yine sitemler, iğnelemeler yapıldı, gülüştüler. Garson iki kere daha servis yaptı. Aysun’la Güntülü, bira ve sıkı bulucinlerin zorlamasıyla tuvalete gidip geldi. Gece daha ağır hissedilir oldu, gitgide mehtap koyulaştı. Ercü sözü bağlamak istedi.

-Evet... Bu hikâyemde ben tarihimizi, özellikle Osmanlıyı reddeden veya müze olarak gören zihniyete isyan ediyorum. Resmî tarih tezini kabul etmiyorum. Yazılacak daha çok şey var. Üstün moral değerlerimizi işlemeye ve onlara ulaşmaya çalışıyorum. Arkası da gelecek...

-Tebrikleerr...

Hepsi Ercü’yü alkışladı.

-Bu yazımı da çıkacak ilk kitabıma alıyorum.

-İşte, bunu kutlamalıyız.

-Buna içilir!

İçtiler. İçmeleri, kutlamaları göstermelikti. Kopan bir-şeyler vardı. Köprülerin atılması uzak sayılmazdı. Geç va­kit, Servet’in son model bmw’sine doluşup dağıldılar. Güntülü serbest bir ailenin kızıydı; hele annesi çok anlayışlıydı. Ercü’yle ilişkisi için onay bile gerekmemişti. Pek çok kere olduğu gibi, o gece de Ercü­ment’in evinde sabahladı. Bu son tartışmadan sonra -istemese­ler de- hepsi Ercü hakkında bir durum değerlendirmesi yapma gereği duyacaktı.

Ercü’nün yazdığı denemeler ve özellikle son üç hikâye, res­men tutuculuk kokuyordu. Hatta, içlerinden birisi tarafın­dan Ömer Seyfettin’i taklit etmekle suçlanmıştı. Ercü’deki bu değişiklikler, edebî, tarihî tavrı ve geliş­tirmeye çalıştığı uslûp, hep o hinoğluhin Eşref’ten kaynak­lanmaktaydı. Hemşehri falan ayağıyla, zavallı Ercü’yü ka­faya almış, tavlamış, alenen çengel atmıştı. Yakın bir ge­lecekte Ercü de onlardan olursa, şaşılmamalıydı. Ama, işte bu haltı biraz zor yerdi o Köftehor Eşref! Çünkü, Güntülü vardı. Üç yıldır süren bu uzatmalı aşkta, ipler hep Güntülü’deydi. Ercü’nün ona olan zaafı korkunçtu ‘öl de­se ölürüm’ cinsindendi. Eşref adlı mürtecinin verdiği dinî, millî vaazlar şimdiye kadar Ercü’yü bu aşktan soğutamamıştı. İşte bu, iyiye işaretti. Güntülü, hâlâ dilediğinde onun be­kâr evindeydi; bu, Ercü kontrol altında demekti!

Ama bütün bu temenniler, kontrol mekanizmaları havada kaldı, hiç arzu edilmeyen o korkunç şey -maalesef- gerçekleşti. Eşref denilen sarkık bıyıklı, kartal bakışlı, köylü tavırlı o hayalperest çocuk, Ercü’yü onlardan sessizce çalıverdi. Bu korkunç âkıbeti ne o entel çevre ne tatlı mazi ne de Güntülü’nün dişiliği engelleyemedi.

Ercü sanki sırrolup kendini bir yerlere kapamıştı. Ardından ‘şöyleydi böyleydi’ lafları ve bildik küfürler edil­di. Yeri dolmaz acı kayıp sîneye çekildi. Gerçi son bir umutları daha vardı: Ercü’nün hayat tarzı. Kafası değişmesine rağmen, ya­şama biçimi aynen devam etmekteydi. Yani, yine on­lardan sayılabilirdi. Ama, bir kere aforoz edilmişti, dönüş yoktu. Nihayet, bu son umut da yok oldu: Bir gün Ercü’nün İstanbul’un büyük camilerinden birinde ibadet maksatlı ola­rak bulunduğunun öğrenilmesi, grupta ‘son umudun da yok olduğu’ şeklinde yorumlandı.

Grupta Ercü’yü gündeminden hemence silemeyen bir Güntülü kaldı. Terkedilmişliği asla gururuna yediremedi. İçtiği sek viskiler de onu teskin etmedi. Ercü’den inti­kam almak ve nispet için sıkça değiştirdiği yeni ve daha çağ­daş sevgililer edindi.

 Osman Kibar

 

EDEP YÂ HÛ

Bu dua eskiden medrese girişlerinde mutlaka bulunurmuş. Bugün için aynı kurumun karşılığı/benzeri/rakibi olarak dayatılmış kurumun kapı vb. yerlerinde ne/ler yazdığı artık -bırakın incelemeyi- merak konusu bile değildir; kâle alan da yok.

