Bekleyiş

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

BEKLEYİŞ

İlk önce günler, sonra aylar, en son yıllarca süren bekleyiş, bugünlerde yeniden günler biçimini almış olarak ete kemiğe bürünmüştü. Herkes çözüm adlı formülün ortaya konulmak üzere olduğunu konuşuyordu. Söylentiler ayyuka çıkmıştı. Hedefe bir adım kalınmış gibi, son hamle bekleniyordu. Beklenti, hayâl, umma denen sözler bedenlenmiş yeni şekilleriyle omuzda davul, elde tokmak sokak sokak geziyordu. Zillere bu sebeple basılıyor, kapılar bu amaçla çalınıyor; merâbalaşırken göz ucu, dudak kıvrımıyla hep o hatırlatılıyordu. Hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Çözüm adı verilen, çâre denilen o vefâsız sevgili yıllar yılı onlardan hep kaçıp gizlenmiş, açığa çıkmama, kendini unutturma gibi kahredici âdetler edinmişti. İşte şimdi -bir ayı geçiyor- nerdeyse adı bile unutulmuşken, taptâze, capcanlı ve sesli telaffuz hâlinde herkesin dilindeydi. Söze onunla başlanıyor, o konuşuluyor; ayrılırken gelmesi dileği, bâzen de geleceği müjdesiyle vedâlaşılıyordu. Kimisi geliyormuş, bâzısı gelmiş, ötekisi birkaç günü kalmış, berikisi geceleri gören varmış, başkası şerbetli, muskalıymış, filanca ızbandut gibiymiş, falanca çok sertmiş, feşmekân adı yetecekmiş, diğeri değince eritecekmiş diyordu.

Geleceğine -hattâ geldiğine ve uygun ânı beklediğine- çözeceğine, bitireceğine, kurtaracağına olan îman, ölçüsüz bir yorgan olmuş katlandıkça katlanıyor; katlandıkça da kabarıyordu. Ahâli örtünün altında kıvranıyor, büzülüp eziliyor; yürekteki terâziler bu sıkleti çekmez deniyordu. İşâretler yapılıyor, gözler kırpılıyor, haberler ediliyor ve hep ‘tamam mı, geldi mi, açıklandı mı; nasıl, kim; ne zaman; sabah yakın değil mi’ diye soruluyordu.

 Çocukların zâten torba olmayan ağızları iyice açılmış, durmadan söz, yol yordam, yalan ve hayâl üretiyor; üretilenler ona, yüze, bine katlanıp kanatlanarak kulaktan kulağa ulaşıyor, artık koca bir aygıra dönmüş bekleyiş adlı varlığı besledikçe besliyordu. Bu kadar beslenip semiren bir canlı -başka zaman olsa- bıkkınlık, rahatsızlık getirirdi. Ama şimdi, aksine dokundukça büyüyen masal yumurtaları gibi, aşırı serbest, fazla rahat davranıyordu. Şüphe denilen ve bozguncu tâifesinin putu olarak tanınan tehlikeli madde, ne bu sokağa ne bu şehre ne de insanların umutla sütrelenmiş kâlplerine nüfûz edemiyor; yanlarından bile geçmeye çekiniyordu.

Kim ne dese, neyi yakıştırsa ona uyuyordu. Bir tek olumsuz tepki duyulmuyor; akıllara acaba sorusu gelmiyordu. Bu sefer kesindi; iş bitecekti. Yıllardır ve kısaca %u2018kötüadını verdikleri düşmana hiçbir şey sezdirilmiyordu. Bu konuda ricâ, îkaz, uyarı ve tembih gibi yardımcılara başvurmaya gerek görülmemişti; o derece pervâsızdılar... Eskilerin kimyâ, yabancıların formül; şimdikilerin bâzen çâre, kimi de çözüm dedikleri mübârek reçete, bütün hazırlık yapılmış hâlde bekleniyordu. Evet, sâdece bekleniyordu. Daha önce de beklenmişti; nerdeyse ömürleri beklemekle geçmişti. Fakat, şimdiki hepsinden farklıydı. Çünkü artık geldiğini, etrafta dolaştığını, yaklaştığını biliyorlardı.

Gitgide gelmesi, olması değil, sonrası konuşulmaya başlandı. Herkes ertesi gün olacaklar; yapılacak işler, üstlenilecek görevler üzerinde duruyordu. Sevinme denemesi yapanlar kınanmıyordu. Kendilerini çok alıştırmışlardı... Hepsi onun tehlikesiz, risksiz, %u2018renksizve masrafsızlığından emindi. Fikrî hazırlık, ön çalışma, araştırma, üretim, dağıtım, pazarlama ve ücret gerektirmediği biliniyordu.

Günler önce şöyle bir duymuş, üzerinde fazla durmamışlardı. Sonradan önemsediler; heyecanlandılar; evet, olabilirdi! Söyleyen çocuklardı. Biraz deşeleyince, kaynağa ulaşmak kolay olmuştu. Hiçbir çocuk kaynağı gizlememişti. Kaynak, hiç de kaynak denecek vasıfta değildi: İçinde su yoktu; kuyuya benzemiyordu; çıkrıksız, zincirsiz, kovasız, tulumbasız bir şeydi. Yaz kış aynı hırpânîlikte, üst baş dağınık, saç sakal karışık; kırık bir diş (Buna rağmen, en temiz ve tek bakımlı yeri ağzıydı); kambur, topal; unutulmuş bir harâbede yatıp kalkan, arada günlerce kaybolup yeniden ortaya çıkan, ne yiyip ne içtiği bilinmeyen; boş bakışlı, çorapsız, tabanları delik, cepleri çakıl taşı dolu, geceleri hayâlet kılığına bürünen birisiydi. Mırıldanan dudaklıydı ve yaşı da belirsizdi. Bütün özellikleri bilinir, ama ondan söz edilirken bunlar sayılıp dökülmez, kısaca %u2018delidiye kestirip atılırdı.

Çocukların kulağına fısıldayan oydu. Konuşma bile denemeyecek dudak kıpırtısı, ancak bir fısıltı silikliğindeydi. Çocuklar aralarda gelen nefes ve yutkunmaları ayıklayınca, fısıltıyı hissetmiş, anlam yükleyip cümle kalıbına döküp vakit geçirmeden çığlık, kahkaha ve oyun hâlinde sokağa taşmışlardı. Elebaşıları ise Erkan adında, beş altı yaşlarında bir çocuktu.

Deli, ilk önce herkesin bildiği, ardından kimsenin bilmediği bir şey söylemişti. Dediklerinde, herkesin bildiği şeyle ilgili bir yenilik yoktu. Uzun yıllardır -her yıl- aynı gün ve aynı saatte yapılırdı. TBK (Tartışılmaz Büyük Kişi) kimsenin hatırlamak istemediği meçhul ve en büyük zaferinin yıl ve saat dönümü îlan ettiği, dahi türlü kutsallarla kutsanıp kutlanan o gün, yanındaki seçkinlerle sevgili halkı arasına karışır, birkaç sokak ortasında dolaşırdı. TBK’nın bir gözü şaşıydı; kendisi her melânetin başıydı.

TBK kendisine alkış yapanlara, çiçek atanlara gülümserdi. Selefleri gibi yılda bir kerecik de olsa, iyi rolü oynamayı âdet edinmişti. Bâzen, halk çocuklarından birini kirli yanağından öper, dudağı kurumadan gizlice gerekli panzehiri içerdi. Ürperen sessizlik ise, uygun bir ân bulup o yavrucuğu elden ele, en uç sokaktaki dipsiz bir kuyu başına iletirdi.

Eskiler şöyle rivâyet eder kim...

…tâlihsiz yavrucuk kuyunun balçığı görünene kadar yıkanır, ardından gül suyuna batırılır, sonra da üzerine zemzem denilen ama terkibi bilinmeyen bir ilaç serpilirmiş. Eleme garkolan âile çocuklarını adresi gizli, sakallı ve takkeli olduğu iddia edilen, hâfızası güçlü olduğu için besmele çekmeyi hatırlayan, doksan küsur yaşında, âsî eskisi ve kânun kaçağı bir pîr-i fânîye okutmaya götürürmüş. Kırk gün süren bu arınmadan sonradır ki, zavallı yavrucak, kırk birinci günün sabah alacasında elinde bir maşa ile sokağa salınırmış. Görenler, elindekine bakıp ‘mâşa... mâşa...’ dermiş. Delinin seyrek duyulan fısıltılarından birine göre, bu sözün aslı ‘mâşallah’ imiş. İnananı pek azalan bu tevilsiz zırva deli sözü biçiminde meşhur olmuştur.

TBK’nın tomofilinin üstünde dalgalanan bir bez parçasında ‘Tartışılmaz, tartışılamaz!’ yazılıydı. Genç ve gür sesli halk insanları, bu sözü her bir dakikada iki tekrar olmak üzere tempo ile bağırırdı. Seslerin gürlüğüne sebep, bizzat bu sözdür diyenler de en bilge kişiler olarak saygı görürdü.

*

Deli'nin söylediği ve kimsenin bilmediği şey, o diyeli beri artık bilinir olmuştu. Söyleyenin deliliğine aldırılmamış ve çâre diye benimsenmişti. Bu fısıltının çocukların bir abartması olduğu unutulmuş, son ve kesin zafer vâdeden bir yol olarak kabul edilmişti. Son günlerde deli sözü, yerini veli sözü gibi, ne anlama geldiği bilinmeyen bir benzetmeye bırakmıştı. Yine, üç gün önce doğan bir çocuğa gizlice veli adı verilmişti.

Çocuklar Delinin ‘Biriktirsinler; boşa akıtmasınlar’ diye fısıldadığını söylüyordu. Bu yüzden, tam otuz dokuz gündür herkes biriktiriyordu. Ama, yetmeyecek gibiydi. Bir iki haddini bilmez arada gülümsüyor; bâzen kanı ayaklı birkaç tâze kikirdiyor; üç beş yeniyetme çarpıp deviriyor ve birikenler eksiliyordu. TBK’nın zafer kutlamasına saatler kala, birikimlerinin yetmeyeceğini farkedip üzüldüler. Gece ilerliyor, sabah yaklaşıyor, ama eksik giderilemiyordu.

Güneş, ilk ışığını göndermeye yakın, toplandıkları yerin kapısı vuruldu (Küçük Erkan, sese uyandı, ama gördüğü güzelliğe kıyamayıp yeniden rüyâsına döndü). Sürüyen bir adım, cız eden yüreğiyle kapıyı açtı. Hepsi hazırdı. Yine aynı şey olacak; çığlık, feryât, nâra, inleyiş ve ölüm gelecekti. Fakat olmadı; hiçbir şey gelmedi. Gıcırdayan ses, sâhibini aradı. Oh eden sürüyen adım, gülümseyen bir yüz olarak içeri dönmek üzereyken, güneş görevini yapmak için acellenen ilk ışığını serbest bıraktı. Kararsız ifâde, hayretle açılmış iki göz biçimini alıp hemen eşik kıyısına özenilmeden bırakılmış bir ışıltı farketti. Dışarıyı bir daha kolaçan edip eğilerek uzandı ve içeriye elinde küçük bir cam kırığıyla döndü (Sonradan, karanlık yan sokakta kaybolan bir fısıltı gördüğünü hatırlayacaktı). Işıltının cam parçası üzerinde girmesiyle, içerisi gün ortası gibi aydınlandı. Şaştılar ‘mâşa... mâşa...’ dediler.

Birkaç saat sonra bekleyişin son bulacağı umulan gün geldi.

Sabahla birlikte TBK ve yandaşları sokak başında göründü. Yıllardır ne olduysa, o gün de o olmaya başladı. Büyükler telâş ve korkudan olsa gerek, kırk gün kırk gecedir biriktirdikleri nesneyi yanlarına almayı unuttu. Evin küçük oğlu uyanıp bir kıyıda sâhipsiz duran bardağı aldı ve içindekini avucuna boşalttı. Henüz sıcacıktı ve damlamadı. Eli yumulu, usul adımlarla yürüdü. Güneş, bütün ışığını cömertçe yere dökmeye başlamıştı.

TBK bâzen yaptığı gibi, yine kirli bir çocuk yüzü aradı. Zâlim bakışlı gözler bir mâsuma sâbitlendi. Mazlumlar soluğunu tuttu. Zaman akmaz, vakit geçmez, saatler işlemez oldu. Nerdeyse, görünmeyen yardımcıların kanat hışırtısı işitildi... Bekleyiş bitmek üzereydi. Gül yüzlü çocuğun kulağında ‘haydi’ diyen bir fısıltı belirdi. Bir ân tereddüt etti, sonra gayrete gelip unutulmuş bir sözle ve rüyâsındaki gibi ‘bismillah’ diyerek, avuç dolusu katılaşmış gözyaşını şaşı deccâlin üzerine atıverdi...

                                                                                                                            

                                                                                                           Osman Kibar


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler