Matyasoğlu Seyfeddin

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

MATYASOĞLU SEYFEDDİN

17.04.08

(Büyük Usta’ya nazîre)

Vuruşmanın kızış ânında yan tepeden ‘yettim bre’ diye nâra atan kartal kanatlı bir akıncı belirdi. İnsan çığlığı, demir sesi, at kişnemeleri arasına yalınkılıç bir adam daldı... Abanî sarıklı, kurt yelesi saçlı, palabıyıklı, al cepkenli, sırma çakşırlıydı. Yoldaşları onu fark etmekte gecikmedi. Aralarına katılmasıyla da cenk alanı oyun yerine dönüverdi. Kılıç sallıyor, kalkan vuruyor, kargı saplıyordu. Bir ara atının terkisinden seslendi: Akın beyi kimdir? Zorlu bir kâfirle didişen yaşlı akıncı fırsat bulup Kurdoğlu’dur dedi. ‘Bu vuruşmanın yamanlığından anlaşılıyor’. Ardından, uzayan oyalanmasını bitirmek üzere titreten bir nâra daha koyverip ölümüne susamış iki şövalye kellesini yere serdi. Üç saat sonunda vuruşmanın seyri aşağı yukarı belli olmuştu. Sapa yer, kuytu bucak, açık yol gözeten kâfir dinli üzerine yapılacak son atağın vakti gelmişti. Omzuna gelen okla atın sağrısına yığılan kolbaşının akın yolunda hissedilen hafif bir dalgalanma ve çavuşların uyarısıyla bölüğün önüne geçti. Akın, aşağı bataklık kıyısında sona erdi. Kılıcın biçmediği, kargının ermediği yere ıslık çalan oklarıyla ulaştılar. Düşmanın alayları bozuldu, istavrozlu sancağı düştü, hurrâ sesleri kesildi. İkindi vakti girdiğinde sayım döküm yapıldı. Yetmiş üç gâzînin oruçlu olduklarını unutup ecel şerbetinden içiverdiği anlaşıldı. Küffâr bütün ağırlığıyla birlikte iki binden artık ceset bırakmıştı. Kalan sekiz yüz şaşkın kâfir yol bulup kurtulmak umuduyla bataklık içlerine sığınmıştı. Buyruk bekleyen kırk seçme akıncı, önlerine kattıkları leş düşkünü on parça domuz ardınca balçığa süzüldü. Uskok kırması ve Beç’in namlı piçlerinden olan kılavuz, yaratıklara olan güvenle önde gidiyordu. Bu kırk yiğit boğulmaktan kurtulan beş yüz kara dinli kâfiri tek tek avlayıp iki gün sonra beyin önüne duracaktı.

Atında dinlenen Kurdoğlu Ömer Bey dikkatini karşı tepeye verdi. Nerdeyse akın kolunun yarısı orada toplanmış, coşturan cenk türküleriyle kılıç şakırdatıyor... Sebebini çabuk öğrendi ve ‘Çok uzatmasınlar, ikindi gecikecek’ dedi. Hemen yedi tümsek üzerinde yedi ezan sesi yükseldi, namaz seferî kılındı. Ardınca bey akına sonradan katılan şu meşhur savaşçıyı görmek istedi. Haber ulaştığında akıncılar ‘Matyasoğlu... bre Matyasoğlu!’ diye nâra attı. Âdeti olmamasına rağmen, o da bu sevince mukabele etti. Adının övgü ile anılması, beyin takdiri, sunulan hediyeler, doyumluktan ayrılan yüklü pay... Hepsi birleşti ve Matyasoğlu’nun yüreğine kibir mührüyle yerleşti. Döndü övüldü, vardı övüldü, gitti övüldü, vurdu övüldü...

Hiç niyeti yokken ikinci bir evdeş aldı, çocuk sayısıyla gururlandı, mal mülk edindi, aşevi açtırdı, köprü kurdurdu, çeşme yaptırdı, ziyafetler verdi; aç doyurdu, yoksul donattı... Bir nam saldı kim, yedi düvele yayıldı, ama yetmedi daha çoğunu bekledi en iyi, en ünlü olmak istedi. Onun gibi kılıç sallayan, kargı saplayan, ok atan, at binen, kanat takan yoktu. Adı tâ Edirnelere ulaşmış İstanbullara varmıştı. Beylerbeyi, vezir-i âzam armağanı bir hilatı ona kendi eliyle giydirmişti.

Bir gün ortadan kayboldu; akındır, casusluktur, işine akıl ermez, Nemçeden kelle getirecekmiş dendi. Ama o kırk günden sonra, eli boş çıkageldi; kızgın, dalgın, daha hırçın gibiydi. Birkaç meraklı göz şakaklarındaki kırın arttığını konuştu. Dönüşünün ilk cuması, mescit kapısında hiç tanımadığı birine ‘Kimdir bu Deveci Baba, bilir misin?’ diye sordu. Haber adamın cevabından önce yayıldı.

Matyasoğlu Seyfeddin çoğa varmadı basit yol tedârikiyle evinden bir daha ayrıldı. Bütün şehir Demirci Dergâhı’na gideceğini duydu, hayır dualar edildi, selametler dilendi. Birkaç serhat kurdu sakal sıvazlayıp olacakları bilirmiş gibi gülümsedi.

Demirci Dergâhı, Zigetvar eteğine yakın yer tutmuş han bozması bir yerdi. Yetmişi bulmayan derviş kendi ekip biçmesi, az yiyip içmesi, çoğunu saçmasıyla tanınmıştı. Kale dizdarı dahi cuma akşamları bu ribata konuk gelir, hâfî zikre katılırdı. Deveci Baba yaşı henüz altmış üçü bulmuş Nakşî şeyhiydi. Kopup geldiği Taşeli’nde devecilik etmişti, soyu Horasan erenlerine giderdi. Sultan, Zigetvar’ın fethi için otağ kurduğunda ordu-yu humâyundaki üç yüz hâfızdan biri olarak hatme durmuş, gülbank çekmiş, zafer müyesser olunca da fetih selâsı için seçilmişti. Ölümü gizlenen padişahın cenazesine Belgrat’a kadar eşlik edilmiş, kendini ‘er kişi niyetine’ diyenlerden biri bulmuştu. Bu, yüz bin gaziyle uçlarda kılınan en kalabalık namaz olacaktı. O zaman artık buraya âit olduğunu anlamış, isteği sorulup niyetini gizlemeyince, dergâh yeri tımar olarak verilmişti.

Yedi iklim dört dolayın en iyi kılıç kullananı, en şaşmaz ok atanı, en delici kargı saplayanı olma yoluna baş koymuş Matyasoğlu dergâha büyük umutlarla geldi. Kendisini umduğu hale yükseltecek kişi Deveci Baba’dır denmesine rağmen, konuk olduğu mekânda bırakın kılıç kalkanı, bir demir kıymığı bile görünmüyordu. Sâkin bir gece sabahı, kuşluk vakti şeyhin odasına alındı. Selam ardınca yüzünde alaysı bir gülümseme belirdi. Baba, basit minder üstüne bardaş kurmuştu ve duvarda asılı tahta bir kılıç Matyasoğlu’na doğru bakıyordu. Hani, edebe aykırı düşmese geçen Belgrat ramazanında seyrettiği Karagöz kuklası mı diye sorardı. Düşüncesini yuttu ve isteğini söyledi. Deveci Baba çoktan nâmını duymuştu; elbette kendisiyle kılıç oynaşmak isterdi, sefâ gelmişti, hayırlı olsundu...

Geceyarısı olmaz vakitte uyandırıldı, pusat kuşanıp avluya indi. Dervişler halka olmuş bekliyordu. Çok geçmeden, Baba elde kılıç göründü, bismillah denilip karşılıklı hamle edildi. Sabah ezanı okunmaya durduğunda Matyasoğlu ilk belirtiyi hissetmekle şaşırdı: Yorulmuştu! İki kere yere yığıldı, bir hamle boğazını tırıs geçti; karnı, kolu, omzu ve bacağı kanadı. Neden sonra hiç çelik sürtünmesi duymadığını akıl etti; çerağların yakılmasıyla da aklını yağmaya verip fikrini şaştı... Deveci Baba’nın elindeki nesne, duvarda asılı gördüğü tahta kılıçtı! Dervişlerin ölçülü gülümsemesi altında ilk önce küçüldüğünü, sonra eridiğini hissetti. Tımarlı yaralarıyla yine bir kuşluk vakti şeyhle oturdular. Devam etmesi halinde uyacağı kurallar sıralandı. O günden başlayarak çilehâne benzeri bir odada inzivâya çekildi. Kırkıncı gün saatlerdir yanan mum seyreden sol gözüne bir örümcek gelip ağ döşedi. İki akrep avucundan yem gıdalandı. Bir yılanla aynı tastan çorba içti. Bir keresinde, duyduğu acı çığlık üzerine hücresinden seslendi. Dervişler, kucaklarında üç konak ötede uçuruma sarkmış buldukları yaralı bir geyik yavrusuyla döndü. Üç ay henüz dolmuştu ki, yine bir sabah alacasında ikinci kez meydana çağrıldı. Deveci Baba’nın tahta kılıcıyla vuruşmaya başladı. Son hamlede alışık olmadığı bir çıtırtı duyuldu, ses ardınca kırk derviş hû çekti. Şeyh ‘Nasibin tamam olmuştur’ demekle, tahta kılıçtaki çentiği gösterdi. Matyasoğlu’nun kalmaktaki ısrarı karşısında Deveci Baba, dilerse Pırnal Dede’ye gidebileceğini, kabul edilirse çırağı olabileceğini, silah ustalığında şahikalar tutabileceğini söyledi. ‘Bizim haddimiz budur. Sonrası Pırnal Dede’nin tasarrufundadır, uyanık olasız. Zora tâlip bâtıla gâliptir inşallah’ duasıyla onu selâmetledi.

Geyikli Baba torunlarındandır denen Pırnal Dede’nin Nemçe içinde kök saldığını öğrenmekle afallamıştı. Kendi gibilerin yalınkılıç, akın için dalabildiği küffâr yatağı o beldede oturmasını aklı almadı. Öğüt üzre gezgin dilenci kılığına bürünüp yola düştü. Araya sora herkesin garip, kimisinin deli saydığı kişiye ulaştı. En yakın Macar köyüne bir günlük uzaklıkta ve bir dağ yamacındaki barakayı bulmak zor oldu. Yoran son tırmanış ise, çiçek gibi döşenmiş bir vâdi içine oturmuş mimarlık harikası sâde bir külliyeyi önüne seriverdi. Çalı kaplı keçi yolundan yaklaştı. Küçük avluda iri güller arasında dolaşan yaban geyikleri ve birkaç vahşi dağ hayvanı seçiliyordu. Omzunu örten saçlı, ak sakallı pîr-i fânîyi görünce durakladı. Sindiği gür pırnal yığınları içinde bırakmayan bir merakla -doğruluğunu yanlışlığını düşünmeden- olanı seyretmeye başladı. Dede izlendiğinden habersiz gibiydi. Alçak taş duvar üzerine dizilmiş kabakları kılıcıyla ikiye biçiyordu. Sonra yüksek uçan kuş sürüsüne ok saldı, kuşun biri ayağına düştü. Ardından, mızrak savurduğu ağaç dalından kucak dolusu meyve döküldü... Matyasoğlu her şeyi çok yakından, gün ortası, apaçık görmüştü. Gözleri faltaşı gibi açılmış, yüreği küt küt, beyni allak bullak kıpırtısız kalakalmıştı. Tanık olduğu manzarada onu hareketsiz bırakan şey olanlar değil, olmayanlardı: Pırnal Dede’nin elinde kabakları biçerken kılıç yoktu; kuş vururken yay yoktu; ağaca fırlatırken mızrak yoktu! Matyasoğlu Pırnal Dede’nin çağıran işaretiyle kendine gelip barakaya doğru atıldı. Ancak bir yıl sonunda evine geri dönebildi.

Demirci Dergâhı’nda olanları bilmeyen kalmamıştı. Ama Matyasoğlu, Pırnal Dede’nin yanında aylar boyu ne yaptığını, ne geçtiğini kimseye anlatmadı. Durgun, doygun, içli, güleçyüzlü birisi haline gelmişti. Evi ve çoluğu çocuğundan pek ayrılmıyor, küçük çiftliğinde kabak ekiyor, gül yetiştiriyordu. Çiftliğin adı şimdiden kabakçıya çıkmıştı. Akın zamanı ise bazen birkaç gün kayboluyor, zafer müjdesi duyulmazdan önce şehre dönmüş oluyordu.

Matyasoğlu Seyfeddin son birkaç yıl diline hacca gitmeyi doladı. Sonunda mevsiminde Kâbe’de olmak üzere yola çıktı. Ana durak Edirne’de eski bir akın yoldaşına konuk indi. Akşam yemeğinden sonra şerbet ikrâmı için çekildikleri geniş sofada süren dost sohbeti koyulaşmaya yüz tuttu. Kendini yıllar öncenin zorlu bir savaş anısına kaptırmış arkadaşını dinleyen Matyasoğlu’nun gözü bir ânlığına karşı duvarda asılı bir şeye takıldı. Sözü bölmekten çekinmeyerek sordu: Şu nesne nedir? Ev sahibi gizleyemediği bir şaşkınlıkla bir duvara bir konuğa baktı ve şöyle dedi: Dostum, gerçekten başarmışsın. Bir kılıcı tanıyamaz ölçüde büyük usta olmuşsun...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler