"Ada senin için nedir?" diye sorsanız, en azından okuldur derim. Uğruna sabahladığımız sayılar, kaderin sosyal ağını ördüğü dostluklar, teneffüse çıkmadan tasnif ve tashih ettiğimiz yazılar, arada yaptığımız devamsızlıklar, ödev misali yazdığımız deste deste paragraflar... Bugüne dek 93 ülkeden, yüzbinlerce ziyaretçi Ada'ya uğramışsa gidiş yolundan puan almışız demektir. 

Sayfalarına hangi hatıraların sinmiş olduğunu, ne heyecanların ve hayal kırıklıklarının, nasıl mutluluk ve kızgınlıkların kazındığını çalaklavye yazmak mümkün değil.

Dört yıl boyunca bizimle beraber ada sahiline köşe açmış Robinson Crusoe'lara, dergiyi tramplen yapıp organize ettiğimiz yüz elliye yakın toplantıya katılmış yoldaşlara ve senelerdir gece uykusu ile gündüz aydınlığını vakfeden Halil kardeşime selam olsun: Üreten güzeldir!

GELİNLİK GİYEMEDEN ÖLEN FATMANUR’UN DESTÂNIDIR

 üç nisanda Hakk'a yürüdü Fatmanur

 

yüzünde nurlu izler vardı gökler billur

 

âh bilseniz nasıl sevinç doluydu o gün

 

sanki Allah'ın en güzel kuluydu o gün

 

ışıl ışıl bakardı çakır yeşildi gözleri

 

melekler tarafından sevildi gözleri

 

yazısı öyle yazılmış Kalem'le ezelden

 

Azrail güzelce can alırmış güzelden

 

âh ben dünyalara doyamadan gittim

 

anamı babamı hiç kıyamadan gittim

 

hoş bir hatıra bıraktım nişanlıma

 

bir veda selamı bırakıversin alnıma

 

tomurcuk açmış taze bir fidandım

 

nazlı mı nazlı sessiz bir figândım

 

müjdeci melekler göndermiş Rabbim

 

bir hayale doğru akıvermiş kalbim

 

genç yaşta böyle ölüm dilemedim

 

yazım ezelden böyleymiş bilemedim

 

yeni girmiştim daha yirmi bir yaşına

 

alıp da koydular beni musalla taşına

 

tabutum üstüne bir gelinlik serdiler

 

namazım kılarak helallik de verdiler

 

yenice açmış tomurcuk bir çiçektim

 

güllüğüm bilmeden nice güller ektim

 

teller duvaklar takınıp olamadım gelin

 

artık hatırladıkça siz mezarıma gelin

 

şimdi çokça üzülüp ağlama sen ana

 

hadi bir hatim indiriver nazlı kızına

 

baba sen de artık hoşça sabret dayan

 

cennet bahçesi önümde ayan beyan

 

bir haller oldu ecel şerbeti içiverdim

 

Allah aşkıyla kendimden geçiverdim

 

bildim gerçek aşk bu imiş ey yârenler

 

Allah deyip ol Güzel'e gönül verenler

 

âretim şimdi vakitsiz veda zamanıdır

 

dostlarımızın da bize vefa zamanıdır

 

hayırda hayır var hayır yokmuş şerde

 

ey âhiret yolcuları buluşuruz mahşerde

 

unuttuğum selam varsa siz söyleyiverin

 

olsun aleykümselam Fatmanur deyiverin

 

cennet süsleri verildi takılarım yerine

 

dediler cennette yer açın bu nazlı geline

 

ben razıydım Rabbim de benden razı oldu

 

kısacık ömrüm de böylece son buldu

 

çeyizim elişlerim benden hatıra kalsın

 

dünya dünya diyenler bundan ibret alsın

 

anam babam bir dediğimi iki etmezdi

 

günlerim az gelir gece bana yetmezdi

 

doğuştan güleçtim hep gülerdi yüzüm

 

boyum serviydi gözlerim iki üzüm

 

evet zamansız oldu göçtüm de gittim

 

bir tas ecel şerbetinden içtim de gittim

 

güllerin kaderi böyle erken solarmış

 

kabrine Muhammed gülleri dolarmış

 

anneciğim mezarıma bir gül dikiniz

 

komşular siz de hakkınızı helal ediniz

 

ölümden sonra huriler karşıladı beni

 

dediler Fatmanur Rabbin affeyledi seni

 

inşallah komşu olurum Fatma Anamıza

 

Allah zede getirmesin hiç imanımıza

 

şimdi ben nurlar ile güller içindeyim

 

tarif edilmez güzel haller içindeyim

 

bana yoldaş oldu okuduğum Yâsînler

 

okunan bu destan Fatmanur’un desinler

 

Yalnız Ozan duydu bu destanı düzdü

 

okuyup dinleyenleri yürekten üzdü

 

gelin ey âşıklar edelim güzel bir dua

 

Fatmanur Hanım'ın ruhuna el-Fâtiha

Osman Kibar

Vefa, artık Fikir Adası’nda da bir semt ismi. Günah çıkarma hücresi veya yollanmamış mektuplar postanesi değil, rahlesinden geçilen hocalarımız için birer paragraflık saygı duruşu. Samimi satırlarda emek borcunu ifa çabası.

İlk misafirimiz sayın Prof. Dr. Aydın Gülan.

Lâyık olmak dileğiyle...

***

Yıllar önce kitaplarımın birinde ‘hayat kahramanlarımdan biri’ olarak ilan ettiğim değerli insan... Üniversite koridorlarında sadece bir hoca zannederken, sokağa inince sanki bir sokak uzmanı ile karşı karşıya kalmıştım yine yıllar önce. Yıllarca üniversitede aynı katta komşu olmanın zamanla yarattığı yakınlık sayesinde kendimizi arada uzaklarda bulduk arkadaşlarla.

Uzaklara yemek turlarından ara sokaklarda en iyi narların nerede bulunduğuna kadar genişleyen anılar canlanıyor düşündükçe.

Fakat onların hepsinden öte, bilimsel olarak ilk bakışta çok zor bulduğunuz fikirleri, onunla konuşmaya başladıktan sonra kendiniz savunuyorken bulabiliyorsunuz. Ve bu, üstelik ilgimi en çok çeken özellik. Faydalı sohbetler, değişik bakışlar, yeri geldiğinde tavizsiz tavırlar... Düşündükçe, aklımda şekillenen kavramlar bunlar...

Yıllar olmasına rağmen tanıyalı, hala yeni yönlerini keşfetmeye devam ettiğim bir insan ve hocam... Bu da bir insanın ne kadar heyecan verici olabileceğini gösteren diğer özellik...

Doç. Dr. Zekeriya Kurşat

*

Prof. Dr. Aydın GÜLAN, Hukuk Fakültesi Lisans Öğretiminde (1995-1999) Hocamız oldu. Yanlış hatırlamıyorsam, İdare Hukuku Dersi’nde kendisinden kamu malları ve kolluk konularını dinleme fırsatını bulmuştuk. Hocamızın oldukça akıcı anlatımı ve yer yer nükte de içeren çarpıcı örnekleri sayesinde derse olan ilgimiz hep üst düzeydeydi. Mezun olup, Fakültede meslek hayatına başladıktan sonra Hocamızı daha yakından tanıma imkânı elde ettik. Hocamızın gerek bizlerle gerekse öğrencilerle olan sıcak ilişkileri, engin genel kültür bilgisinin yanı sıra farklı şehirler ve yemekleri hakkındaki şaşırtıcı detayları içeren tespitleri hayranlık uyandıran ve her zaman için örnek almaya çalıştığımız yönlerinden bazılarıdır. Bu vesileyle kendisine bir kez daha saygılarımızı sunuyoruz.

Yard. Doç. Dr. Selman Dursun

*

“Hayatın ve tutacağın yol hakkında tereddüde ve kararsızlığa düşüp de bir ışık aradığın zaman, fikrini soracağın kimseyi iyi seç.” / Ali Fuad Başgil

 “Acaba şimdi, burada, bu durumda O olsaydı ne düşünür, nasıl davranırdı...” diye düşündüğü birileri olmalı insanın. Hatta adeta zımnî bir danışma mahiyetinde içten içe gözlemleyeceği birileri. Yıllar sonra bile, henüz mesleğinin ilk yıllarındaki başarısından söz ettirecek kadar alanına hâkim olmasının yanında; uzman cehaletinden uzak, multi-disipliner bir yaklaşıma sahip birileri. Üsküdar’ın size hatırlattıklarından birileri. Ve lavanta kolonyasının. Kitabınızın satırları arasında size eşlik eden tambur sesinin bir de. Çiçeği burnunda bir stajyerin, devasa adliye koridorlarında karşılaştığı ve şablonlaşmış ifadelerle iletişim(!) kurduğu onlarca sîmanın yanından her ayrıldığında; samîmî ve güler yüzlü ciddiyetini aradığı birileri. [Aslında bu, çoğu zaman bir dezavantaj niteliği arz eder, çünkü artık tanıştığınız insanlardan beklentileriniz, dolayısıyla da hayal kırıklıklarınız artabilir. Ama sonra düşünürsünüz; o “birileri” bu hayal kırıklıklarıyla hem sosyal ilişkilerinde hem de hukukî temelde yıllarca mücadele etmiştir de o sağlam duruşunu, nezaketini, zarafetini muhafaza etmiştir. Bu da O’ndan alacağınız bir başka derstir]

Belki de en mühimi, insanın kendi kendine saygı duymasını öğretecektir. Zîra, birbirinden kaliteli, sağlam ve estetik malzemelerle böyle bir kişilik inşa etmek; bedenine, zihnine, kalbine, zamanına, hilkat sebebine saygı duymanın bir ürünü olsa gerektir. Usta bir aşçı düşünün, birbirinden güzel malzemelerle lezzetli ve bir o kadar zahmetli bir yemek hazırlamış olsun. Gelin görün ki, tuzu eksiktir yemeğin. Dolayısıyla lezzeti tam olarak almanız neredeyse imkânsız. Bir tutam tuz, her şeyi halledecektir. İşte o “birileri”, tıpkı bir tutam tuzun yemeği itmam ettiği gibi, tüm bunlara eklediği tam kıvamında bir tevâzu ile ikram ettiklerinden öylesi lezzet almanızı sağlayacaktır. Tabii, bu tevâzuun sizi, ardında gizlediği, o sunulmamış engin deryayı düşünmeye sevki işten bile değildir.

Elif Aslı Akyüz

*

Aydın Gülan hoca, her talebesinin istisnasız kendisine hayranlık beslediği, alanına hâkimiyetini en ilgisiz kişinin dahi fark edebileceği, dünyanın en sıkıcı derslerinden birinin hocası olmasına rağmen dersleri iple çekilen bir hukuk profesörü. Normalde hocaların övünç kaynağı olan bütünlemeye kalan kişi sayısını kendine dert edip ek dersler düzenleyen, sayısını artık hesap edemediğimiz öğrenci kitlesine tek tek kâğıtlarını inceleten, kapısını çaldığınızda veya mail attığınızda dünyanın en gereksiz şeyinden dahi bahsetseniz sizi dinleyen, cevaplayan, hiç ümit yoksa bambu ağacının hikâyesinden bahseden bir hoca. Öğrencilerine İdare Hukuku'ndan çok daha mühim şeyleri tavrıyla, yaptıklarıyla, söyledikleriyle izah eden, kavratan bir hoca, şükür ki hocamız...

Halil Kaan Canan

*

Yağmurlu bir ikindi üzeri ve endişeliyim. Okuldaki ilk zamanlarımda zihnimi yoran pek çok şey var. Üst sınıftan bir arkadaşımın tavsiyesini dinleyerek okuldan bir hoca ile tanışmak üzere havuzlu bahçeden karşı binaya geçiyorum. Fakülteye aşina ve belli ki fakültenin aşina olduğu bir profesör. Adını bildiğim, henüz derslerinden birini almadığım hocam, genişçe aralık kapısının karşısında, çalışma masasında oturuyor. Çekingen tavrımdan mı bilemiyorum –hocanın her misafirini böyle buyur ettiğini sonra anlıyorum- cana yakın tavrıyla içeri davet ediyor. Girişte duvarları görünmez kılarak devam eden geniş ve derli toplu sayılabilecek bir kütüphanesi var. Karşısındaki sandalyelerden birine oturuyorum. Masası yoğun ancak misafire ‘‘vaktim yok’’ mesajı veren bir hâl yok. Hocamın hocası, kendi kitap dizisini ziyaretçiyle araya set çekmek için kullanırmış. Burada sessiz bir düzen var, hoca dersleri nasıl bulduğumu ve hocalarla tanışıp tanışmadığımı soruyor. Odasında bulunan –hatırladığım kadarıyla çikolatalar- kutudan bir şeyler ikram ediyor. Ben de anlatıyorum, sudan çıkmış balık halim İstanbul’un sağanağında ve hocanın güven telkin eden ciddi ses tonunda duruluyor. O günden sonra okulda gördüğümde hocaya selam veriyorum ve yakın bir zamanda Aydın hocadan ders alma imkânım oluyor.

Derslerinde, hocanın alıştıkça anlaşılır hale gelen uzun ve kesintisiz cümleleri, başta izah etmiş olduğu ders akışında devam ediyor. Zamandan kopuyor olsam da biliyorum, bu dersin süresi yetmeyecek. Hocanın cana yakın tavrını kürsüden de hissedebiliyorum. Dersin akışı söz almak isteyenlerce bölünebiliyor ama kopukluk yok, hoca derse katılan yeni görüşü pek çok yönden değerlendiriyor. Zihnindeki planda seyretmiyor hayır, sanırım bu nedenle etraftaki eller havaya kalkmaya başlıyor. Hoca, temellendirilerek açıklanan muhalif bir görüşe kendisine katılan görüşten daha çok ağırlık veriyor. Asistanları ve öğrencileri değişik açılardan bakarak ders akışına dâhil oluyor.

Derste şehre dair ince detaylar gizli, hoca kendisini her ziyaret edişimde yaptığı gibi değişik derslerinde de öğrencilerine şehirden bir şey ikram ediyor. Kendi tecrübelerinin değer biçilemeyecek incelikleri ile birlikte zihnimizde güzel bir not olarak kalıyor bunlar. Bir kitap, bir yazar ismi, eski bir pasaj adresi, pek kimsenin farkında olmadığı tarihi bir fırından sıcak bir parça çörek, merakını sürdürüp doğru soruları sorabilecek kadar temrin yapmış olanlara birkaç sağlam cevap. Tecrübeleriyle hemen karşımızda olan hocamızı ciddiyeti ve iyimserliğiyle bize yakın ve anlaşılır kılan, teşviklerinin ciddi anlamda etkili oluşu. Bu, yaşımızın ve bölümümüzün zorlukları arasında iyileştirici bir dayanak.

Bize bir ufuk kazandırıyor, meslektaşı ve aynı anda öğrencisi olarak kalabileceğimizi hissettiriyor. Bir de yetiştirdiği öğrencilerinden tecrübe etmiş olmalı ki ekliyor: ‘‘Belki bir gün biz de sizin öğrenciniz oluruz…’’

Didem Çiftçi

*

4 yıllık hukuk fakültesi serüvenim, kendimce önem atfettiğim dersleri takip ederek geçti. Amfinin sıkı takipçilerinden olamasam da her daim şükran ve hayranlıkla andığım Aydın Gülan hocamızın ve derslerinin müdavimi idim.

Kendisiyle olan ilişkim kürsüden öteye geçememiş olsa da, üslubu ve kelamıyla bende derin izler bırakmış; haddim olmadığı halde bu satırları kaleme almama da işbu hisler sebep olmuştur.

Alanına hapsolmuş kimi ünvan sahiplerinin yanında onun geniş entelektüel birikimi, zarafeti ve mütebessim siması kendisine hayran olmak için yeterlidir. Ancak hocamız, her daim araladığı kapılarla bizi şaşırtmış ve yelpazesindeki bu renklerin yalnızca bizim gözümüzün alabildiği kadarı olduğunu hissettirmiştir. Ki bu hissiyatımda yanılmadığımı hocamızın, ebru üstâdı Mustafa Düzgünman’ın son icazetli talebelerinden olma hikayesini öğrendiğimde bir kere daha anladım.* Öğrencileri nezdinde bu denli kıymetli olmasına gelince... Derste sorduğu sorular karşılığında yemek ısmarlayan, sınav sorusu olarak “İdare Hukuku ile alakalı ders kitabı dışında okuduğunuz bir kitap yahut makale hakkında bilgi veriniz’’ şeklinde ezberbozan bir yaklaşım güden, derste gönüllü öğrencilerden oluşan gruplarla farazi dava yarışmaları düzenleyen, İÜHF bünyesinde ilk video kayıtlı dersi gerçekleştiren hocamız bu yaklaşımıyla bize bir akademisyenin haiz olması gereken vasıflarını sezdirmiş, hepsinden evvel türümüzü temsil etmeyi ve ‘insan’ denince hatırlanıyor olmanın önemini öğretmiştir.

Hocamız ve fildişi kulesi bizim için bir sığınak, başımız sıkıştığında her daim çalabileceğimiz sağlam bir kapıdır.

*Ahmet Yüksel Özemre, Hasretini Çektiğim Üsküdar kitabında Mustafa Düzgünman’ın hayruhaleflerinden bahsederken Aydın hocamızı da bu nadide isimler arasında görmekteyiz.