Edeb’i bi yerlerden tanır gibiyiz ama daha çok edepsiz derken kullanmış oluyoruz. Edep dileyip tavsiye veren sözlerimiz öyle az ki... “yâ” derken Türkçe ey demiş oluyoruz, Yâ Hû ise çok yaygın. İstanbul ağzında (ki TT yazı dilidir) ve Türkiye’nin batı bölgelerinde bol görebilirsiniz. “yâhu, yâwu, yâw, yâ; beyâw, beyâ” çok yaygın bir kullanıma sahip, öyle ki bazı şehirlerde kullanım yoğunluğuna bakılarak “filanca şehrin kedileri bile beyâw diye miyavlarmış” denmektedir.

“Ey Allah’ım edep ver” demek olan bu sözün sosyal karşılığı nedir dendikte yukarıdakiler ve aşağıdaki gibi birkaç şey daha söylenebilir.

Edebiyatın edeb’ten müştak olmaklığına bakılarak kalem erbabının da sıkça bu duada bulunduğu kanaati -ne yazık- hiç de gerçekçi değildir. Habib-i edib olan Allah Rasulü “Beni Rabbim terbiye etti” derken ne çok şey söylemiş oluyor; anlamak gerek. Arapçada basitçe yemek/sofra görgüsü bildiren edeb, ıstılah anlamlı olarak sözde ve yazıda edep kılığında geniş, derin, engin bir dünyanın terim adı oluvermiştir. Bu dünya bize şiirler söylüyor, hikaye dinletiyor, masallar anlatıyor; cümle ve mısralardan örülmüş nice oya, dantel, kanaviçe güzelliği sunuyor.

Edebiyat söz ve yazıyla bedizetilmiş bir alemin seçkin ve üstün eserleriyle hemhal olma durumudur. Bitmez tükenmez bir hazine olan dilin imkanlarıyla hüsn-ü mutlaka aralanan kapıdır. Bu arada insan -zaaflarıyla var olduğu için olsa gerek- hüsn-ü mecazla oyalanmadan da edemez; buna aşk-ı mecaz diyenler de çıkmıştır. Bizim -âcizâne- “yansıma aşk” şeklinde anlamak istediğimiz bu meşgale aşk-ı mutlak’a giden yolda ille de eğlenilmesi gerekli bir duraktır. Edip ve şairler işte bu kutlu yolculuğun hikayesini anlatan kişiler olarak temayüz etmiş bulunuyor; mecazlar, teşbih ve telmihler hep bu gayretin kimyasındandır. Aşkı hedeflemeyen söz veya yazı faaliyeti edebi bir değer ifade etmeyecektir. Etmediğini görmek için bazı varakalara bakıvermek yeterlidir. Seçkinlik ve üstünlük salt dünyevi olursa mahkum bir iddiadır ama iş edebiyata gelince olmazsa olmaz iki umde halinde ufuk açıcıdır. Seçkin düşünce ve üstün söyleyiş kalem erbabının âmentüsü gibidir.

Edibin söz ülkesinin sultanı olmak diye bir hedefi vardır. Daha iyi ve güzeli ifade konusunda rakip tanımaz ve küstahlık derecesinde edebi tavır sahibidir. Bunun izahı basitçe “daha güzeli nasıl yazılır, daha iyisini ben yazdım” şeklinde yapılabilir. Bu durum akla zincirleme reaksiyonu getirir ve gerçekten de öyledir; ama eskiler böylesi uzun tarif yerine buna “nazire” demiştir. Nazire, edebiyatın hızı, nabzı ve kabzı’dır (alıcı). Edibi, müddei ‘iddia sahibi) haline getiren şey naziredir. İlk’in (telif) değeri elbette küçümsenemez ve hakkını teslim gerekir fakat nazire/ler olmasaydı müellif-i evvelin çağlar ötesine hitap edemezdi. Bu noktada benzer bir mekanizmayı anmadan geçmek olmaz: Telif ve tercüme.

“Öyle telif vardır tercüme hissi verir, öyle tercüme vardır telif sanırsınız” diyen edebi kişilik bu işin poetikasını da ortaya koymuş bulunuyor. Bu durum nazire için de geçerlidir; nice nazire telifin önüne geçmiş, onu aşmıştır. Bu vadide Ahmedi Dâî’nin eserine nazire yazılan Vesiletü’n-Necât (kurtuluş reçetesi) ve Nizâmî’nin mesnevisine nazire Leylî vü Mecnûn’u anmamız yeterlidir. Süleyman Çelebi ve Fuzûlî, nazirenin ne olması ve nasıl olması gerektiğini bize göstermiş bulunuyor.

Bilvesile, günümüzde niye nazire üretilmediği ve nazire geleneğine ne olduğunu sormazdan önce nazirenin sözlük anlamını dahi bilmeyen kişiciklerin varlığına dikkat çekilmelidir. Piyasa malı, amatör işi, heves kârı, sahte şöhret ve uçucu mürekkeple yazılmış gibi duran mısra zavallısı, cümle müsvettesiyle ortaya konan şeyin adı elbette edebiyat olmayacaktır.

Osman Kibar

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

İKİ MEZARLI ÖLÜ

-Mîrim, duydunuz mu, İzzet Hulûsî Bey de tevkîf edilmiş.

-Evet, haberimiz oldu. Allah yardımcısı olsun.

-Olsun da Mustâ Efendi, bu işin sonu...

-Kader dostum, kader... Tevekkülden başka silahımız yok.

-Tevekkül ne zamandan beri silah oldu?

-Biz tevekkül diyeliden beri.

-!

Mustâ Kâzım Efendi, kendi gibi yaşlı, güngörmüş, âlim bir zât olan dostunun hayretiyle ilgilenmedi. Bazı insanlar mutlak bitiş sonrası bile, umutsuz bir çâre arayışına girerdi. Memduh İhsan da bunlardandı. Belki de kabullenemiyor, hâlâ izlenecek yol, yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanıyordu; inanmak istiyordu. Kendini ilme adamış, münevver ve hassas birisiydi. Kendinden ve kendine yapılacaklardan çok, olan ve olacaklarla ilgiliydi. Daha ne ve neler olabilecekse... Mustâ Kâzım Efendi, bir ân ona benzemeyi istedi.

İşte, kaç gün oluyor, İstanbul kanlı cendereye dönmüş, malzemesi insan olan bir yumağı sıktıkça sıkıyordu. İfâde diye çağırılanlardan bir daha haber alınamıyor, mahkemeye çıkanların boynuna hürriyet kordelası bağlanıyordu. Daha tetik duranlar kaçıp saklanmış, izlerini kaybettirmişti. Küçük mahalle câmisi dışında cenâze namazına yasak getirilmiş, uzak akrabalar bile mezarlığa sokulmuyordu. Cuma kılmaya yeter cemaât bulunamıyordu. Bazı kafalarla birlikte maaşlar da kesilmişti. Çoğu müderris yaklaşan ramazanda fırınlarda gececi hamurkâr olarak iş bakıyordu. Çoluk çocuk akraba evlerinde sığıntıydı. Bunlar yetmezmiş gibi, adı şimdiden karaya çıkmış bir kış adım adım yaklaşıyordu. Kimse mangal üfürmenin kaça patlayacağını kestiremiyordu; belki de hiç tütmeyecekti. Ocaklar söndükten âr, hayâ ve şeref pây-i mâl olduktan sonra bir iki mangalın hesabı yapılmazdı. Herkes sıranın ne zaman kendine geleceğini bekliyordu. Bu menfur bekleyiş fazla gecikmiyor, bir sabaha karşı kapılar dipçik darbeleriyle sarsılıyordu.

Sabır, ne zamandır sığınak olmaktan çıkmıştı. Çatlamadık yeri kalmamış taşlar, paramparça halleriyle tozdan bir sis olarak bütün şehri örtmüştü. Bu habis şalı delip geçemeyen ışık huzmeleri sızacak yer bulamayıp karanlığı daha da arttırmak üzere güneşe geri dönüyordu. Bu arada gözler, yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlamıştı. Karanlığın artık kararlı olduğu anlaşılmış, gözler de bunu kabullenmişti. Bu puslu hava ve loş şehirde bitkin, çâresiz yüzler, dikliğini kaybetmiş omuzlar, sürüyen adımlar ve edeceği duâları tüketmiş, kıpırtısız, yumuk dudaklar sahipsiz birer gölge gibi dolaşıyordu. Mânâsından uzaklaşmış akl-ı selîm, olana bir ad koymakta zorlanıyordu. İtiraz kurumunun kapısı ağ bağlamış, geleni gideni kalmamış, bomboş bekliyordu. ‘Korkma, Allah bizimledir’ diyen ses kendine muhâtap arıyor, muhtemel muhâtaplar sığınacak bir in dahi bulamıyor...

Mustâ Kâzım Efendi ‘Bu böyle gitmeyecek’ dedi. Artık buralar duracak yer hükmünden çıkmıştı. Şartlar tamam oldukta, hicret müyesserdir... Karşı koyacak ne güç vardı ne de niyet. O halde, kaçıp saklanmak ve gününü beklemek; düzeleceğini ummak üzere beklemek; beklerken de güvende bulunmaktan başka çıkar yol yoktu. Böyle düşünen bir kendisi değildi; nice yakın dostu ısmarlama bir vedâ ile ücrâ yerlere çekilip gitmişti. Kaçmak, artık ayıp sayılmaktan çıkmıştı. Becerebilenler için ‘kurtuldu’ deniyordu. Duyulanlar doğruysa -ki hiç şüphesi yoktu- Âtıf Efendi îdam edilmiş, Âkif Bey Mısır’a sığınmıştı. Gelen diğer dost haberleri de bunu aratmayan birer fâciaydı. Tahammül mülküne Hulâgu Han saldırmış, bülbül sürüsüne şahin dalmış gibi, dört yan feryât halindeydi.

İlk önce birkaç yakın dostuna açtı, sonra evdekilere söyledi. Gizli hazırlık ve gerekli tedârik çabuk bitti. Bandırma yolu açık, deniyordu. İşin ucu üç beş mecidîyede bitiyordu. Celep kılığına bürünmek zor olmadı. Kadınlar yeldirmelerini atıp yaşmak örtündü. Büyük oğlan güvenilir bir kavafa emânet edildi. Yan komşularla vedâlaşmadan, sabah alacasında iskeleye vardılar. Serhoş memurlar, bu basit yolcu kafilesiyle ilgilenmedi. Hergün yüzlercesini gördükleri bir manzaraydı. Gemi yolculuğu sâkin geçti. Çıkındakileri yiyip tütün balyaları üzerinde yattılar.

Rıhtıma çıktıklarında, ikindi ezanları okunmaya durdu. Mustâ Kâzım Efendi ‘Buna da şükür, ezan sesi bâri duyabiliyoruz’ dedi. Ama ardından, bunun da uzun sürmeyeceği yollu bir ürperişle içi cız etti. Zorlu bir pazarlık sonrası bir yaylıyla anlaştı. Başka zaman olsa, bir çeyreğe bitecek Biga yolculuğu tam üç altına patlamıştı. Gönen’e yaklaştıklarında çeteler yol kesti. Yolcunun boş adam olmadığını anlayan çetebaşı, el öpüp yanlarına iki üç adam katıp Ulukır’a kadar selametledi. Kısmen sâkin bir Biga ile karşılaşmak hepsini rahatlattı. Daha İstanbul’dayken işitilen bir söylentinin doğruluğunu öğrenmekle, yeniden sarsıldı; Ahmet Bey’in şehâdetinin üzerinden -neredeyse- üç yıl geçmişti.

Baba dostu bir değirmencinin evine indiler. Yaşlı dost, ertesi gün Kazmalı’ya dönecek bir manda arabası olduğunu söylüyor, bir yandan da ‘Burada kal, kiralık uygun bir ev bakalım’ diyordu. Daha ilk gün Biga’nın da Mustâ Kâzım Efendi için yeterince güvenli olmadığı anlaşıldı. Rüzgârın ne yönden estiği belliydi. Ata ocağı dağ köyünde belki de unutulur, izi sürülmezdi. Şehrin henüz durulmamış, kaynayan bir kazanı andıran istikrarsız havası hiç de iyi şeylere gebe değildi.

Un çuvallarını öne yığıp arkada yolculara yer açıldı. Fakat, kutsal emânetmiş gibi yanlarından ayırmadıkları bir sandığı kaldırıp yerleştirmekte zorlandılar. İçinde ne olduğunu soran adamı, Mustâ Kâzım Efendi ‘Hiç işte... Öte beri’ diye savdı. Arabacı sözünü bilmez cinstendi; köylüsü olduğu unutulmuş bir efendiyle nasıl konuşacağını bilmiyordu. ‘Gâvur ölüsü gibi mübârek’ diye takıldı. Mustâ Kâzım Efendi’nin içi bir daha cız etti. Mırıldayan bir sesle ‘Müslüman cenâzesi oğlum, müslüman’ dedi. Adam baltayı taşa vurduğunu anlayıp bir şeyler geveledi.

Kaldırımbaşı alçağı şimdiden balçığa dönmüştü. Hamidîye, Pekmezli ve Karantı’yı geçip Kozçeşme’ye vardılar. Ne yolcular ne de mandalarda güç kalmıştı. Akşam ezanıyla teyze oğlunun tokat kapısına dayandılar. Karşılarında İstanbullu Efendi Amcaları ve âilesini gören yeğenler, onları koyacak yer bulamadı. Evin gelini pek hamarat bir şeydi. Yarım saat geçmeden tarhana, koyultmaç, pekmez ve somun ekmekli mükellef bir sofra kuruldu.

Arabacı, bacanağında kalacağını söyleyip ayrılmıştı. Artık acele etmiyorlardı. Tâkip, tevkif endişesinden kurtulmuşlardı. Yarın öğlen çıkıp ikindide Kazmalı’ya ulaşırlardı.         

Kendileri varmazdan önce haberleri gelmişti. Yıllardır boş duran ev, akraba gelin ve kızların becerisiyle şimdiden onları yıllarca ağırlamaya hazırdı. İrice bir koç kesilip bulgur kazanları kaynatılmıştı. Yolcuların inmesiyle, genç imam şükür duâsına el açtı, herkes ‘âmin’ dedi. Mustâ Kâzım Efendi ise ‘Bunlar ahvâli bilmiyor. Beni burada durduk yere meşhur edip mahvıma sebep olacaklar’ diye iç geçirdi. Ama, bu samimî, candan akrabalara kızamadı. Her şeyi her zaman ve her yerde açıklamak uygun düşmezdi. Herkes kaderini yaşıyordu. ‘Demek, irşat vazifemiz daha bitmemiş’ dedi.

İki delikanlının el attığı sandık, düşünülmüş bir özenle içeri taşındı. Etraf ‘hoş geldin’le ilgilenirken, Mustâ Kâzım Efendi yan odada bekleyen sandığa gitti, besmeleyle açtı ve sevinçle hiçbirinin zedelenmediğini gördü. Evet, kitapları da en az kendileri kadar güvendeydi!

