Sevgidân

Hüseyin Emre Sezgin tarafından yazıldı. Aktif .

 

Uzak diyarların birinde bir nefret küpü yaşarmış. Sevmeözürlügillerden bu adam, kalbinde tek bir yaban otunun dahi yeşerememesinden muzdarip, bin türlü meşgaleyle iştigal eder, şu koca dünyanın varlık sebebine yaslanarak oyalanırmış. Zira meşguliyetten azade olanlar, kendileriyle konuşmaya başlarlarmış ve bu bilgeler için bile kolay bir şey değilmiş. Mecnunlar bu yüzden bir baltaya sap olamazlarmış, biz ne sanmışsak?

Bu hasta adam hayatın içinden geçip giderken, bir bilgeyle karşılaşmış. Pir, tek bakışta teşhisi yapmış; “Sende sevgilik yok...”

Sevmek; bir hayat iksiri imiş ve ancak dilyapımı billur kaplarda saklanabilirmiş. “Git..” demiş bilge adam, “..ahıra git.” Evhamlı abimize de hafif tuhaf gelmiş bu reçete, ama hâl ehlinden iyi bilecek değilmiş â!

Öyle ya, bir ağacın altında iki dakika durulsa, ona âşık olunabilmeliymiş.

Bizim hasta gönüllü abimiz de gitmiş ahıra, bakmış ki bir inekten başka bir şey yok.

Korkmayın, zoofili hikâyesi anlatacak değilim

Seyre dalmış bizim muzdarip... İneğin bıkmadan usanmadan süt verişini, tıkılı kalmaya razı oluşunu, hayvancağızın şuncacık haliyle bin türlü faydasını düşünmüş ve ineğin ne kadar sevilesi olduğunu fark etmiş. Onu daha özenle tımarlamış, yemini daha bir kaliteli vermiş, sağı solu gezdirmiş, bir yerden sonra muhabbet etmeye bile başlamış…

Muhabbet, sevginin besmelesi imiş… Ve adam yaşlı bilgemizi hatırlayıp gönlüne baktığında bir gün, kocaman bir billur tank görmüş.

Evet, sevgisizlikten kıvranan abimiz, sonunda sevmeyi öğrenmiş

Doğuştan gelen sevgiliklerimiz, sütdişi kadar dayanıksız ve sevimliliğin terkiyle eşzamanlı kırılan cinsten.

Bir andan sonra sevmeyi yeniden, kafamıza göre öğrenmemiz gerekiyor.

Nihayetinde belirli bir yaştan sonra hayat keskin virajlarla örülüymüş ki, bunlar genelde kalbe saplanırmış.

Ve şu hayatımızın yegâne tenderi gönüllüklerimiz -küllüklere dönüşmeyecek kadar şanslıysa eğer- “reh-i sengsâre” düşer imiş.

Evet, bir yerde sürçtü ayağımız ve fark etmedik bile o şişeciğin ağzında gevelediği son nefesi…

Evet, bir arnavut kaldırımının aralarını süsleyen yıldız parçalarıdır artık o büyülü sesi…

O andan sonrası şaşkın “Allah Allah?” ların senfonisidir adeta. Niye bir yerlerde pis pis faylar çıtırdamaktadır, niye kopan teller ahenkleri ebediyyen bozmakta yahut? Neden gözler kapandığında zift dolu bir kâinata tıkılı kalırız, neden sirto nağmelerinden çok homurdayan otobüsleri duyarız?

Gülmeyen gözler gülen göz kapaklarıyla örtülürken, kandırıkçı sırıtışları dudak uçları ele verirken, ve güldüren sözler ağrıdan inletmeye başladığında, evet hep başka şeylere yorduk biz.

Öldürmeyen şey, ölüm dilendirebilir; fark edemesek de…

İçimizde uçuşan kıyma makinaları güzel olan her şeyi öğütür, kalbimiz yanarcasına dönen sondalara mahkûmdur, kılı bile kıpırdayamaz mehdiliğe sancak açan felçli ruhlarımızın.

Gönülyaşı dolu çemberlerin kulvarlarına riayet ederek seyrederken, dikkatimizi celbeden yegane şeyse; “Ayak çırp, yoksa batarsın..” olur çoğu zaman. Halbuki kimini denizin altı boğar; kimini üstü.

Paralanmak için paralanır, bu son diye nice nice son savaşlarda can alır, ter dökeriz. Öyle uyuşur öyle mayışır ki bilincimiz, ancak durduğumuzda anlarız yürüdüğümüzü.

Makinistin ürpertici sinyali gelir beklenmedik bir an... Ve yara izlerimizin oluşturduğu atlasla ölümsüzleşen dünya, tuz dolu göğsüne yaslarken bizi; özensiz kesilmiş kızıl brandaların sırtında, toprakla öpüşür bedenimiz…

Cihandan kovulmanın yegâne tazminatı da, gökyüzünün beyazperdelik ettiği hayatımızı efil efil seyre dalmak olur.

Mutsuz –en azından tatsız- son…

Peki ya..?

Ceplerimizi yokladığımız ve eşzamanlı olarak yüzümüzün ekşidiği o ana dönmek elimizde, diyelim ki;

Sorarım; açık bir bavuldan daha umut verici ne olabilir ki?

Online dergiler Online dergiler