Atlı Göl

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

ATLI GÖL

Tuğrul Beğ’in adına hutbe okutup hanlık toyu verdiği, Çağrı Beğ’in akından akına koştuğu günlerdi. Artuk adlı kocamış bir seyis vardı, hanın tavla tavla atlarını gözetirdi. Oğlunu da kendisi yerine büyütmüştü. Sungur, yeniyetmeliğinden beri her yıl belli günde uzun bir yolculuğa çıkardı. İz değil giz dolu gidip gelirdi. Anaların kurt doğurduğu iklîm-i rûmun yurt olunduğu çağdı. Hânım hey!

               Yorulduğunu belli eden biniciye karşılık at hiç de öyle görünmüyordu. Atlı bir ara hızı dörtnaldan eşkine çevirdi, sahipsiz bir köprü kalıntısı yanından tırıs geçip dağlara doğru yön tuttu. Bir zamanlar öyleymiş de sonradan dikliğini yitirmiş, son birkaç yüzyıldır balkan görünümüne bürünmüş gibi duran dağ sırası yaklaşan konuğu karşılamaya hazırlandı.

Kekik yığınları, boy vermiş nâne, toprağı yarmaya uğraşan çiğdem... Koku ve renk cümbüşü yalnız onlarla sınırlı değildi. Sayısız desen; kıpırdayan, abanan, atılan, sürünen, uçan, yürüyen türlü varlık biriken sesini manzara daha da büyüleyici olsun diye cömertçe yere yaymış; hava, elinde olmadan dört yana bin bir renk silkiyor. Eteğini yamalı bohçaya çevirmiş yükseklik, dinlenen bir heybet halinde serinliğini koruyor; kardelenler vedalaşmadan gitmiş, beyaz örtüsü eriyip yitmiş, yalnızca dorukta namaz takkeliğine özendiği belli dantel örgülü bir ağartı var. Bezenmiş güzellik, fışkıran kaynak, gürleyen çağlayan, akan dere, taşan pınar olarak altına yayılı duran ovayı besliyor.

Atlı karar aldığı bir uzaklık sonrası yavaşlıyor, durup iniyor, uyuşan bedenini ovuyor. Günlerdir yüzünü yalamış rüzgar izine karışmış terini siliyor. Atın terkisinden çektiği heybeyi yokluyor. Eline değen kuru ekmek ve peksimeti buz soğukluğundaki dere suyuyla katık ediyor. Omzuna dökülen kurt yelesi saçını, birden orda bitiveren bir esinti okşuyor. Çenesine dek uzamış kumral bıyığı, ela gözleri, yalnızken hilalleşen kaşları, pembeleşmiş şakak ve ölçülü aralıkla şişip sönen avurtlarıyla sıradan bir yol yemeği yiyor. Atı yemiyor, binicisini bekliyor. Tersiz ve onca yola rağmen yorulmamış. Kişnemeden duruyor ve doru bir hilkat harikası halinde dağın doruğunu kolluyor, bir ara ve bir anlığına gözleri aradığını bulmuş gibi ışıyor, tâ uzaklardan beliren bir serinlikle sağrısı şişiyor. Binici, kaftan eskisi üstlüğünü çekiştirip kalkıyor, yere savurttuğu dağınık sarığını bağlıyor, şişen ayaklarına aldırmadan sağ çizmesini üzengiye iliştirip bismillah gayretiyle sıçrıyor, elde yular atı gemliyor. Göz açıp kapayana dek hiç durulmamış, ara verilmemiş gibi at ve atlı tek varlık sanılacak uzaklığa erişiyor. Diz boyu yükselmiş uzayan yeşillik, yassıltan nal darbeleri ve çınlatan bir kişneme altında eziliyor.

Gözün yakın dediği ama bozkırın uzalttığı aralık dörtnal hızına daha fazla direnemiyor, ara gittikçe kapanıyor. Uzaktan sözde yassılmış duran dağın hiç de öyle olmadığı, bunu bilerek böyle yaptığı yalçın, hırçın bir şey olduğu anlaşılıyor.

Be-hey ulu dağ! Her dem yamacına düşülmez, serinliğinde yüzülmez, derinliğine erilmezdin. Bazen de bağrında bir içen bir daha üzülmez su, bilinmez nice sır saklardın. Yaylana yiğitler konardı, deli sular göğsün yonardı, güz olunca zirven donardı, çamlıbellerin hal hatır sorardı. Şimdi hiç adın anılıyor mu, dillerde yâdın söyleniyor mu, güzellerin yine murâdın alıyor mu?

At, atlısıyla beraber artık son durak ve ayrılık olacak erime yaklaşıyor. Geldikleri görülüyor. Yaşlı değirmenci, nur yüzlü evdeşi ve nasibini bekleyen on altıyı henüz yaş eylemiş ve bir şekilde buranın büyüsüne tutsak olmuş kır gülü, yaban çiçeği, tavlı kısrak benzeri torun... Üç insan sevinen altı göz olmuş, uçsuz bozkırın son konak yerinde unutulmuş eski bir değirmen önünde yaklaşmayı sürdüren karaltıyı karşılıyor. Güneş son ikindi gölgesi yayıyor. Konuk atından usta bir inişle sıçrıyor, kızın gözlerinde beliren, göğsünde seyiren kıpırtıyı, nine düşünülmüş bir yan dönüşle örtüyor. İçindeki kımıldanıştan utanç değil sevinç devşiren kısrak bozması güzellik, zamansız, uygunsuz ama yakışan bir sesle ‘buyur’ diyor. Dede ancak o zaman oluşu kavrıyor ve hatununa bakmak istiyor. Engel tanımaz cüret azalacağına artarak kapı aralamaya koşuyor. Atılışıyla sergilediği allı yeşilli savruluş çağrının en karşı konulmazı oluyor.

Issız değirmen sanılan yapı, bir zamanlar han niyetine sıcak aş ve yatak gözeten kervanların uğrak yeriydi. İki günlük uzaklıkta varlığı yokluğu seçilmez bir obanın durduk yere şehirleşmesiyle çekiciliğini yitirdi. Alışılmışı değiştirmek istemeyen yeni evli hancıoğlu inadına kıskançlık da katarak burada kaldı. Çocukları günü gelince aşağı indi. İlle de birisi denince, ortanca oğul dur duraktan anlamayan küçük kızı yoldaşlık olarak onlara bıraktı. O da burasını çok sevdi. On üçüne erince deliliği dişiliğe, yalnızlığı sıkıcılığa döndü ama hanı bırakamadı. Yere değil bütün gününü onlara verdiği atlara kıyamadı. Son iki yılını daha önce dikkatini çekmeyen bir yolcunun özlemine ayırdı. Bırak ikiyi fazladan bir yıl daha beklemeye gücü kalmamıştı. Beş yıldır gördüğü oyun gene olacaktı: At yılkıya bırakılır gibi salınacak, binicisi konuk kalacak, dedesinin bitmez at konuşmasına katlanacak... Eğer o demezse, kendisi de söyleyemeyecek ama eyeri bulunmaz bir gediğe saklayacak, oyun içine oyun katacak ve bu kere atlıyı yalnız göndermeyecek... Beklediği her şey bir bir yapıldı: Atın gemi çıkarıldı, kayışları çözüldü, eyer indirildi, artık huysuzluğunu iyice belli eden hayvan bırakıldı. Ancak o zaman kız atın niçin hiç terlemediğini düşündü.

Kurulan sofraya oturuldu. Tarhana, soğuk et yenildi, ayranlar içildi. Atlı, dedeye ‘At inince size diyeceğim var’ dedi. Kulağına bin delik açılı kız söyleşmeyi duydu, yürek atışını serbest bıraktı, yüzünü fettan bir gülüş, yeşil gözlerini kayan bir bakışla süsledi. Verdiği soluk kararmayı seçen havayı iteledi. Uyku tutmayacağını bile bile üstünde aynı giysi uzandı. Kabarıp yeniden çekilen göğsü bu coşkuya fazla dayanamadı, uykunun çağrısına uyup eski ama diri biçime döndü. O da yan dönüp yüzünü dağınık saçlar arasına gizledi. Bir ara ürperdi. Uykulu eliyle yorgan aradı, eremeyince uzanmaya üşendi. Ay, ışığını içeri sokamadı ama sabaha kadar kırık kiremit aralarından aşk uykusuna yatan bir vücut seyretti.

Doru at sabahla birlikte göle vardı. Dağın yassılmaya izin verilmiş tepesinde ve henüz buzu çözülmüş su önünde durdu. Yaratılma amacını haykıran kişir kişir kişneme sonrası göle girdi. Yüzdü yüzdü, suyun ortasında yeniden kişnedi ve bir süreliğine görünmez oldu. Başını çıkarmasıyla yüzeye okşayan bir mahçupluk yayıldı. Beliren halkalar köpürdü ve o kıyıya doğru bir daha yüzdü. Sanki ağırlaşmış gibi yavaş geliyordu. Sonunda bütün bedenini dışarı alabildi. Silkinip başka türlü bir kişneyiş ardından şımartılmış adımlarla aşağıya yöneldi. 

Bekleyiş uzun sürdü ya da öyle oldu sandılar. İki kadından birisi sözde ev işiyle uğraşırken, dede ve atlı gözleri dağlara çevrili bakıyordu. İlk önce umulan kişneme geldi, ardından kendi göründü. At utanmış gibi sahibine yaklaştı, okşayan ellerin dokunuşunda gururlandı. Her şeyin yolunda gittiği belli olmuştu, mâşallah dediler, o da anlamış gibi bir daha kişnedi. Sonra yeniden eski uysal tavrını takındı, acıktığını belli etti, boynuna dolgunca bir torba astılar. Tavlada bekleşen atların yanına salınmadı ama geçen yılın meyvesi bir tay dün görüp koklayamadığı anasına yaklaşmak istedi, o kadarına izin verildi.

Atlı dedeyle bir kıyıya çekilip diyeceğini dedi, dede şaşmış gibi yaptı, sonra bir şey sormak üzere eve girdi. Torun atılıp boğazında yumruk ettiği heyecanıyla sorular sıraladı. Yaşlı adam sözü uzatmadı.

-Seni ister, balam gönlün var mı?

-Atam baba, gönlüm onundur.

-Bizi darda koyup gidersin.

-Her yıl bu çağda geliriz.

-Hayırlısına duam gerek.

Kız hiç gecikmedi. Bu ân için hazırlandığı belliydi. Alışkın bir atılışla terkiye oturdu. Tavladan anlamı açık ama isimsiz bir kişneme duyuldu. Atın sağrısına okkalı bir şaplak indi, hayvan bir daha şımardı. Balçiçek, iki yıl önce atlıya gönlü yanında bir tutam da perçem vermiş, alnından öpülmüştü. Şimdi de yükünü almış at üstünde beline sarıldığı aynı kişiyle gidiyordu. Sungur’a ilk olarak nerede duracaklarını sordu. Duyduğu yer adıyla sevindi. Esrik bir gülüş eşliğinde kollarını daralttı. Güneş kuşluk için yükseldiğinde, altında eşkin giden iki yolcu gördü. Çok geçmeden, şimdilik baharı yaşayan bozkır ufkunda bir top gölge olup eridiler.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler