Said Doğrul

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

İlk ve orta öğrenimini, gözünü açtığı şehirde tamamladı. Hukuk okumak üzere Bursa akvaryumundan İstanbul deryasına kulaç attı. Bir müddet tiyatro ile oyalandı, üç-beş kısa filmimsi çekti. İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku yüksek lisans programında temaşager, aynı kurumda Sosyoloji lisans talebesi. Sıfat değil, eylem olarak ‘yazar’lığını, editörlüğünü de yaptığı Fikir Adası e-dergisinin yanı sıra, sair süreli yayınlarda sürdürüyor. Şu an ise uzak ülkelerde, davulun sesinin geldiği yeri bulmaya çalışıyor. İleride cennetlik olmak istiyor.

 

Kafa Kâğıdı:       |  

İnternete girmediğin gün vicdanın çimdikleniyor mu?

Kendini huzursuz hissedip, yapman gereken her şeyi askıda bırakarak bilgisayarın başına mı geçiyorsun?

Kanlanmış gözlerine karşın, monitör karşısında ihtiyacından fazla süre tüketip, tiryaki bir tavırla yeni bir ‘sayfa’ mı yakıyorsun?

Uyanır uyanmaz ekrana odaklanıp, eroinmanvari bir tutumla Facebook’u gözlerine enjekte mi ediyorsun?

Postu masaüstüne serip, planlarını geri dönüşüm kutusuna mı postalıyorsun?

Eğer cevabın evet ise, geçmiş olsun dostum: Sen de bir bağımlısın.

Yorucu ve boğucu bir günden sonra eve döndüğünüzü ve televizyonu açıp kanepeye uzandığınızı düşünün.

Henüz başlamış filmi izlemeye koyuluyorsunuz; oldukça sürükleyici geliyor, kendinizi iyice kaptırıyorsunuz.

Sonra yavaşça ses silikleşip, görüntü seçilemez hale geliyor. Ekran karıncalanarak renklerini yitirirken, birkaç dakika içinde hiçbir şey duyamıyorsunuz.

Siz ne olduğunu anlamaya çabalarken, etrafa loş bir kasvet çöküyor; hayırlı olsun, lambanız artık düşük voltaj çalışıyor.

Mutfaktan gelen tiz makine gürültüsüne karın gurultunuz da eklenince oraya yöneliyorsunuz.

İçeri girer girmez tuhaf bir manzara karşılıyor sizi: Buzdolabı tüm akımı kendine çekip, gerekenden fazla elektrik tüketiyor. Kaşlarınızı çatıp ne olup bittiğine mana veremezken, kapağı açmaya yelteniyorsunuz.

Açılmıyor.

Buzdolabınız harcadığı enerjiyle televizyon seyretmenizi engelleyip, oturduğunuz salonu karanlığa gömmesinin yanı sıra, bir şeyler atıştırmanıza da izin vermiyor.

Vereceğiniz tepki nasıl olurdu?

Yağan yağmur, freni tutmayan kiralık arabamızı 50 km hızla gitmeye zorlasa da, Užice ve Čačak üzerinden bir şekilde Belgrad’a ulaşıyoruz. Diğer şehirlerin giydiği Anadolu markalı siluet, başkente küçük gelmiş; karşımızda tam bir Avrupa kenti var.

Muntazam sokakları ve mevzun binalarıyla muazzam bir manzaraya sahip “Београд”. Sur içi olarak tavsif edilebilir ‘stari grad’, tüm ihtişamıyla korunmuş. Alman mimarisinin hâkim olduğu geniş caddelere, Sırp liderlerinin heykelleri bekçilik ediyor. ‘Beyaz Şehir’i eski ve yeni olarak ikiye bölen, Tuna ile Sava ırmaklarının birleştiği büyüleyici alandaki çıplak adam figürü ise, heykeltıraşının üstüne başına bir şeyler yontmamasından ötürü kent merkezinden alınarak Kalemegdan’a [evet bildiğiniz kale meydanı] sürülmüş.

Küçük bir şehir turu ertesinde, Belgrad’a üç farklı ideolojinin imza attığını fark etmek mümkün: Dantel gibi işlenmiş binalarıyla monarşik yeniçağ mimarisi, Sovyet konstrüktivizminin gri mekanikliğinde blok blok döşenmiş sosyalist dönem apartmanları ve Coca-Cola sponsorluğunda kapitalizmin egemenliğini gökdelenlerden ilan etmiş Amerikan markaları…

İtiraf edelim, ‘beğen’ butonunu bile popülist bir politikanın aracı haline getirdik.

 Arkadaşınızla aranız mı kötü? 3-5 paylaşımını ‘layk’ladığınızda hiçbir sorun kalmayacaktır.

Uzun zamandır görüşemiyor musunuz? Yeni bir fotoğrafa yapılacak kelebek kanatlı bir iltifat, ilişkinizi eski seviyesine getirecektir.

Sadece Facebook için çektirilen resimler, “katılacağım” olarak işaretlenip asla gidilmeyen etkinlikler, iade-i ziyaret nevinden ‘like’ tıklamaları, sahip olunmayan sanal sıfatları sahte bir surete bantlayarak yapılan ego tatminatı…

Facebook icat oldu, mertlik bozuldu.

Merhaba İÜHF’li,

Yine sana isminle hitap edemiyorum, kusura bakma; yüzlerce kişilik amfilerin Meksika Dalgası yapmaya müsait atmosferi, simaen aşinalığın unutkan bakışlarında hafıza jimnastiği yaptırıyor.

Sanırım ‘İstanbul Hukuk 2009 Girişliler’ grubunda tanışmıştık, Facebook kütüğüne tescil edilen arkadaşlığımız “Tek mi, çift mi?” mesajıyla başlamıştı. Uzun eşek menşeli bu soruya verilen cevap, sırtına hangi kürsünün bineceğini tayin ediyordu.

Hocaların rerorero tavırlarından haberdar değildik; Hollywood stüdyolarında vaftiz olup kâinatın gizemini çözen sakallı profesörler, bize feylesofane hayat dersleri verecekti.

Sonuçta artık üniversitedeydik: Tek noksanı bizim gitarımız olan rock grupları, atacağımız sayıları alkışlamaya hasret ponpon kızlar ve oyunculuk yeteneğimize muhtaç tiyatro toplulukları bir lider bekliyordu.

Her şey öldüğümü fark edince başladı.

Pek ihtiyar sayılmazdım oysa, Fatih İstanbul’u yeni fethediyordu bu vakitlerde. Beşikte akbil basıp, mezarlıkta aracın sağa çekildiği yorucu yolculuklar, aktarmayla devam eden ecelsiz bir serüvendi genç dimağımın lügatinde. Takvimin her yaprağı, ölümün soğuk rüzgarında dökülürmüş meğer; son solukta inermiş insan müsait bir yerde.

Online dergiler Online dergiler