*

İki yıl dolmadan kötülüğün eli sığındığı bu köye de ulaştı... Suç delili olarak aranan kitapları bulamadılar ama, o yine de karakola düşmekten kurtulamadı. Haftalar sonra bırakıldığında, bir enkâz yığını halindeydi. Evet, bir insan enkâzı...

İşkencenin izi aylarca gitmedi. Sonunda o da câmiye gidemez, helâya çıkamaz oldu. Ziyaretçileriyle topluca görüşüp öğütler veriyor, sözünü ‘Bu da geçer yâhu’ diye bitiriyordu. Yalnız görüştüğü bir tek kişi vardı: Aşağı mahalleden kardeş çocuğu Fevzî. Onunlayken, saatlerce konuşuyor, içeri kimseyi sokmuyordu. Fevzî her ayrılışta ağlıyor, kimseye bir şey demeden dağdaki ağılın yolunu tutuyordu.

Son görüşmede Fevzî daha yeni girmişken, telaşla dışarı koştu. Ev halkıyla birlikte ziyâret için bekleyenler de odaya doluştu. Hasta, emâneti teslime hazır bir sükûnetle helâllık diledi, salavat getirdi. Son mırıltısını anlayamadılar. Terekesinden de bir şey çıkmadı.

Üç gün sonra Mustâ Kâzım Efendi’nin yanında bir mezar daha belirdi. Fakat köyde yeni mezara konacak cenâze yoktu. Pek konuşkan olmayan bir çoban ağıldan inmiş, burayı kazmış ve içine tabuttan küçük, içi kitap dolu bir sandık uzatmıştı. Çoban Fevzî, işi bittikten sonra üşenmeyip yeni mezar üstüne bir de fâtiha okudu.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

FİLEK KALESİ

Köse Kadı’nın habercisi kaleye alındığında, henüz gün yeni ağarmıştı. Mescidten dağılanlar onu farketmedi bile. Bir ânda kale sâkinlerinden biri oluvermişti. Hiç de konuğa benzemiyordu; pek gençti. Tırtıl sakalı, yüzüne iğretilikten öte bir çirkinlık veriyordu. Dilenci olacak yaşta da değildi. Bu haliyle, hem de bu vakit, aklı başında hiçbir muhafız onu kaleye sokmazdı. Bu genç Çingenenin böyle bir kaleye girmesi ve ortalıkta dolaşıyor olması şaşılacak şeydi.

Bütün gece dörtnal tepmişti. Kapıüstü nöbetçisine ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormuştu. ‘Böyle soru soran biri çıktığında, hemen bana getireceksiniz’ uyarısını bilen nöbetçi, doğruca alt taşlıktakı çavuşa koşmuştu. Çavuşun ‘Açın’ buyruğuyla, atlı içeri alınmıştı. Yine aklı başında olan hiç kimse ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormazdı. Türkü, Macarı, Uskoku, Çingenesi... yetmiş iki millet buranın Kara Kale olduğunu bilirdi.

Genç Çingene doğruca ahırlara gitmişti. Atıyla gereğinden fazla meşguldü. Bilerek işini uzattı ve birden karar değiştirdi. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi, telaşla atına binip muhafızların şaşkın bakışlarına aldırmadan kaleyi terketti. Geldiğinin aksi bir yöne gidiyordu. Dikkâtli bir göz, oturduğu eyerin kaleye girdiğindeki olmadığını da anlayabilirdi. Eski yağlı eyer, kapıaltındaki yemliğin altına rastgele bırakılmıştı.

Kurt İne Bey’e haber ulaştığında, ulak çoktan kaleyi terketmiş bulunuyordu. Çavuş biraz sonra unutulmuş bir eyer olup olmadığını anlamak üzere ahıra döndü. Bulduğu eyeri Kale Beyi’ne teslim etti. Olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Emir kuluna sormak değil, uymak düşer, düsturundan haberliydi. Bu anlamsız hadiseyi hemen unuttu. Bey kısmının işine akıl ermezdi. Nöbet değişimine nezâret etmek üzere tabur binasına yürüdü.

Kurt İne Bey, eyerin işlemeli kısmındaki kopçaları acele etmeden söktü. Kamasıyla deride dar bir çentik açtı. Keçenin içinde kıvrılıp yatmış kağıdı çıkardı. Serpilmiş sabah ışığında okumaya doğruldu. Bir sürü karmaşık, anlamsız Macarca kelime yanyana, alt üst sıralanmıştı. İne Bey, dâima kilitli duran kutudan çıkardığı bir cifir defterine bakarak, metni çözmeye başladı. Beş dakika sonra, elinde şöyle bir yazı vardı: ‘Eflika için vakit tamamdır. Demirtaş yakında intikâl edecek. Onun teklifi tatbik olunacak. Şarap yortuda rahat içilir. Ayyaşlara şarap vermeyiniz. Güvercin yenidır. Tedbirsiz olmayıp tek durasız. M.M. sizi orada bulacak’.

Bey, beklediği haberi almaktan sevinçliydi. Ama mektup mûtad dışı ve gereğinden fazla açıktı! Bunu tedbirsizlik saydı. Sonra, bu teşhisinden utandı. Mektup tabiî ki, karşı tarafın eline geçme ihtimâline göre yazılmıştı ve içinde bizim bilmelerini istediklerimiz vardı.

‘Hedef: Eflika’ denmişti; bunun ‘Filek’ olduğu anlaşılıyordu. Arapça harflerle Macarca kaleme alınmış bu garip mektup, Türkün Avrupa’da uyguladığı şifreli yazışma usulüydü. Bir de Edirneli âlim bir efendinin Balıbilen* adı verilmiş elifbâsı bu hizmete katılınca, Türkün şifresini çözmek, zordan öte imkânsız olmuştu.

Genç kale beyi kılavuz kıtapçığa bakarak çözdüğü metni bir daha okudu. Eflika... Bu kelime ‘f, l, k’ ünsüzleri üzerine kuruluydu. Bu da Filek teşhisi için yeterliydi. Eflika ve Filek zıt yönlerde iki kaleydi. Sokollu yeğeni Demirtaş Hüseyin’le temas kolaydı. Şu sıralar Belgrat’taydı ve iki üç güne kadar gelmesi beklenebilirdi. Benzer bir tâlimâtın ona da ulaştığı muhakkaktı. Teklifi ise, geldiğinde öğrenilecekti. Saldırı Yortu gecesi olacaktı. Şarapçının kazanıldığı îma ediliyordu. ‘Ayyaşlara şarap vermemek’... Bu, tutsak alınmayacak demekti! Marthali Matyas (M.M.)** ile buluşmak ise, bir muammâydı. Çingene kılığındaki Türk casusu yeniydi; haberleşme usulünün bunun için değiştirildiği ve bu basit yolun seçildiği anlaşılıyordu.

İki gün sonra Demirtaş Hüseyin Bey, Kara Kaleye ulaştı. İne Bey’­le uzun bir görüşmeye oturdular. Tedârike hemen başlandı. Yanındaki dokuz akıncıya ek olarak otuz seçme yiğit daha gerekliydi. Sayı mutlaka kırkla sınırlı kalmalıydı. Demirtaş Bey çeri içine sokuldu. Günlerce onlarla yedi içti, ardından İne Bey’e seçtiği yiğitlerin adları yazılı bir pusula verdi.

Angaryaya koşulan tâbî Macarlar günlerce, hepsi aynı ölçüde bir sürü ince ve hafıf ağaç dalı kesti. Bazı şakacı gâzîler, Macarlara ‘Kalenin üstüne çatı yapılacağını’ söyleyerek eğleniyordu. Belli mi olurdu, Türkün işine akıl sır ermezdi... Ağzı biraz daha gevşek birkaç gâzî ise, Eflika üzerine bir akından söz edip kuşatma olacağını sağda solda konuştu. Meraklı dinleyicilerine, kendilerinin sırf bu iş için seçildiklerini kabara kabara ağızlarından kaçırdılar. Bu kaledeki Macar kardeşlerinden niye saklasınlardı, bu iş en yakın yortu gecesi olacaktı. Hem, kale Türkün olunca, oradaki akrabalarına gidip gelmek de kolaylaşacaktı!

Casus Macarlar Türkün aptallığına şaşıyordu. Doğrusu, bu kadar açıktan faâliyet göstermeleri tecrübelerine tersti. Ama, kaleye yığılan askeri görünce, inanmaya başladılar. Kaleden çıkan öncü müfrezeler Eflika önüne karakol bile kurmuştu. Bütün asker ‘Eflika bizim olacak’ diye nâra atıyordu. Eflika’ya  nerdeyse hergün düzenli bilgi vermeye başladılar.

Eflikadakiler hazırdı, bütün tedbir alınmıştı. Kale bir yıl bile dayanabilirdi. Asla su ve yiyecek sıkıntısı çekilmeyecekti. Bütun silahlar yenilenmiş ve kale takviye edilmişti. Tam on iki bin asker, iki bin şövalye besliyorlardı. Çetin bir kuşatmaya hazırlandılar. Bu, pahalı bir tedbirdi.

 

*

Demirtaş Bey’in seçtiği adamlar gâyet çelimsiz şeylerdi. Âdaba aykırı düşmese, İne Bey ‘Hep kendine benzer adamlar bulmuşsun’ derdi. Ama bu boş birisi değildi. Hem, Kadı’nın kesin tâlimâtı vardı. Onun için Demirtaş Bey’in bir dediği iki edilmedi.

Bu kırk kişi çok garip bir tâlim biçimi uyguluyordu. Kale halkı tarafından alaya bile alındılar. Herkes savaşa hazırlanırken, onlar kaleye yakın bir ormanda garip faâliyetlerine devam etti. Yaptıkları gâyet basitti: Kırk kişiden herkesin bir ağacı vardı ve bütün gün bu ağaçlara çıkıp iniyorlardı. Sonraları bu işi basit halatlarla yapmaya başladılar. Bu, daha da garipti. Ama, son on gündür bunu da bırakmış, ulu bir sedir ağacı bulmuş, boyu nerdeyse elli arşını geçen ipten bir merdiven atmış, durmadan bunun üzerinde mekik dokuyorlardı. Gitgide bu âletin boyu uzadı. Orta kısma geldiklerinde, ağırlıktan esneyen basamak, yere yirmi arşın kadar yaklaşıyordu. Günlerce bu tâlimi de sürdürdüler. Tâbî Macarların alaycı bakışları, Eflika yolcusu gâzîlerin hakîr alaylarına rağmen, bu kırk kişi inatla işlerine sarıldı. En çok da akına katılamayacaklarına yanıyorlardı!

Kaledeki angarya ve hengâme olanca hızıyla sürerken, Aziz Hristos Yortusu da gelip kapıya dayandı. Türkler, Kara Kale’den -hem de gündüz gözü- taşraya asker çıkardı. İki bin kişilik savaş yolcusu uğurlandıktan sonra, kale boşalmış gibiydi: Yüz elli muhafızdan başka, hapsedilmiş Macar erkekleri, imam, mü­ezzin, subaşı ve kırk çelimsiz, az okkalı adam...

Küçük kale mescidinde yatsı namazı kılındıktan sonra, kırk sessiz gölge kale kapısından süzüldü. Eflika’ya gidenlere yetişemeyecek kadar geç kalmışlardı. Kırk adama karşılık, seksen atları vardı. İlk önce yakın ormana uğradılar. Yüklerini alıp Eflika’ya gidenlerin aksi yöne dörtnal vurdular. Filek önüne vardıklarında, henüz geceyarısı olmuştu. Seksen at ve kırk kişiyle kale kuşatılamayacağını onlar da biliyordu; ama, kırk kişiyle kale fethedilebilirdi!

Filek, kuşatmayla alınması mümkün olmayacak bir mevkideydi. Bugüne kadarki beş teşebbüs hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kâfir aylar değil, yıllarca dayanırdı; çok gâzî kırılırdı. Kalede zorlu jakoben şövalyeler yığınak yapmıştı; iyi dövüşürlerdi. Otuz bir topu vardı. Birisi, bütün Nemçe’de bulunmayan ejderha gibi bir şeydi. Bir güllesi bin beş yüz, kendi ağırlığı ise on bin okkaydı. Tunçtan dökülmüş kale kapısını lağımlamak imkânsızdı. Dört dolay muhkem hendek kazılıydı. Mazgallara merdiven yetişmezdi. Edirne’den getirilecek havan topları, ancak bir kuşatmada işe yarardı. Kalenin çevresi boştu. Havâle yapılsa bile, atılan yağlı paçavralarla hemen yakılırdı. Ama, sol yönde -nerdeyse- kalenin yarı beline kadar yükselen, fakat kaleden en az iki yüz adım uzak bir ulu kaya vardı.

Kırk adam, böcekten bile sessiz sürünmeyle işte bu kayaya çıkmıştı. Yedek atlardaki yükleri birbirine ekleyerek, gâyet uzun bir basamak elde ettiler. Yaradan Mevlâ’ya sığınıp adı güzel Muhammed’e salavat getirip bu devâsa âleti, karşı mazgala fırlattılar. İki denemeden sonra, dua yüzü suyuna olacak, basamağın uç kısmı gitti, mazgala tutundu! Bu garip ve uzun nesnenin orta kısmı aşağı doğru epey esnekti. Altında korkunç bir uçurum ortaya çıkmıştı. Basamağın yere basan ucunu kayalara bağladılar. Kılıçlarını omuzlarına asıp kamaları ağızlarına dişlediler. Palalar, baltalar yedek urgandaydı.

İlk Demirtaş Bey tırmandı. Beşik gibi sallanan hafif bir salıngacın üstünde, olağanüstü bir çeviklikle ilerledi. Mazgal ucuna geldiğinde, burasının o ejderha topun yuvası olduğunu gördü. Yüksünmedi; zâten hedefleri oraydı. İki kolunu açıp tırnaklarıyla taşlara kenetlendi. Çıplak ve kara boya sürülü kaslı göğsünü bu canavarın ağzına dayadı. Ayaklarını alt küpeşteye tespit edip yüklendi. ‘Allah...’ nârası, sıkılı dişlerine çarpıp orada bir inilti olarak kaldı. Can veriş, kan döküş, ilik söküş gibi bir daha nâralandı. Yerinde biraz da olsa ağnayan demir yığını, sessiz yüklenmenin üçüncüsünde dayanamadı ve korkunç bir uğultuyla kâidesini de sökerek iç avluya yuvarlandı. Diğer otuz dokuz yiğit seri ve az aralıklarla mazgala ulaştı. İlk çıkan iki serdengeçti, Demirtaş Bey’i baygın yattığı mazgal ucundan alıp içerı taşıdı. Göğsü şerhâ şerhâ kanıyordu, eye kemikleri kırılmıştı. Sol bacağındaki iki kas bağı kopmuştu ve sağ kolu sarkıktı... Çok hızlı hareket ediyorlardı. İyi tahkim edilmiş, ağır kale kapısıyla ilgilenmediler. İlk yarım saatte bütün koğuşlar elden geçirildi. İç kaledeki hafıf bir direnme hemen kırıldı. Kale Kapitanı başta olmak üzere bütün küffâr kılıçtan geçti. Kale zindanında mahpus yetmiş gâzî kurtarıldı. Kalede meyhâneci ve yanındaki aptal yamaktan başka ayık kişi yok gibiydi. Demirtaş Bey’in kesin buyruğu vardı; onlara dokunmadılar. Hiç kayıp verilmeden kale düşürüldü.

Akşam batan güneş, kaleyi kâfır beldesi olarak geceye emânet etmişti; bu sabah doğduğunda, ezanlı, Kur’anlı, Türk sancaklı bir İslâm beldesi olarak selamlayacaktlı. Fetih müjdesi bir gün içinde, Zigetvar önlerine otağ kuracak Sultan’a ulaşırdı. Kaybediş haberi ise, Viyana’ya -ancak- bir haftada varırdı. Viyanalı bir âile olan Hasburglar özellikle çok üzülecekti; imparatorluk hânedânıydılar!

Sabah namazı vakti geldiğinde, üç gâzî, davûdî bir sesle fetih selâsı verdi. Ardından ezan okudular. Sur dibi küffâr cesediyle dolmuştu. İç avluya yığılan diğer mundar bedenler, çukurlar hazır olduktan sonra gömülecekti. Tedaviye alınan Demirtaş Bey kendine geldi. Diğer gâzîler, önceden belirlenmiş işlerle meşguldü.

Meyhane Yamağı, Demirtaş Bey’le şahsen görüşmekte ısrar etti. İki gâzînin önüne katılıp -şimdi bir divanda dinlenen- Bey’in yanına iletildi. Demirtaş Bey’in destur vermesiyle, yalnız kaldılar. Yamak Türkçe hitap etti.

-Demirtaş Beyim, gazânız mübârek ola!

                -...

-Hiç Marthali Matyas adını duydunuz mu?

-Bre kardaş, o sen misin?

-Evet. Köse Kadım haber bekler, dönmem gerektir.

-Bütün kâfiri ağulamışsın.

-Beli Beyim... Şarapçıya dokunmayasuz, kazanılmıştır. Rabbim, müyesser kıla da tiz günde şehâdet getire...

-Amiin...

İki serhad kurdu, bir müddet halleşip konuştu. İki gâzîyle iç avluya inen Yamak, usta bir sıçrayışla bindiği atla kaleden çıktı. Hemen dörtnal vurup İstolni-Belgrad yönünde gözden kayboldu. Gâzîler, atlının az önceki sümsük yamak olduğuna inanmakta zorlandı.

*

Kara Kale’den ayrılan birlik, Eflika önünde eğlenmeden tırıs geçti. Bir günlük yolları daha vardı; Zigetvar’a gidiyorlardı. Ordu-yu humâyun gelene kadar havâle kuracaklardı. Eflikadakiler dehşetli bir hayretle saşıp kaldı. Atlatılmış bir tehlike onları sevindirmedi. Günler sonra Türkün ettiği oyunu anladılar. Üç ay boyunca, boşuna tertibat almış ve boşuna tahkimât yapmışlardı. Savunma tedâriki pahalı bir işti. Bunca insan birikmişti, dışarı da çıkamazlardı. Daha kötüsü, Zigetvar kuşatması sonrası onları bekleyen âkıbetti.

Türkün esas başarısı ise kaleyle, Macar ahâli arasındakı uçurumu sağlamlaştırmasıydı. Savaş hazırlığı için kırk iki köy yağmalanmıştı. Güçlü bir bütçe için ağır vergiler konmuştu. Boşa çıkan bu hazırlıkları îzah etmek güç, hem de çok güç olacaktı. Talan edilen ahâlide Türke meylediş artacaktı. Tâbî köyler çoğalacaktı. Macaristan kendiliğinden Türke dâvetiye çıkarıyordu.

Zigetvar’ın düşmesinden sonra, Eflika kendiliğinden teslim oldu. Yarı yarıya boşalmış bir kaleyi savunmak zordu. Talan edilecek, vergi toplayacak Macar da kalmamıştı. Amaçsız bir direnmeyi gereksiz gördüler. Yine de Marthali Matyas, kale Kapitanı ve soylu Macar beylerini vire’ye iknâda zorlanmıştı; o sırada, Arşidük Karoli’yı temsilen Eflika’daydı. Teslim sonrası fidyesi ödenen ilk soylu, Marthali Matyas oldu. Zavallı, tutsak Macar soylularına kendilerinin kurtuluş fidyesi için bizzat Kral’la görüşeceğine dâir söz bile verdi. Ama, hazinenin mâlum durumunu göz önüne almak gerektiğini hatırlatmayı da ihmâl etmedi.

 

    Osman Kibar

** Roman kişisi (Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı, Ötüken Yayınevi, İstanbul-1975)

* Edirneli Ekmekçizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin buluşu olan yazının adı. Arapça esas alınarak ç, j, p harflerinin eklenmesiyle kurulmuş ve dünya dili olarak düşünülmüş özel alfabe.

** Roman kişisi (bkz. ae)

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler