Düşünme Evi

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

DÜŞÜNME EVİ

 

‘Selin ile Cem pek yakında düzenleyecekleri düşünme gününde sizleri de aralarında görmekten mutluluk duyar. Adres, gün ve saat telefonla bildirilecektir. Çelenk gönderilmemesi, isteyenlerin Lacivert Yıldız Modaevi’ne bağışta bulunmaları; çocuk getirilmemesi veya Pembe Panjur Çocuk Yuvası’na emanet bırakılması rica olunur. Toplantıya günlük giyimle gelinecek, tören giysileri evde değiştirilecektir’.

Davetiye ulaştırılmış kişiler, geçen üç günün ardından gelen telefondan adres, gün ve saat öğrenmiş, gerekli ön hazırlığı yapmış ve istenen vakitte orada toplanmıştı. Özel dikim elbiselerini giyinmiş olarak düşünme gününe, düşünmeye hazırdılar. Çelenk göndermemiş, yanlarına çocuk almamış, yalnızca kendilerini getirmişlerdi. Bu durumda Lacivert Yıldız Modaevi yapılan bağışlardan memnun, Pembe Panjur Çocuk Yuvası artan çocuk sesleriyle mutluydu. Emanet ücreti -her zamanki gibi- çocuklar alınırken ödenecekti.

Her şey iyi bir düşünme gününe göre düzenlenmişti. Düzenleyenler Selin-Cem ikilisiydi. İnsanda düşünme isteği uyandıran bir renk olan sarı, evin bütün duvarlarına ağmıştı. Düşünmeye hizmet ettiği ispatlanmış siyah ev terlikleri kendilerini ezen çoğu etli, bir kısmı biçimli ve taraksız (iki tane düztaban var) ayağı gezdirmekten zevk alıyor gibiydi. Naftalinli ağır perdelerin verdiği loşluk, evin eşyasız boşluğuna aldırmadan düşünme için gerekli havanın sağlanmasına katkı sağlıyordu. El sıkıştıktan beri ellerini kavuşturarak oturan bazı davetliler vaktin geldiğini bildiren çın sesiyle düşünmeye başlamak üzere toparlandılar. Derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izleyen Selin, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etti: Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız. Evet, düşünme ve ev konulu yeni bir düşünmeye başlıyoruz. Aramızda yabancı yok, herkes ne yapacağını biliyor. Vaktinizi almamak için kuralları tekrar etmiyorum. Fikir versin, ipucu olsun diye konuyla ilgili kısa bir yazı okumak istiyorum. Hâ bu arada… Hepiniz hoş geldiniz.

Gecikmişlik izlenimli bir gülümseme kadının yüzünde beş on saniye görünüp konukları uğurlama sırasında çıkmak üzere dişlerinin arasına gizlendi. Hiçbiri bu ayrıntıyla ilgilenmedi; düşünmeye hizmet etmeyen basit bir şeydi. Hepsi, basit olmayan hattâ ciddi olan bir amaç için buradaydı. Çok geçmeden Selin’in okurken kullandığı ses duyuldu:

‘Kimileri dinin Tanrı’yla  kişi arasında bir mesele olduğunu ve sözkonusu meselenin çözümü için de adresin yine o kişinin beyni -veya kalbi- olması gerektiğini söylemiştir. Aynı yolla düşünülürse, şu da öngörülebilir: İnandırmak isteyen madem Tanrı’dır; öyleyse çözüm için adres onun bulunduğu yerdir! Görüldüğü üzre, her iki iddiada mantığa aykırı yer ve akıl boşlukları vardır. Din yalnızca inançtan ibaret olsaydı, birincisinde gerçeklik payı aranabilirdi. Ama bu pay, insanların sosyal varlık olduğu gerçeğini inkar etmekle sağlanabilir. Din bize öbür dünyada nasıl yaşayacağımızdan çok, bu dünyada nasıl yaşanması gerektiğini söyler. Ve din, bir düşünce değildir; düşünce zaman mekan kalıplarıyla sınırlanabilir, fakat din bütün yerleşik kavramları zorlama, alternatif üretme gücüne sahiptir. Düşünce için iman gerekmez; ama din inanç ve uygulama bütünü halinde ifade edilen bir sistemdir. Bu duruma askerlerin pek sevdiği basit bildirim-yaptırım ilkesinde benzerlik arayabiliriz. İki buyuru arasında susarsanız, hareketsiz kalırsınız. Peki, kişi inancı ve onu uygulama arasında tarafsız bırakılırsa acaba ne(ler) olur? Bu noktada, ilgili kişileri kâlplerinin içine hapsolmaya davetten başka elimizden -şimdilik- bir şey gelmeyecektir. Ne dersiniz, düşünme evi olarak esaslı bir adres değil mi?’

Okumayı bitiren Selin, içlerinde eşi Cem’in de bulunduğu topluluğa ‘Evet’ dedi. Bu, düşünme zamanının başladığına dâir uyarıydı. Düşündüler… Ev, bir ân (uzun bir ân) ıssızlık ve sessizlik benzeri bir durumla karşılaştı. Alışkın olduğundan ve kimseyi rahatsız etmemesi gerektiğini bildiğinden o da şartlara uydu: Musluk damlamadı, pencere çarpmadı, vazo devrilmedi, kül düşmedi, sinek uçmadı, kapı gıcırdamadı, böcek geçmedi, bardak kırılmadı… Ev düşünmüyor, düşünmeye gerek duymuyor, onu insanların yapmasından memnun kafa dinliyordu. Düşünme konusu yeni kendileri eski düşünen olduğundan, düşünme süresi alışılmışı biraz aştı. Çoğu yere eğik yüzü, bir kısmı yukarı bakan gözüyle düşünmeye kenetlenmiş oda dolusu insan, kısa aralıklarla yoğun beyin trafiğinden çıkmaya başladı. İlk Haşmet Bey tavandaki moda avizeye dikili gözlerini yere paralel çekmiş, sağına soluna birer bakışla ilk ayrılanın kendisi olduğunu anlamıştı. İkidir böyle oluyor, kendini ilk bitiren buluyordu. Bunun bir sakıncası yoktu, fakat üst üste gelmesi dikkat çekebilir, ilgisizlikle suçlanabilirdi. Yüzüne denmez ama hissetmesi beklenirdi. Ayrıca, vazgeçemediği tavana bakarak açık gözle düşünme yüzünden yakın gelecekte susta bekleyen boyun fıtığı riskini -yine bir ânlığına- düşündü. Çok geçmeden diğerleri de güne ve yaşanan gerçeğe, Selin ile Cem’in evine döndü. Yoğun bir düşünme zamanı yaşanmıştı. Bazen böyle oluyor, topluca transa geçip aynı düşünceye kilitleniyor ve zihni yorgunluk günlerce hiçbirini bırakmıyordu. İçlerinden Osman Nuri Bey’in oğlu genç cerrah Yüksel de çabuk yorulanlardandı. İlk yorum ve değerlendirme için söze girerken yorgunluğunu belli etti. İyi bir denemeydi der demez, bir daha yoruldu. Cem’in ise bugün konuşmayacağı ve seans yönetimini Selin’e yıktığı anlaşılıyordu. Bu durumda dinlendirici işlerin ona kaldığı belliydi. Ev (evin salonu) ağır cümleler, derin düşünceler, farklı kavramlar ve yeni terimlerin yüküyle ağırlaşırken, Cem çoktan mutfağa geçmiş viski, beyaz şarap likör yanında kuşburnu ve rezene çaylarını hazırlamaya başlamıştı. Evin düşünme yoğunluğuna karışan bayıcı buhar tütülü bardakların sehpadaki yerini almasıyla günlük, sıradan konuşma konularına geçildi. İşler, borsa, yatırım, tahviller, piyasa, siyaset, açılış, kokteyl, tatil…

Nedim Bey, düşünme öncesi dinlenen yazıya sinmiş yabancı bir koku, aykırılık, rahatsız edicilik üzerine konuşmak için fırsat kolluyor, zorlanan sabrı harekete geçmek istiyordu. Kararsızlığı yüzünden gecikti. Kalkılmak üzereyken Avukat Cenap Bey -yenice aklına gelmiş gibi- Selin Hanım okuduğunuz makale, dedi. Soru yeterince açıktı, ‘kimin’ denmesine gerek yoktu. Bilmiyorum, dün kargoyla geldi. Yaa karşılığı, içinde barındırdığı kuşku dozunun hepsi tarafından anlaşılmasına yetip artmıştı. Sizce bu normal mi sorusu, kuşkudan geçip suçlayıcı yeni kimliğiyle Selin’e abandı. Dişleri arasına gizlediği gülümsemeyi yuttuğunu farketmedi; anlaşılan uğurlama falan olmayacaktı. Cenap Bey’in bakışı değen hiçbiri ben gönderdim demedi. Öyleyse… İşte bu tespitli tereddüt, mevcut düşünme estetiğine vurulan ilk darbe oldu. Selin, Cem’in kaçınılmaz kayıtsızlığı altında, daralan insan çemberi ortasında yalnızlık ve çaresizlik denen şeyin düşünceden ibaret olmadığını anladı. Bağışlanma umudu mümkünü zorlamaktan başka işe yaramazdı. Yarım düzine kadın ise, çemberin dışında yalın gözlerle bekliyor ve/fakat hemcinslerine yardım düşünmüyordu. Selin de hiçbir şey düşünemez oldu, sonra düşünmeyi unuttu. Ağzında biriken yalvarma sözleri ve beyninden korkunç bir hızla geçen ihtimal arasında bocaladı. Artık gırtlağına bile söz geçiremiyor, ama hırıltısını ilk kendi kulağı duyuyor ve beyni bunun kesinlikle bir düşünce olmadığını söylüyordu.

*

İki ay sonrasının bir pazar günüydü.

Selçuk Bey geçen ay da geç kaldığı toplantı için iki ayağı bir papuçta kapıyı çaldı. Açılır açılmaz da ‘gecikmedim ya’ telaşıyla içeri girdi. Selin Hanım ‘bu adam hiç değişmeyecek, hep aynı şey’ diye mırıldanarak salona değil de mutfağa yöneldi ve Cem’i tedirgin bekler buldu.Ve derli toplu adam ve kadınların toparlanmasını izlemek, evsahibi olmanın getirdiği düşünülmüş bir özenle ve sakin hitap etmek ve ‘Dostlarım, bununla on üçüncü günümüzü tamamlamış olacağız. Düşünce üzerine düşünmek amacı, amaçlanan düzeye geldiğinden, bugün tersine mühendislik yöntemi ve zıtlık ilkesi uygulanarak karşı tarafı çözmeye çalışacağız…’ demek üzere salona geçmeye hazırdı. Gözü bir an yandaki boy aynasına ilişti, kendini bakımlı ama sanki kırklı yaşlarda gibi gördü. Bunu anlayan aynada ilk önce bir dalgalanma oldu ardından da hafif bir çıtırtı duyuldu!

Osman Kibar

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler