İş hayatına atıldığımda sekiz yaşımdaydım. İlkokula başlamadan birkaç ay evvel, yani yaz aylarında arkadaşım Şahit’in fişeklemesiyle, pazarda su satıyorduk. 1996 yılının Temmuz aylarında, İstanbul’un varoş semt pazarlarında yankılanan ve yıllar boyu devam eden, ‘‘Buuuz gibi soğuk sudan içeeen…’’ sloganının mucitleri ben ve Şahit’tik. Hala daha gözüme çarpar o termos sürahiler, dışı mavi kaplı, biraz genişçe olurlar. Evin musluğundan suyu doldurur, içine Şahit’lerin derin dondurucudan birkaç parça buz atar, bir de küflenmeye yüz tutmuş sunta mutfak tezgâhlarından bir cam bardak çalıp, Cuma günleri sabah erkenden çıkardık pazara. Bu gün dünyanın her yerinde, bütün yüksekokullarda, Ticaret, Pazarlama ve İşletme üzerine dersler veriliyor, kürsüler kuruluyor, kongreler, seminerler düzenleniyor. İnanın bana sayın okuyucu,  dünya ticaretinin merkezi, mutfağı işte bu varoş semt pazarlarıdır. Sekiz yaşımda bunu kavrayacak zekâya sahip değildim belki ama az evvelki sorgumdan sonra bunun ne demek olduğunu daha iyi anladım. Bu gün sekizli yaşlarda bir evlat sahibiyseniz, ona bir kasa limon alın ve pazarda satıp para kazanmasını öğretin. Ama inşallah sizin evlatlarınızın sonu Şahit gibi olmaz. Ya da yıllar sonra, en iyi çocukluk arkadaşıyla bu şekilde karşılaşmaz…

Yedi yaşıma geldiğimde okuma yazmayı kendime kendime sökmüştüm. Rahmetli babam, akşamları geçmiş günlere ait gazeteleri alır, beni yanına oturtur, harfleri öğretirdi. Sonra rakamları öğrendim. En son da, Beşiktaş’ın ilk on birini ezberletmişti bana. Teknik Direktör Daum. Kalede Fevzi. Defansta Recep, Alpay, Johnsen, Mutlu. Orta sahada, Rıza, Şifo, Sergen, Metin. Forvette, Oktay Derelioğlu ve Ertuğrul Sağlam. Beşiktaş’ın maçının olmadığı akşamlar bu şekilde ders çalışırdık. Yaşıtlarımın okula yazıldığı o dönem, annem beni okula vermemişti. ‘‘Daha çok küçük, çok zayıf. Okulda ezilir, dayak yer, soğuk havalarda gidip gelemez. Bir sene daha büyüsün’’ demişti. Oysa ben, yaşıtlarımın resim bile çizemediği o günlerde, gazetelerin verdiği kuponları biriktirip, İngilizce dergiler alıyor ve çat pat bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bu durum bana çok koymadı. 95 yılının kışını, evimizin camından, tüten bacaları izleyerek geçirdim. Doğalgazın icat olmadığı, olduysa bile bizim oralara daha uğramadığı, kömür sobalarının yakıldığı o günler…Yine de 96 yılının güz ayları bir çırpıda gelmişti…

En yakın arkadaşım Şahit. ‘Şahit’in kelime anlamını bilmediğimiz o dönemlerde, onun adı bize hep tuhaf gelirdi. Fiziğini atalarından almış olmalı ki, içimizdeki en iri çocuk oydu. Mahalle maçlarının vazgeçilmez kalecisiydi. Futboldan pek anlamazdı ama biz onu her an çıkabilecek kavgaya karşı fedai olarak yanımızda bulunduruyorduk. Şahit’in büyük dedeleri, tarihi Kırkpınar güreşlerinin azılı şampiyonlarındanmış. Amcası Tahir, kahvenin önüne her kurulduğunda, bu hikâyeleri anlatırdı. Sonra da konu Şahit’in adının nereden geldiğine uzanırdı. Biz de oturur dinlerdik. Şahit’in dedesinin babası olan Abdülhamid, yaşı ilerlediği için güreşleri bırakmış ama o dönemlerde erkek nüfusunun çoğu cephelerde helak olduğu için, güreş müsabakalarına hakemlik edecek insan sayısı da az olduğundan, hakemliğe başlamış. Bir gün Sarı İsmail ve Kabak Mustafa adındaki iki başpehlivan birincilik maçına çıkmışlar. Yaklaşık üç saat süren maçın sonralarına doğru, Sarı İsmail, Kabak Mustafa’yı yere yatırmış. Herkesin ayaklandığı o anlarda, izleyenlerin çoğu Sarı İsmail’in maçı kazandığını zannetmiş. Galeyana gelen izleyicilerin sesleri arasında hakem Abdülhamid de, maçı bitirmiş ve Sarı İsmail’i şampiyon ilan etmiş. ‘Ben şahidim, sırtı yere değdi.’ Demiş.  Büyük tartışmaların çıktığı o maçta, Kabak Mustafa hakem Abdülhamid’in yanına yaklaşıp; ‘’Senin yapacağın şahitliğin geçmişini si……..m’’ deyince, 65 yaşındaki ihtiyar hakem, tek kroşede devirmiş Kabak Mustafa’yı. Genç pehlivan olduğu yere kanlar içinde yığılınca, ortalık tekrardan karışmış. 65 yaşındaki eski başpehlivan Abdülhamid, o gün üç kişiyi yere sermiş. 81 yaşında vefat eden Abdülhamid’in lakabı ‘Şahit’ olarak kalmış ve kendisine 16 yıl boyunca ‘Şahit Efendi’ diye seslenilmiş.

Babadan oğula anlatılan bu hikâye sonrasında da,Şahit’in babası, ilk oğluna bu adı koymaya söz vermiş. Malum bizim Şahit de, etine buduna dolgun bir bebek olarak doğunca tereddüt etmeden adını Şahit koymuşlar. Çocukluğumun en yakını olan Şahit. Gençliğimin unutulmuş hikâyesi olan Şahit. Adamlığımın en büyük düşmanı olan Şahit…

İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim yıl, babam nihayet bir daire alabilmişti. Bu gün nihayet diyorum ama o günlerde ise birazsitemkârdım babama. Doğduğum, büyüdüğüm, ilk aşkımı, ilk kavgamı yaşadığım o sokaktan ayrılacaktım. Arkadaşlarımdan, Şahit’ten, Nefise Teyzeden, köpekleri Paspas’tan, berberimiz Simoviç Ferit abiden, Ertan bakkaldan… Kısacası, çocukluğumu çocukluk yapan bu mahalleden taşınıyorduk. Erikson ve Panasonik’in ilk üreticileri olduğu cep telefonları henüz herkeste yoktu ve mertlik bozulmamıştı. İstesem de eskisi gibi görüşemezdim kimseyle. Henüz minibüslere binip semt semt gezecek kadar cesaretim ve param yoktu o zamanlar. Bu ayrılığı, yollarımızın kesin olarak ayrıldığı bir milat olarak sayıyordum ben. ‘Neşriyat Nakliyat’a ait o büyük kamyonun arka kasasına oturmuş, tüm mahalleliye el sallıyordum. Ağlıyordum ama yiğitliği de elden bırakmıyordum. ‘Üzülmeyin. Yine geleceğim.’ Diyordum. Şahit, kamyonun arkasından koştu ama yetişemedi, nefesi kesilip, dizlerinin üstüne çökmüştü yokuşta. Ağlıyordu. ‘Gelmezsen, seni döverim oğlum.’ Diye bağırmıştı en son. Hiç unutamamıştım o an’ı. Hiç hatırlamak istemeyeceğimi bilmeden…

Çocuksun nihayetinde, üzülüyorsun, ağlıyorsun. İzler bırakıyor bu ayrılıklar içinde. Yine de çocuksun işte, günler geçtikçe unutuyor, yeni oyunlara dalıyor, büyüyor ve yine unutuyorsun. Şairin biri şöyle diyor; ‘İnsanız, ölüme ayarlı saatiz işte…’ ben buna katılmıyorum. Çünkü ‘İnsanız, unutmaya ayarlı saatiz’ bence… Öyle de oldu. Unutmadım belki ama toz kapladı çocukluğumun üstünü. Yeni bir mahalle, yeni arkadaşlar, yeni okullar, ilk sigara, ilk öpüşme derken büyüdüm. Büyüdükçe nasır tuttum. Nasır tuttukça bilendim. Bilendikçe daha çok okudum. Okudukça kendimi buldum. Kendimi buldukça, tekrar kaybettim. Kısır bir döngünün ortasında, babamı kaybettim. Vücudunu saran kanser çok bekletmedi ilk öğretmenimi. Polis okulunu kazandığımı öğrendiğim gün, babamı kaybetmiştim. Bu karmaşanın ne demek olduğunu herkes bilemez sayın okuyucu, burada bana hak vermenizi istiyorum. Bir tarafta hayalini kurduğunuz okulu kazanıyorsunuz, diğer tarafta sizi o okula ilk adımı attıran, canınızın içindeki bir parçayı kaybediyorsunuz. Sanki bir anlaşma imzalamış gibi hissediyordum o yaşlarda kendimi, ‘Babanı verirsen, biz de sana okulu veririz’ gibi düşüncelere kapılmıştım. Dedim ya, insanız, unutmaya ayarlı saatiz işte. Ölümde unutuluyor, en az yaşam kadar, yaşayanlar kadar. Bu ölüm bizi sarssa da, yıkmadı. Daha da güçlendik. Artık sorumluluğumun farkında, bir polis adayıydım. Tek isteğim, o gün yemin töreninde babamın da yanımda olmasıydı. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Baktım. Oradaydı. Güldü. Ben de güldüm ve kepimi ona fırlattım…

İlk görev yerim İzmit’ti. Merkeze bağlı bir mahallede Komiser Yardımcısı rütbesiyle görevime başlamıştım. Mesleği elime alır almaz, sevdiğim kadınla evlenmeye karar vermiştim. Malum, annem yaşlanmıştı, ben işteyken evde yalnız kalıyordu. Okuldayken tanıştığım, anaokulu öğretmeni Melike’yle evlenmiştik. Çok seviyorduk birbirimizi. Babamın yokluğunda benim tek dayanağım o olmuştu. Benim karım olduğu kadar, annemin de bir kızıydı artık. Mutluyduk. Küçük yuvamızda, huzurlu bir yaşantımız vardı. O bana dünyanın en güzel hediyesini vermişti. Oğlumuz doğduğunda ona babamın adını vermiştik; ‘Yiğit Cemil’

Önce şark görevimi yapmaya Diyarbakır’a gittik. Yiğit Cemil,ilkokulu orada okumuştu. Daha sonra İzmir’e tayinim çıktığında, Komiserlik sınavını kazanmıştım. Bornova Polis Okulunda derslere giriyordum. Yeni polis adaylarının eğitiminde benim de emeğim vardı artık. Polis olmaktan çok, bir eğitici olmak, birilerine bir şeyler öğretmek bana babamdan kalan bir mirastı. Oğlum Yiğit Cemil’i de Anadolu Öğretmen Lisesinde okumaya ikna etmiştim. Zor olsa da beni kırmamıştı. Belki bu gün hastanede tedavi görüyor olmasaydı, şu an üniversite okuyor olacaktı. Okuduğu liseye uyuşturucu nasıl girdi, Yiğit Cemil gibi aklı başında bir polis oğlu olarak nasıl böyle bir şeye bulaştı hiç bilemedik. Gözümüzün önünde Yiğit gibi bir delikanlının eriyişini izledik. O can çekişti, biz can verdik. Otobanda ezilmiş kedi yavruları gibi paramparça olmuştuk…

Bir gün okul müdüründen acı bir telefon geldi. Ben bir kez hissetmiştim bu acıyı, babamın ölüm haberini aldığım gün. Müdür Bey ‘Amirim, müsterih olun ama acilen okula gelmeniz lazım, Yiğit Cemil’i tuvalette baygın bulduk’ dediği anda, dünya tersine dönmeye başlamış ve bu yarım kürede benim için yılın her günü gece olarak geçmeye başlamıştı. Daha sonra yapılan araştırmalarla, damardan uyuşturucu aldığını öğrendik. Bir polis baba olarak bunun da ne demek olduğunu bilemezsiniz sayın okuyucu. Bilemezsiniz…

Aylar sonra Narkotik şubenin tespitleri ve operasyonuyla bu uyuşturucu örgütünün İzmir ayağı bir bir çözülür olmuştu. Torbacı diye tabir edilen en ufak adamlarıyla başlayan operasyonlar, bir dizi halinde devam ediyordu. Yiğit Cemil’in hastaneye yatırılışının birinci yılı dolmak üzereydi. Narkotik Şubeden bir arkadaşım aramış ve gece büyük bir operasyon olacağını, İzmir’deki ‘Büyük Abi’nin yerinin tespit edildiğini söylemişti. O gece Narkotik Şube Müdürünün yanına gittim ve ona beni de operasyona dahil etmesi için yalvardım. Müdür Bey, bir Başkomiserden çok, yaralı bir baba olduğumu, yapılacak en ufak bir yanlış hareketin bütün teşkilata mal olacağını söyledi, haklıydı da. Kendime hakim olacağımın garantisi yoktu. Olamazdım da, biliyordum kendimi. Ondan tek bir söz istedim, acımı bilen Müdür Bey bu isteğimi kırmadı. Yakalanırsa eğer, sorguya ben de girecektim…

Ve o gece nihayet büyük operasyon bitti, medya canlı yayında bu olayı duyuruyor, uyuşturucu şebekesinin İzmir ayağının çöktüğünü anlatıyorlardı. ‘Büyük Abi’ dedikleri örgütün İzmir sorumlusu da yakalanmıştı, asıl hedef de oydu zaten. Ben, bu güne kadar elimin terlediğini hiç hatırlamam, o gece, o odaya girmeden önce avucumun içinden terler akıyordu. Dizlerim titriyordu. Oğlumu zehirleyen adamın gözlerinin içine bakıp, ‘Neden?’ diye soracaktım. Kendime hâkim olamayacaktım belki de. Müdür bey kapıyı açtı, ‘Gel’ dedi. Adımlarımı atarken, kafamdan geçen deli senaryoları anlatsam kitaplara sığmaz. İlk aklıma gelen, Müdürün belinden silahı bir hışımla alıp, o şerefsizi alnının ortasından vurmaktı. Odaya varıncaya kadar takriben dört saniye geçti, ben o dört saniyede kırk tane senaryo kurdum kafamda. Odaya girdiğim anda, karşımda takım elbiseli, şık görünümlü, yakışıklı, iri yarı bir adam oturuyordu. Bitkindi. Anlamıştı, yolun sonuna geldiğini. Yine de başını öne eğmemişti. Göz göze geldik. Hiçbir şey hissetmiyordum. Düşündüğüm senaryoların hepsi uçup gitmişti kafamdan. Bazen öyle olur, büyük yıkımların nedenleriyle karşılaştığınız da, susarsınız. Çünkü depremlere bir çare olmadığını bilirsiniz. Deprem gelir, yıkar ve geçer… İçeride ben, ‘Büyük Abi’ ve Narkotik Şube Müdürü vardı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. O sessizlik bana saatlerceymiş gibi geldi ama saniyeler sonra Müdürün sesiyle bitti. ‘Bu Başkomiser Selçuk. Oğlu, senin adamlarının yüzünden, senin yüzünden uyuşturucuya bulaştı. Çocuk bir senedir tedavi görüyor. Ölümden döndü ama hayattan koptu.’ Dedi. Müdürün konuşmasının bitişiyle, bu şeref yoksunu tacirin suratının ortasına vurduğum tekme senkronize olmuştu. Müdür birden üstüme atladı, beni tutmaya çalıştı. Dışardaki polislerde içeri girdi.

‘Büyük Abi’ dizlerinin üstüne çökmüş, dişinin biri kırılmış, ağzı kanlar içinde, başı öne eğik bir şekilde hıçkırmaya başladı. Müdür, kapıyı açanlara ‘bir şey yok’ dercesine kafasını salladı. Kapıyı kapattılar. ‘Aman oğlum, yakma başımızı, her yer kamera.’ Dedi. İçimden bir şeyler akıyordu. Zaman durmuştu. ‘Büyük Abi’ başını kaldırmış, gözlerimin içine bakıyordu. Ben bu diz çöküşü bir yerden hatırlıyordum. Ben bu bakışları, bu gözyaşlarını hatırlıyordum. Ben meslek hayatım boyunca hiç kurşun yemedim sayın okuyucu. Ama ilk defa ruhuma paslı bir kurşun saplanmıştı. Kanım çekildi. Etlerim lime lime olmuştu. Derin bir nefes almaya çalıştım. Tıkandım, yapamadım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Gözlerimi, gözlerine diktim. Ağlıyordum. O da ağlıyordu. Nefesim kesildi bir kez daha. Son bir dermanla, birkaç kelime çıktı ağzımdan;

‘‘Şahit! Ulan geçmişini si…….m Şahit.’’

“döndü halk ve cüzzam ne gün yürüdü

ve hep bir yaprak değil miyiz ki

bir zaman yarıp çıkmak serüveninde

özdalımızı

toputopu bir mevsimi yaşarız işte

müşa’şa’ bir sonbahar figüranıyız

hepimiz de..." 

Bir keşiş yalnızlığına özenmek de değil aslında bizimki, biraz içine dönmek, fısıltıya benzer bir sesle titreyen şarkıya kulak kesilmek ihtiyacı. Meydandaki gürültüye kulak tıkamak da bunca zorken üstelik. Aslında neyi aradığımızdan da emin değiliz. Aradığımızı bulduğumuzda, bu buluş bir vuslata denk düşer mi, bu da şüpheli. Bir filmde adam kendine soruyor: “Ne istediğimi ifade etmek için doğru sözcüğü nasıl bilebilirim? İstediğim şeyi aslında istemediğimi nasıl bilebilirim? Ya da istemediğim şeyi istemediğimi nasıl bilebilirim? Bilincim dünyanın vejetaryen olmasını istiyor ama bilinçaltım bir parça et için yalvarıyor. Peki, ben ne istiyorum?”

Garip değil mi? İnsanda insana karşı koyan bir şey var. Aklına, kalbine giden yollarını tıkayamadığın bir bilinçaltın var. Bütün istediklerini yapamamak, istemediğini yapmak durumunda kalmak ve sonrasında yaptığını -cebren- istemek. Hangimiz bundan tamamıyla kaçabiliyoruz?

İrade verilip hür kılınmış yegâne varlık olarak, hürriyetimizin ve hareketimizin hududunu kestirebiliyor muyuz?

‘Tercih’ ettiğini zannettiğin şey, aslında sürüklendiğin bir gidiş hâli belki de.

Tamam, dur, sakin ol, karanlık bir şeyden söz etmiyorum; bak aslında diyorum ki takdir olunandan öte bir gidiş yolu zaten yok. Ve sana bu hayatta kalabilmenin gücünü verecek bundan başka bir kuvvet de yok. Takdire sığınmanın içine serptiği ümit seni ayakta tutan, hayatın şartı ümit.

İstemediğimizin -ya da öyle olduğunu sandığımızın- hayatımızdaki varlığı,  bunu isteyen bir iradenin varlığının en büyük delili.

Henüz 20’li yaşlarındaysan sürgit devam eden bir ne yapacağını bilememe hali, hangisinin doğru olduğuna karar veremediğin bir 'bilmem kaç yol ağzı’nın orta yerindesindir. Bir ipucu da verilmemiştir üstelik sana, sen büyürken. Bana bunu söylemediniz, bana bunu öğretmediniz diyerek çalacağın bir kapın da yoktur. Hani insan bir rüyadan uyanınca anlar ya aslında ne gördüğünü, muhtemelen çok sonra, bu gençlik rüyasından -ağrısı da denebilir- uyandığında anlayacaksın aslında sana ne gösterildiğini.

Bunca kafa karışıklığıma kâğıdı ortak edip hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edeceğim birazdan. Neyse ki bir kaçış yolumuz var, kendimizden bile. Bazen.

Bazen bir duraksama sebebi oluyor, bir şey oluyor, bir yakınını kaybediyorsun meselâ, gidene senden daha yakın biri senin üşüyen ellerini ısıtmak için avucunun içine almış, ona ait bir anısını anlatıyor o sıra. Gözleri nemli ama koyverip ağlayamıyor erkekliğinden, kendini nasıl sıkmışsa, ellerini nasıl sıktığını fark etmiyor bile. Bak işte hayata böyle mim koyan bir anda fark ediyorsun aslında oyun’u. An’ları, o ’narin kesit’leri.. Şair, şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük, diyor oyun için. Yol, yol ayrımı, kaçış, arayış, istemek, istememek, istemediğini istemek, tercih, takdir  filan filan.. Hepsi gelip bir oyun’da birleşiyor. Ve insan -ne şu ne bu- iyi oyunundan soruluyor sadece.

Başlık Descartes’in tesiri ile mi tercih edildi yoksa başka bir âmilden mi husule geldi bilinmez ama, Descartes Efendi’nin cogito ergo sum hükmü mucibince “düşünme” fiilinin faili olarak müellif “var olmaya” hak kazandı galiba.

Kesif bir giriş oldu sanırım. Hikâyeyi biraz daha geri alıp oradan başlayalım…

İnsanların çoğu doğru sandıkları bazıları ise doğru bildikleri üzerine yaşarlar. Doğru sandıklarına/bildiklerine muarız, ciddi bir görüşle karşılaştıklarında da genellikle farklı bir âlemle karşılaşmanın verdiği yabancılaşma (alienation) hissi ile ufak bir buhran yaşarlar. Bu buhran ya dış aleme sirayet eder, muarız görüşün sahibi ile kuru bir mücadeleye kalbolur; ya iç âlemde kalır dışa vurulmaya cesaret edilemeyen düşünceler arasına ilhak olur; ya da iç âlemde kalmakla birlikte muhasebesi ve murakebesi yapıldıktan sonra ilmî, fikrî, edebî olarak zuhur eder ki zann-ı galibimize göre insanlığın ilim, fikir ve sanat tarihi de bu üçüncü zümreye giren buhranların tarihidir. 

İnsanların kahir ekseriyeti “doğru”yu bulma, bilme ve nihayetinde doğru olma vetiresi yerine; mensubu oldukları cemiyetin doğrularını doğru bilme neticesini kabul ederler. Bu hâli konformizmle (İng. Conformity kökünden) izah acımasız olacaktır.

Gözünde astigmat olan bir ahbabım ilk göz muayenesini anlatmıştı: doktor gözlüğe cam koyana kadar dünyanın öyle (düz, net ilh.) görülebileceğine ihtimal vermiyordum diye. Önce gözünde arıza olabileceği ihtimali aklına gelecek, yetmiyor bu arıza ihtimalini tetkik edecek ehil bir kişi olacak ve son olarak da tedavi iktiza ederse alet edevat bu tedaviye elverişli olacak…

Dünyaya gelinen mekânın ve tabi ki zamanın mevkiini diğer mekân ve zamanlara nisbeten tayin edebilmek oldukça zor bir iştir bu noktada. Deminki misali tahvilen devam edecek olursak, bir âmâlar diyarındayaşadığımızı farz edelim. O kadar uzun zaman gören olmamış ki diyarda, artık ahali “görme” diye bir şeyin muhal olduğuna iman etmiş. Bir kişinin bir şekilde gözlerinizi açmaya muvaffak olduğunu kabul edelim… Tabi ki artık görme hassasına sahip bir kişi ve bu yolla elde edilen malumat olacaktır. Ancak bu malumat âmâ ahali için bir şey ifade etmeyecektir. Ve dahi gözleri açılan, gördüğünü ispat edebilmek için en az bir kişinin daha görmesine ihtiyaç duyacaktır.Bu minvalde düşününce ancak pek cins kafaların âmâlar diyârında yaşama ihtimalini sorgulayacak liyâkat ve ehliyete sahip olduğu görülür. Ve bu cins kafa diye izaha gayret ettiğimiz mefhumun mahiyeti sorulacak olursa,tam mahiyetini bilmemekle birlikte tecrübeler ışığında kesbî değil vehbî bir hassa olduğunu keşfettiğimizi arz etmekle iktifa ederiz.

Başka herhangi bir mefhumu tecih etsek izah ve ispat zarureti hâsıl olacaktı, işbu sebeple bu fikir ile aramızdaki alâka özellikle “keşif” mefhumu ile karşılandı.“Zira bu nevi keşiflerin inançlar gibi gayri kabil-i ispat olduğuna inanıyorum.” Biraz paradoksal bir ifade olmakla birlikte “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanınına güvenerek burayı böyle muğlak bırakıyorum.

“Paradoksal bir ifade yerine apaçık bir izah yapılsa idi muğlaklık neticesi değişir miydi?” diye düşünecek olursak, neticenin değişmeyeceği yönünde bir karine hâsıl oluyor. Şöyle ki, “dia/log”da, şüphesiz logos yani iletilmek istenen mesaj bir ehemmiyeti haiz olmakla birlikte; (mesajı iblağa çalışan ve mesajı iblağ etmeye çalıştığı) tarafların içinde bulunduğu ahval ve şerait de –belki daha büyük– bir ehemmiyeti haizdir. Tarafların da “aynî”leşmesi teorik olarak mümkün görünmediği için, yani söyleyen ve dinleyenin “bir” olması “aynı” olması hadiseyi “dialog”dan “monolog”a çevireceği için diyalogda söyleyenin kastettiği ile dinleyenin anladığı arasında kural olarak mübayenet olacaktır.

Dolayısı ile şu an kâri, muharrir olmadığına göre zaten muharririn kastı ve muradı tam olarak anlaşılamayacaktır. Muharrir dahieseri telif ettiği andaki muharrir olmadığı için daha sonra mezkur eser açısından kâri sıfatını kazansa bile şüphesiz o da o zamanki kastını tam olarak idrak edemeyecektir. “Peki bu yazıyı kim anlayacak?” diye sorulur ise cevaben: “Yazının yazılma gayesi anlaşılmak mıdır?” sorusunu bir kenara bırakacak olursak; "hiç şüphesiz bizim bilebileceğimiz/ anlayabileceğimiz/ aklımız ile sınırlandırabileceğimiz bizi anlayamaz” deriz. Yani bu soruya ispat edilebilir bir cevap verilebilseydi, bu yazı telif edilmezdi deriz. Böyle birinin/bir şeyin var olup olmayacağı meselesi ise şöyle aşılabilecektir: Bir şeyin varlığı bizim onu anlamamıza/bilmemize bağlı değildir, onun bir idrake/fikre sahip olup olmaması ile ilgilidir. En azından Dekartyen Teori gereği hadise böyledir.

Bu son cümle ile Descartes’e avdet edilmiştir umarım, aksi takdirde yazı maksadından oldukça sapacaktır.

İnsanların kahir ekseriyeti doğru bildiklerine/bulduklarına/sandıklarına göre hayatını sorgulamaya çalışırken bazıları da doğruluk kavramnının mümkün olup olmadığını sorgularlar. İşte Rene Descartes, doğru bildiklerinin doğruluğunu sorgulayarak başladığı yoluna varlığın temeline inecek kadar devam etmiştir. Hatta hâli hazırda okunmaya incelenmeye devam ediyor ise yolculuğuna devam ettiği de söylenebilir.

En ufak şüphe beslediğim şeyleri yok sayacaktım” diye başlayan fikrî sürecinin ne denli sıkıntılı olabileceğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerektir. Bu bir anda sıfır noktasına erişmek anlamına gelir ki bir âlemi yeni baştan var etmeyi gerektirir. Görünen kısmı ile Descartes bu var etme faaliyetini yapmakla kalmamış, bu faaliyetini an be an seyretmiş ve ulaştığı neticeyi ilan ettiği gibi bu neticeye ulaşma “metodu”nu da ilan etmiştir.

“Düşünüyorum o zaman varım (cogito ergo sum)” diye darb-ı mesel haline gelmiş söz malumunuzdur. Böyle söyleyince pek bir ehemmiyeti olmayan bir lakırdı gibi geliyor olabilir. Ancak Goethe’nin işaret ettiği “açık sır”  mefhumu (ki Senail Özkan beyefendi Türkçe’ye bu şekilde kazandırmıştır)ve Descartes’in: “ukalâ takımı öylesine becerikli olmaya alışmıştır ki cahillerin bile gördükleri apaçık şeyleri görmemenin bir yolunu bulur” ikazı ile bu sözü beraber değerlendirmeye çalışalım.

Descartes felsefesine göre bir şeyin mümkünlüğü hakkında düşünüldüğüne göre o şey şüpheye şayandır. Şüphe edilen de yok kabul edilmelidir. Ancak üzerine düşünülen şey düşünenin kendisi olunca bu hâl varlık için bir mesnet olarak kabul edilebilir. Yani bir şeyden şüphe ediliyorsa o şey yoktur ama şüphe eden vardır.

Genel olarak baktığımızda Descartes okumalarını ve okulu bıraktıktan sonra sufî ıstılahındaki seyr-i enfüsî (iç âleminden keşfettiği)  ile kendine bir mesnet bir çıkış noktası bulabilmiştir: “Bizim çıkış noktamız bireyin subjektivitesidir... Çıkış noktamızdan bakıldığında ‘düşünüyorum öyleyse varım’ gerçeğinden başka bir gerçek olamaz. Herhangi bir gerçekten önce, bir mutlak gerçek olmalıdır. Bu gerçeği kavramak basittir, zira bireyin varlığında mevcuttur.”

İnsanın kendi dışındaki kaynaklardan elde ettiği bilgileri inkâr etmemekle birlikte “insanın kendisi için önemli olan konulardaki hataya düşme eğiliminin” ve “duyu organlarının insanı her zaman doğru malumatla” mücehhez hale getirmeyeceğini beyan ederek bu bilgilere neden mesafeli olduğunu belirtmiştir.

[Burada belirtmeden geçilemeyecek iki husus var. Birincisi burada yaptığımız Descartes’i yazıya vesile etmektir. Yoksa konu hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler ki Descartes’in yaptığı muhasebeyi takriben 5 asır önce yapan dağ gibi bir Gazalî vardır ki, kendisi hakkında kalem oynatmak daha güç olacağı için bu yazıda Descartes üzerinden meram anlatmak tercih edilmiştir. Bu güçlüğün müteaddit amilleri olmakla birlikte belki en önemlisini belirtmekte fayda var: Gazalî’nin isminin “İmam Gazalî” olarak bilinmesi “imam” kelimesinin bugün kazanmış olduğu konteksten dolayı oldukça dar ve hatta hatalı konumlandırılmasına sebebiyet vermektedir. Bu da bir bahs-i diğer…

İkincisi: Duyu organlarının nakısasını belirtirken tesadüfe(!) bakın ki kendisinden 5 asır mukaddem bu bahsi inceleyen İmam Gazalî’nin verdiği “gök cisimlerinin çıplak göz ile çok küçük görüldüğü ancak hakikatinde insanın üzerinde yaşadığı dünyadan daha büyük olduğu” örneğini ayniyle nakletmiştir.]

Bu çıkarımdan sonra aklın; bilgi elde etme yollarını, bilgiler arasındaki farkları ve hatta kendisini dahi sorgulama ehliyetine sahip bir cihaz olarak; dış dünyadan ve iç dünyadan elde ettiği malumatı tedkik ederek doğruya ulaşma imkânına sahip olduğunu kabul eder Descartes. Ve meşruiyetini ve doğruluğunu kabul edebileceği tek silahı “aklı” ile yola devam eder. Ve bu buluşun sair problemlerin çözümü için de kendi işini ne kadar kolaylaştırdığından bahseder.

Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun yorumu ile aslen bu dünyaya ait olmayan insan bu dünyada faaliyet gösterebilmesi için bir meşruiyet kaynağı bulmalıdır. Bu meşruiyet kaynağı ile dünyanın kendine musahhar kılındığı hakikatine erişebilir. Descartes’in bu fikri etrafında kümelenen modern bilim ve modern dünya da bu yorumun isabetini bize göstermektedir. 

Bugünkü bilimin geldiği yerde Descartes’in bu fikrinin tesiri inkâr edilemez. Ve modern bilim ve modern bilimin elde ettiği bilgi için Descartes’in tespitleri yadsınamaz zira bu bilimin kaynağı Descartes’tir. Aslında modern bilime göre Descartes’i değerlendirip onu doğru bulmak totolojik bir muhakeme faaliyeti olmaktan öteye gitmeyecektir.

Bunun için yazının baş kısımlarında belirttiğimiz bir hususa ilişkin sagîr bir işaret ile yazıyı hitama erdiriyoruz. İnsanlık bugün geldiği noktada ispat edilebilir bilgilerin doğruluğunu –belki biraz da Descartes’in yardımı ile– kabul etmektedir. Peki, olur da bir gün insanlık müellifin yaptığı gibi “gayri kabil-i ispat bilgiler”e rağbet ederse netice ne olur? Arz ettiğimiz üzere Descartes’inki bir varsayımdır. Kendini düşünebilme referansı ile var kabul eder ve sistemini bunun üzerine inşaa eder. Olur da bir gün bir cins kafa varlığı “gayri kabil-i ispat” bilgi kaynakları referansıyla varsayarsa ve bu varsayım da kabul görürse… Yani Kant’ın aklı tenkit etmek sureti ile kuyuya attığı taşı birileri çıkarmaya çalışırlarsa, modern paradigma iflas eder mi? “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanına güvenerek burası da böyle muğlak bırakılacaktır.*

Vesselam…

*Yazının son cümlesi 5. Paragrafından alınmıştır.

 

Have you known what makes the fisherman to put all the live Crabs into a basket? The crabs themselves of course! They keep on crawling up, one on another, one on another until no crab spills out, because each of them was an obstacle to another.

Now with the little scenario above, when I ask you to drop a gaze over the muslim community in Sri Lanka, I’m sure that you would have already figured it to be the Islamic Movements among us. These movements are none but unofficial representatives of every muslim in this island. But these have some or however failed merely to prove themselves in the past few years. And on the contrary these have but caused sparks within the community which eventually had not failed to grab the attention of the fellow citizens of this land.

The conflict or un-agreement between us which is in fact a disease of this society springs out from a many reasons. This would only bring about a disaster to the whole body unless the remedy is found and cured. On this month’s Trend, I would like to emphasize on four principles stated by Usthaz Bediuzzaman related with such misconceptions and the due remedies for them.

The first among those principles is ``When you know your way and opinions to be true, you have the right to say, "My way is right and the best." But you do not have the right to say, "Only my way is right." According to the sense of "The eye of contentment is too dim to perceive faults; it is the eye of anger that exhibits all vice;" your unjust view and distorted opinion cannot be the all-decisive judge and cannot condemn the belief of another as invalid”.

The next he says that “It is your right that all that you say should be true, but not that you should say all that is true. For one of insincere intention may sometimes take unkindly to advice, and react against it unfavourably”.

As the third one, “If you wish to nourish enmity, then direct it against the enmity in your heart, and be an enemy of your evil commanding soul. He also stresses that if you wish to defeat an enemy, respond to his evil with good. For responding in evil will increase the enmity and even though he is outwardly defeated, he will nurture hatred in his heart and hostility will persist.

The last principle goes as “Those who cherish rancour and enmity transgress against their own souls, their brother believer, and Divine mercy. For such a person condemns his soul to painful torment with his rancour and enmity. He imposes torment on his soul whenever his enemy receives some bounty, and pain from fear of him. If his enmity arises from envy, then it is the most severe form of torment. For envy in the first place consumes and destroys the envier, and its harm for the one envied is either slight or nonexistent”.

The above were four principles under the fourth aspect among the many of them, which stands as reason for un-agreement among the Muslims and their remedy. No doubt that our movements’ got a lot of heed to take from them.

As Muslims, our collective goal unites us all towards one direction. We all work for the contentment of Almighty God. Mis-opinions are a reflection of a true and nature of the mankind which definitely does manifest the oneness of the God to create the same kind of a creature in differences.  It had always existed in the history of the Mankind, in fact even among the great companions of the Prophet(pbuh). But since our objective is one, it’s not that we should despite over the differences among us but unite on the base of many commonalities. Look how Bediuzzaman puts it so beautifully:

“Your Creator, Owner, Object of Worship, and Provider is one and the same for both of you; thousands of things are and the same for you. Your Prophet, your religion, your qibla are one and the same; hundreds of things are one and the same for you. Then too your village is one, your state is one, your country is one; tens of things are one and the same for you. All of these things held in common dictate oneness and unity, union and concord, love and brotherhood, and indeed the cosmos and the planets are similarly interlinked by unseen chains. If, despite all this, you prefer things worthless and transient as a spider's web that give rise to dispute and discord, to rancour and enmity, and engage in true enmity towards a believer, then you will understand -unless your heart is dead and your intelligence extinguished- how great is your disrespect for that bond of unity, your slight to that relation of love, your transgression against that tie of brotherhood!”  

Yes, how great is our disrespect for that bond of unity?! As I had stated above, the Movements do reflect the aspect of difference among us, I’m a member of the movement which carries the very same idea inspired by me. And my brother, His. Is it all possible that such a thinking pattern should inflict enmity among us rather making way for sharing and collaborating our ideologies towards a positive cause? Hence we must try reflect the maturity in us. Every movement and organizations among us are worthy more than Golds simply because all strive for the betterment of the Human society in the Hereafter seeking his contentment. Therefore every individual and groups among us are worthy to be respected, if it’s the eternal award we are waiting for sincerely.

Love can do what hate don’t. Let’s learn to love, Practice love and teach to love. Let’s not envy our fellow’s advancement as the crabs do but corporate with each other so that all of us can grow together. Let’s walk strait as worthy creatures of this modern civilization, but not as savages. 

-Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" tezini yazmasının üzerinden 22 sene geçti.

-Edward Said'in karşılık olarak "Cehaletler Çatışması" tezini öne sürmesinin üzerinden 14 sene geçti.

-Fransa'da bir dergiye düzenlenen saldırının ise kırkı henüz çıktı.

Medeniyetler Çatışması en basit ifadeyle dünyadaki temel çatışma kaynağının ideolojik veya ekonomik sebeplerden çok kültürel olacağı tezi. Bu çatışmada aslan payı ise İslam-Batı çatışmasına veriliyor. 

Cehaletler Çatışması makalesi ise temelde "Batı" ve "İslam" isimlendirmesinin kesinliğine itiraz eder ve Medeniyetler Çatışması makalesinin bir tez değil ideologluk olduğunu iddia eder. Said'e göre medeniyetler arasında iddia edildiği gibi sınırlar yoktur, dahası medeniyetler birbiriyle etkileşim kurarak kendilerini güçlendirmişlerdir. 11 Eylül'ün ardından kaleme alınan makale aslında saldırı sonrası Batı medyasının Huntington'a düzdüğü övgülere ve okurun sahip olduğu  Batı'lı kimliği  provoke etmelerine tepki amacı da taşıyor. [i]

İki makalenin mutabık olduğu tek nokta ise çatışma. Öyle ya insan ölümlü olduğu kadar ölümcül de olan bir varlık. Fakat bu çatışma beklentisi postu deldiren modernizm yerine ikame edilecek bir medenileşme basamağının olmamasından kaynaklanıyor. Huntington başat medeniyetlerin birbiriyle çatışacağı iddiasını bu yüzden kuvvetli argümanlarla destekleyemiyor.

Modernizm evrim basamaklarını üçer beşer atlayan bir insan tasavvur ederken vardığımız post-modern akıbet evrimcilerin "bizde geri vites olmaz" iddialarını gözden geçirmelerini gerektirici cinsten. Teknolojinin sunduğu yeni hayat tarzı, vücutta bıraktığı etkilerle bile klasik evrim şemasının yüzünü kara çıkartıyor. Boyun eğikliği akıllı telefonların etkisiyle artan, yürümeyi unutup kaslarını atıl bırakan nesil, evrimin bir sonraki basamağında daha gelişmiş bir insan türü bekleyenleri tedirginliğe sevk ediyor. Provokatif bir ifadeyle: "Teknoloji terakkiye mâni oluyor." Daha nice modern ütopyanın peşinden koşanları sükut-u hayale uğrattığı malum. "Batı medeniyeti çöküyor" demenin moda haline gelmesi içindeki gerçekliği göz ardı etmemize sebep olmasın. Ayırdına varılması gereken asıl mevzu ise günümüz insanının da içten içe bunun farkında oluşu.

***

Aydınlanma ile beraber "laikleşen, rasyonel, pozitivist, bireyci Batı'nın yeni mitlere, yeni dinlere ihtiyacı vardı. 'Akıl Çağı'ndan 'İdeolojiler Çağı'na geçiş, bu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı."[ii] İkinci Dünya Savaşı post-modernizmin doğuşunu ilan etse de ideolojilerin salası henüz okunmamıştı. İdeolojilerin sonunu müjdeleyen Fukuyama'nın Tarih'in ve İdeolojilerin Sonu makalesi oldu fakat Fukuyama'nın öngördüğünün aksine bu, tek bir ideolojinin dünyaya egemen olması demek değildi. Aksine modern ideolojilerin tamamına yönelik eleştiri akımları kuvvetlerinin zirvesine çıktı. Ya sonra?

Sonra bizim kuşak doğdu. Fikrini besleyen en önemli unsur 'eleştiri' olan kuşak. "Din afyondur" sözüne tekabül eden ideoloji dinini yitiren neslin afyonu patlamaya başladı haliyle. Her ne kadar 'teknoloji' dini tebliğ edilmeye başlasa da bu yeni din ekonomik boyutu haricinde modernizmle mücessem Batı medeniyetini beslemeye yetmedi. Sonuç: kendini uyutamayanlarda baş gösteren mutlak buhran. Bu buhrandan kaçamayanlar, bu buhranı taşımaya da güç yetiremediyse radikalliğe savrulmaya başladı. Bu radikallik tabi ki kökünü eleştiriden alıyordu, eleştiri temeline bina edilen kimlikler de biriken enerjinin tahrip olarak geri dönmesine sebep oldu, oluyor.

***

Hal-i alemde değil birbiriyle çatışacak iki medeniyet, meşru  bir egemenlik tahkim edebilmiş herhangi bir medeniyet mevcut değil. Yusuf Kaplan'ın aforizmasıyla: "Bu dünyaya söylenecek bir söz var, o sözü söyleyecek biziz; ama biz yokuz." Tafsilatıyla: Aydınlanma Çağı'ndan bu yana söz söyleyen, söylem kuran bir iktidar olarak Batı vardı. Fakat iktidar olmak Batı'yı medeni yapmıyordu, "mimsiz  medeni" yapıyordu; yani 'deni', yani alçak. İslam Medeniyeti ise henüz taşıyıcılardan yoksun, ve çözümü daha fazla iktidarda arayanlardan muzdarip.

Sonuç yerine: "çatışma" medeni değil barbarca bir olgu olarak görülebilecekken, medeniyeti başka coğrafyalara çatmak için diline dolayan Batı'nın sorunu medeniyetledir. Bunun yerine bizzat "çatışma"yı sorun sayıp çözüm olarak medeniyeti sunmak ise selamettir, İslam'dır.

 

[i] Said, Edward. Cehaletler Çatışması. The Nation, Ekim 2011. çev: Musa Ceylan

[ii] Örs, H. Birsen. Modern Siyasal İdeolojiler. İstanbul: İst. Bilgi Üni. Yay. 2013

 

 

 

 

 

Online dergiler Online dergiler