Serbes Cemaati

Kemal Gökkaya tarafından yazıldı. Aktif .

O yaz Nurten'le ayrılışımızın sene-i devriyesiydi. Ondan sonra, Organ Mafyası tarafından hislerim çalınmış gibi, kimseyi sevemedim. Feriha teyzenin kızı Aslı vardı, birkaç defa Dörtyol'daki pastanenin ikinci katında buluşmuştuk ama Esra Erol'un aracı olmadığı hiç bir kadından elektrik alamayacağımı aşılamıştı bana Flash Tivi bir kere…

7 aydır işsizdim. Geçen yılın aynı günleri Salih ağbinin manavda geceleri karpuz nöbeti tutmuştum. Asgari ücretin üçte ikisine anlaşmıştık. Salih ağbi, İktisat fakültesini birinci sınıfta terk etmişti, o yüzden ince hesaplardan anlar, günü geldiğinde paramı TEFE-TÜFE'den arındırılmış bir şekilde verirdi. İşin kötü yanı, manava giren çıkan karpuz sayısını da, T.C. kimlik numarası gibi ezbere bildiğinden, bazı geceler bizim çocuklara meze ayarlama işi sıkıntıya girerdi...

O gece Kartal'ı Ayrancı Yokuşu'na çektik. Tüm Cebeci kaportanın altında kalmış gibiydi. Teypte Neşet babadan 'Seher Yeli' çalıyordu. Bizim buralarda adettir, yüksek bir tepede iki tek atılıyorsa, mutlaka Neşet Ertaş dinlenir. 'Arabanın muayenesi geçeli de iki yıl oldu ' dedi Emrah. Bütün ekonomik sistemlere muhalif olan Ferhat, birasını fon dipleyip derin bir nefes verdi; 'Kendimiz bile doğru düzgün hastaneye gidemiyoruz, bir de araba mı kaldı...' Haklısın der gibi başını salladı Emrah. Ferhat ve Emrah, oto sanayide aynı dükkanda çalışan iki motor ustasıydı. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Dört-beş ayda bir makineye sıkıştırdıkları parmaklarını saymazsak sağlam adamlardı. 'Hayırdır bilader sen niye sessizsin bu akşam?' dedi Ferhat. 'Yok be ağbi, kafam şu iş konusuna takık. Nereye gittiysem, biz seni ararız diyorlar. Turkcell bile iki defa mesaj gönderdi, kontör yükleyin diye, bu pezevenklerden hala ses yok' dedim. 'Yarın Erol ağbi bizim kahveye gelecekmiş, eli kolu uzun adam git bir konuş belki bulur bir yerlerden bir şeyler' dedi Emrah. Erol ağbi, Cebeci'deki bütün Ganyan bayilerin sahibidir. Bir de yarış atı var diyorlar ama kimsenin net bildiği bir şey yok. Yıllar evvel bizim mahalleden Aysel ablayla evlenmiş, daha sonra parayı bulunca yarı yolda bırakmış kadını. İzmir'de Antalyalı bir yirmilikle takıldığını konuşuyorlar. Yılda iki üç defa buralara uğrar, Aysel abladan olan oğlu Umut'u görmeye gelir. Erol ağbiyle konuşma fikri aklıma yatmıştı açıkçası, dördüncü biranın sonlarına doğru geldiğimde, kafamda yarınki konuşmanın da son satırına gelmiştim...

O sabah erkenden kuruldum kahveye. Gelirken aldığım iki simitle açık bir çay içtim. Bir ara elim yanağımdaki yara bandına takılmıştı. Tıraş olurken, yanağımdan ufak bir parça kopup gitmişti benden, namussuz en az Nurten kadar yakmıştı canımı. Bazen, kesiğin verdiği acı değil de, kopup giden şeyler daha çok yakar adamın canını. Bedenimden bir parçanın ayrılmış olmasını bilmek üzüyordu beni. Tıpkı Nurten’in gidişi gibi… Nasıl diyordu şair; 'İnandığın şeyler uğruna birçok hata yaparsın. Canını hatalar değil de, inanmak yakar...' Hakikaten de öyleydi. Çok inanmıştım Nurten’e. Bizim Nurten, Sadri Alışık'ın Müjgân tarifine harfiyen uyuyordu. Rahmetli yaşasaydı, Müjgân diye bizim Nurten'e de âşık olurdu.

Gözleri dört defa lacivertti Nurten'in, bir baktım mı ikinciyi bakamazdım. Hele bir saçları vardı, Mezopotamya’nın tüm ticaret yolları onun saçlarından geçiyordu sanki… Çok sevmiştim Nurten’i. Şimdilerde eskisi kadar aşk cümleleri kuramıyorum. Yaş ilerledikçe köreliyor insan bunu anladım. Eskiden olsa, Nurten’in adının geçtiği bir konuşmada, onun baş harflerinden şiirler yazar, kafiyeleri alt alta sıralardım. Şimdi sadece susuyorum. Bildiğim tek şey; susmanın, aşkın ve ayrılığın üvey kardeşi olduğu. Aslında susmayı da Nurten’den öğrendim. Terk edilişimin peşisıra birkaç mesaj attım ama cevap bile vermedi. Susuyordu. Konuşması da gerekmiyordu gerçi. O konuşunca benim canım yanıyordu. En son konuşmasını yaptığında, üçüncü dünya savaşının başlama talimatını verdi sanmıştım. Bütün Dörtyol, bütün Cebeci, Bütün Ankara üstüme yakıldı sandım…

Sustu… Sustum… Sustuk… Uzaktan sevdik birbirimizi. Yani en azından ben öyle ümit ettim. Nişanlandığı adamı sevdiğini sanmıyordum. Eğer bir gün o şüpheyle uyanırsam, o banka veznedarı herifi bıçaklayacağımı düşündüm hep. Ne bileyim, benim matematikle aram pek iyi değildi, belki de o yüzden terk etmişti beni…

Kırmızı BMW 5.20 yanaşmıştı kahvenin kapısına. Gördüğü en lüks araba 2002 model Doğan görünümlü Şahin olan kahve ahalisi, Posta gazetesinin en arka sayfasında uzun uzun baktıkları kadınlar gibi gözlerini kırpmadan kestiler arabayı. Benim de içim gitmedi değil hani. Kırmızı iç çamaşırıyla defileye çıkmış bir manken gibiydi adamın arabası. Erol ağbinin ‘Selamünaleyküm’ü ile defile de bitmişti. Cebeci Kaymakamı’na bile bu kadar hürmet göstermiyorduk, hepimiz ayakta, sırayla kendisiyle tokalaşıyorduk. Seremoni bittikten sonra, Sağır Recep’in ‘Çay verin Erol ağbimize’ cümlesi yankılandı kahvede. Yeşilçam filmlerindeki Almancılara benziyordu Erol ağbi, herkes etrafına toplanmış, ne anlatacak diye ağzına bakıyordu. Ben biraz daha dış tarafta, avını bekleyen aslan gibi pusudaydım. Uygun bir anını bulduğumda hemen yanına gidip, iş konusunu açacaktım kendisine. Emrah’ın da dediği gibi, eli kolu uzun adamdı, mutlaka bizi de koyardı bir yerlere…

‘Hoş geldin ağbi’

‘Hoş bulduk koçum’

‘Nasılsınız inşallah?’

‘Sağ ol sağ ol. İyiyiz çok şükür, sizleri sormalı?’

‘Sağlığınıza duacıyız ağbi’

‘Eksik olmayın’

‘Ağbi, benim bir maruzâtım olacaktı sana. Malûm buralar küçük yer, kolay iş bulunmuyor. Nereye başvurduysam bir sonuç çıkmadı. Acaba diyorum, bir yardımcı olsanız da bana bir iş ayarlayamaz mısınız?’

‘Hııı… Valla koçum, biliyorsun ben İzmir’deyim bayağıdır, buralarla eskisi kadar bağım kalmadı. Ama artık işler cemaatle yürüyor biliyorsun. Bir cemaate falan takılıyorsan iş bulman kolayama yok değilsen ben bile yardımcı olamam sana.’

Cümlesi bittiğinde, yüzünde ipnevari bir gülümseme vardı Erol ağbinin. Adam cemaatten mi yoksa tam tersi kıl mı oluyor anlayamadığım bir gülüş attı. Bütün hayallerim bir kez daha yıkılırken, son birkaç kelâm daha etmezsem içimde kalırdı, battı balık yan giderdi artık. Bütün gemileri yakmıştım.

‘Ben zaten Serbes Cemaati'ne üyeyim ağbi?’

‘Serbes Cemaati mi? O ne ulan? Yeni mi kuruldu?’

‘Yok ağbi olur mu, yıllardır Ankara’da var olan bir cemaat, kitapları falan da var hatta’

Erol ağbi yanındakilerden yardım almak istercesine sağına soluna bakıdı. Yanındakiler de hem şaşkın hem de söylediğim şeyleri anlamaya, Erol ağbiye tercümeye etmeye çalışıyorlardı. Herkesin gözlerinde ‘Serbes Cemaati kim?’ sorusu okunuyordu.

Kahvenin sahibi Turan ağbi, Erol ağbiyi bu zor durumdan kurtarmak istercesine söze girdi; ‘Serbes Cemaati kim oğlum? Ben de ilk defa duyuyorum. Başında kim var peki?’

‘Emrah Serbes Hoca Efendi Hazretleri…’

Gözlerimi açtığımda, Cebeci Devlet Hastanesi’ndeydim. Serçe parmağımı alçıya almışlardı, pek bir şey hissetmiyordum. Koluma takılı olan serum, saniyeden daha hızlı işliyordu. Vücudumun ihtiyacı varmış demek ki diye düşündüm. Bir yanımda Emrah, diğer yanımda Ferhat vardı. Gözümü açar açmaz sormaya başladılar; ‘Ne oldu oğlum sana? Ne dedin adama da bu hale getirdiler seni?’ Emrah’ın sağlı sollu soru kroşelerinden sıyrılarak dudaklarımı kımıldatacak dermanı buldum;

‘Hep senin yüzünden kardeşim,’ dedim.

‘Ne benim yüzümden?’

‘Soyadın Serbes olmayacaktı.’

Yazar Hakkında

Kemal Gökkaya

Kemal Gökkaya

1989 Sinop doğumlu. Uzun sürmüş bir öğrencilik hayatının ardından İşletme Fakültesini bitirdi. Ele güne karşı Denizcilik Fakültesini kazandı, ancak okumadı. Sağlam Galatasaraylı’dır. Ayrıca Sakaryaspor'u da tutar. Öğrencilik yıllarında kız tavlamak için yazdığı şiirler, zamanla keskinleşti; ve önce kendisini kesti, sonra başkalarını kanattı. Postiga Yayınları tarafından neşredilmiş bir şiirsel deneme kitabı bulunmaktadır: MÜSTAH'A(ş)K [2012]. İlerleyen zamanlarda çıkacak olan bir roman ve öykü kitabını aynı anda yazmaya devam ediyor.

Kafa Kâğıdı:    

 

Online dergiler Online dergiler