Boğuç Boğumsuz | Mustafa Emre Akçay

İskele Editörü tarafından yazıldı. Aktif .

BOĞUÇ BOĞUMSUZ

Okulum; kış şehrinin, kar mahallesi, kestane sokağında. Okulumu da, okumayı da sevmem. Bu yüzdendir ki tarlasının yolunu ezbere bilen sıkılgan bir at gibi gidiyorum okula. İkindi ezanı duvarları çınlatmadan, prangasından kurtulan bir aslanın doğada salınması gibi özgürce eve dönüyorum. Daha doğrusu dönüyordum… Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar. Son bir haftadır günlerimin yarım saati, bu yarım saatten dolayı da günümün geri kalanı cehennemin yedinci katına zorunlu yolculuk gibi geçiyor.

Kaç defadır karnım ağrıyor, başım zonkluyor numarası yapıyorum olmuyor. Tebeşir tozu yutuyorum, ateşim çıkıyor yine olmuyor. Bir defasında -kendimce- kalp krizi geçiriyor numarası yaptım yine olmadı, olmuyor… Oyuncu yönüm zayıf anlaşılan. (Kendime not: büyüyünce oyuncu olmayacağım.)

Her gün son ders zili çaldığında aynı şeyi düşünüyorum; İşkence başlıyor. Sınıfta oyalanıyor, en geç ben çıkıyorum. Öğretmenim sabırsız, birkaç dakika sonra kalaylamaya başlıyor. Derdim bir bana aşikâr anlaşılan, kimse anlamaya çalışmıyor. Ayaklarımı sürüye sürüye sınıftan çıkıyorum. Aceleci hademe Mansur, yerleri ellerinin ivediliğiyle temizliyor. Temizleme suyunun rengine bakılırsa temizliyor mu batırıyor mu tartışılır, ama kendince etrafı sulamış oluyor.

Kimse görmesin diye eğilerek geçtiğim pencere önlerinden gökyüzüne bakıyor, bulutların efkârıma eşlik edip yeryüzünü suya boğması için dua ediyorum. Sesimi göklerin ötesine duyuramamış olacağım ki duama hiçbir zaman karşılık verilmiyor.

Müdür yardımcımız Gülle Ekrem’in odasının önünden koşar adımlarla geçiyorum. Ona niçin bu lakabın takıldığıyla ilgili efsaneler bolca olsa da en inandırıcı olanı, çocukların güllelerini alıp odasındaki akvaryuma süs olarak kullandığıdır. Yani, tam bir gülle avcısı. Bir kaç saniyeliğine gözlerimi kapatıyorum. Tahta ayaklı, uzun siyah sakallı, denizci şapkalı, sağ kulağı küpeli, gözlerinin biri yeşil diğeri sarı gülleli, göbekli bir adam beliriyor gözlerimin önünde. İrkiliyorum.

Adımlarımı sıklaştırıp merdivenlerden aşağı iniyorum.

Okulun bahçeye kavuştuğu büyük kapıdan çıkarken kalp atışlarımı duymaya başlıyorum. Acaba duyduğum bu boğuk, ritmik sesi başkaları da duyuyor mu diye meraklanıp etrafa bakınıyorum. Bir yaprak kıpırdasa, bir çamaşır rüzgâra yelken açıp balkondan atlasa, kadının biri manavdan bir kilo limon istese üstüme alınacağım. Ama yok… Bahçenin çıkışında duran dev çam ağacının tepesindeki baykuş gözüme ilişiyor. Halimi anlamış gibi görünüyor. Zira yarı kapalı gözleri beni görünce fal taşı gibi açılıyor, derdimi sorar gözlerle bana bakıyor. Yavrularının kanatlarına asılmasıyla diğer tarafa dönüyor. Böylelikle telepatimiz sadece birkaç saniye sürmüş oluyor. Ve umursamaz kaderimin benim için hazırladığı planı aksatmamaya özen gösterircesine, bahçenin çıkışına birkaç adım kala, üstümü başımı düzeltip dışarı yalpalıyorum.

* * *

Boğuç Boğumsuz bir üst sınıfımda okuyor. Kocaman suratı, burnunun kenarındaki kocaman beni, küçücük kulakları, yaşıtlarına iki yaş fark atmış bedeni, bedenine komik gelen okul üniforması, karışık yün yumağına dönmüş saçları, biri diğerinden küçük göz kapaklarıyla Frenkeştayn’ın öğrenci versiyonudur. Bu koca bedenin içinde masum, yumuşak kalpli bir iyilik perisinin dolaştığını söylemek isterdim. Ancak iyilik meleklerince parsellenmiş bu çocuk kalbi, iblisler tarafından şeytankondular dikilerek; kirli, bakımsız bir şehre dönüştürülmüştür.

Babası iki yıl önce iş kazası geçirmiş, bir bacağını kaybetmiştir. Annesi fırsatta istifade adamın biriyle meçhule karışmıştır. O gün bu gündür depresif - agresif ikileminde kalan ruhu çok geçmeden tercihini yapmış; hırçın çocuk oluvermiştir.

* * *

Okul sınırından çıkar çıkmaz karşımda giyotinli cellâdımı görüyorum. Elinde yine sağdan-soldan bulduğu ince uzun bir sopa, yüzünde belirgin bir sırıtma, beni bekliyor. İşkence fermanımı okur gibi dudak oynatıyor. Bakışlarıyla damarlarıma azar azar ölüm zerk ediyor.

“Boğuç ben sana ne yaptım, niçin…” demeye kalmıyor, elindeki sopayı yere vurup beni susturuyor. El mahkûm, başımı öne eğip ona doğru yöneliyorum. İçimden bir ses “Şimdi tam zamanı, haydi topukla” dese de itaate alışkın, çekingen ruhum bedenimi frenliyor.

İki adım önünde duruyorum “ Bir adım geriye” diye atarlanıyor. Bir adım geriye doğru yalpalıyorum. “Hadi düş önüme” deyip, sırtımı yüzüne döndürüyor. Ağır adımlarla yürümeye başlıyoruz. Yolculuğumuzun seyrini sadece o ve keyfinin kâhyası biliyorlar. Bense zihnimin girdabına gözyaşlarımı akıtıp; “ Neden diye mırıldanıyorum, niçin ben ?” İçimdeki tanıdık ses konuşmaya başlıyor; “ Çünkü sen bunları hak ediyorsun, değer verilecek biri değilsin ki annen bile sevmiyor seni. Arkadaşların, öğretmenin, mahalleli, kasap, fırıncı… Hiç biri sevmiyor, insan yerine koymuyor seni. Bak kaç gündür neler yaşıyorsun, hiç kimse farkında bile olm...”

Boğuç’un sert direktifi düşüncelerimi bölüyor;

- Paran var mı ufaklık?

- Yalan söyleme kızartırım bak seni!

- Tamam, dur bir liram var.

- Bakkalın önüne park et, gofret al bana.

Bakkalın önüne varıyoruz. Yeni planım yolda şekillendi bile. Bakkal amcaya durumu haykıracağım, rezil edeceğim Boğuç k.peğini !!! Dükkâna giriyorum “Evet, yavrum ne istiyorsun.”

“Amca bana şu gofretten bir tane” derken, dönüp Boğuç’a imalı bir bakış fırlatıyorum. Oralı olmuyor, el işaretiyle acele etmemi istiyor. Gofreti alırken “ Bakkal amca bi, bi, bi… bir şey diyece, ce, ce… ği, ği..m”. “Hadi oğlum parayı ver, bak diğer müşteriler bekliyor, trafiği tıkama !”

Kahrolası dudaklarım kilitleniyor. Tamam, anlamında başımı sallayıp, parayı veriyor ve cellâdıma dönüyorum. Zavallı gofret on beş yirmi saniye içinde “Boğuç Muharebesi” nden şehit çıkarak çöp kutusuna gömülüyor.

Birkaç yüz metre sonra evimin bulunduğu sokağa giriyoruz. Uyanık Boğuç, deplasmana geldiğinin farkında, telaşla; “ Yarın okul çıkışında görüşürüz ufaklık, sakın cebin boş gelme” deyip, sağa-sola yuvarlanarak kaçıyor. Güç bela eve atıyorum kendimi. Kardeşim Tuba emekleyerek karşılıyor; yüzünde gülücük, her şeyden habersiz kucağıma atlıyor. Annem, sigarası dudağında içeri damlıyor “Nerede kaldın yavrum” dese, içimi dökeceğim. “Bana sigara al da gel, akşam olmadan” diyor. Gözlerim yaşlı, kirpiklerim ıslak “ Olur ” diye mırıldanıyorum.

* * *

Çarpan pencerenin sesiyle uyanırken yataktan düşüyorum. Kardeşim kırmızı elbisesini giymiş, kaşımda dikiliyor; “ Hadi tembel abim, anne- babamın mezarına gideceğiz daha, ceketini ütüledim, tiyatro seçmelerine de bunu giyersin” deyip babamdan yadigâr ceketi uzatıyor.

Mustafa Emre Akçay

Yazar Hakkında

İskele Editörü

Online dergiler Online dergiler