Buket Abanoz

*

Söz konusu bir derya olunca, sizden kendi aklınca yorum yapan tecrübesiz birinin kelimelerine tahammül etmeniz beklenir. Hâlbuki onu her tanıyan başka bir his duyup başka bir mana bulacaktır. Yine de birileri kalkar iki satır karalar. Ben tanıdım demek ister heyecanla, anlatmaya kalkar onu ifadeden uzak bulanık anlatımıyla. Ben de bu cesaretle ve ‘lavanta kolonyasının kokusundan’ aldığım ilhamla yazmaya niyetlendim. Çocukluğumuzda anlatılan seçilmiş şahsiyetler sanki uzaktaki bir masal diyarında yaşardı, hâlleriyle hâllenemeyecek kadar uzakta. Fakat bizim çağımızda, bizim yaşadıklarımızla, bizim çorak iklimimizden farklı bir hissiyatla yaşayan birinin olması önce dönüp kendimizi yoklamamıza ve sonra vakitli vakitsiz kapısını aşındırmamıza sebep oldu 4 yıl boyunca. Ne hâlimizde edep vardı ne de hitabımızda. Buna rağmen dupduru sohbetinden nasiplenmek için odasına girdiğimizde ham hâllerimizi isabetle sezse de bize hissettirmeden veciz sözleriyle eğitti. Şimdi o sözlerin her biri ayrı bir manaya kapı açıyor zihnimde. Zannediyorum kendisinin sehâveti, zarifliği ve vakur duruşu herkese mâlum ve bu hâliyle daha birçok kimsede derin izler, hatıralar bırakacak. Umarım onu daha iyi tanır ve kıymetini üst düzeyde idrâk edebilirim.

İlmine, irfanına bereket Kıymetli Hocam...

Sümeyra Başyiğit

*

"Tam bir İstanbul beyefendisi". Bir kamuoyu yoklaması yapılsa 10 kişiden 9'u böyle tanımlayacaktır Sayın Aydın Gülan'ı. Öyledir de gerçekten, kibar, anlayışlı bir insan. Meselâ başında bulunduğu İstanbul Üniversitesi İdâre Hukûku Anabilim Dalı'nın çok güzel bir geleneği: Orada kapılar aslâ kapanmaz! Bu sâyede oraya kim giderse gitsin karşısında her zaman bir muhatap bulur, orada kapılar arkasında iş dönmez. Şeffaftır orası, daha doğrusu "Günışığında Yönetim"dir. Aydın Hoca'nın herkesi kendine hayran bırakan bir başka özelliği de ilmidir herhâlde. Çalıştığı alanın uzmanı olmasının yanında diğer birçok alanda da engin bilgi birikimine sâhiptir. Benim Aydın Hoca'ya duyduğum muhabbetin bu denli olmasını sağlayan da bu sanırım. O yüzden bana sorduklarında İstanbul Beyefendisi demiyorum, o konuda zâten herkes mutâbık. Bana Aydın Hoca'yı sorduklarında kimsenin söylemediğini söylüyorum: her seferinde İdâre Hukûku ile ilgili bir sorunla ya da soruyla gittiğim ve her seferinde sorduğum sorunun cevâbından çok daha fazlasını bana katan insan, Hocam, meslekteki Üstâdım. Umarım ömrümü adamayı niyetli olduğum mesleğimi ondan öğrenmek ve onun yanında icrâ etmek nasîb olur.

Aykut Purde

*

Aydın GÜLAN'dan İdare ve İdari Yargılama Hukuku derslerini almak... Kulağa hoş geliyor değil mi! İşte ben, diğer değerli sınıf arkadaşlarımla birlikte o şanslı azınlıktan biriyim.

Aydın Hoca nasıl biridir? Naziktir. Kibardır. Sakindir. Vakurdur. Öncelikle dinler. Az bulunur bir özelliği daha vardır ki; anlamaya da çalışır. Onu farklı kılan da sanırım budur.

Kendisi tam bir gurmedir... Erişilmez bir yemek kültürü vardır. Hatta derslerde sorduğu soruya doğru cevap veren arkadaşlarımız, o eşsiz lezzetleri tadabilme lütfuna ermişlerdir.

Ayrıca kendisi tam bir bilge adam portresi çiziyor. Eğer ki onunla bir şekilde zaman geçirebilmişseniz bunu hemen fark edersiniz. Mesela size hangi şehirli olduğunuzu sorar, ve verdiğiniz cevap hangi şehir, kasaba hatta köyse dahi kesin o yerle ilgili bir diyeceği vardır.

Sözün özü biz hocamızı çok sevdik. Keşke İdare Hukuku dersleri 4 yıl sürseydi

Sevgiler Kıymetli Hocam...

Kübra Kayrak

*

Yatay geçiş yapmam sebebiyle 2. sınıfta benim için her şeyin yeniden başladığı günlerdi. Yeni bir okul, yeni hocalar ve yeni arkadaşlar… Derin düşüncelerin zihin penceresinde bıraktığı buğuyla dış dünyayı algılamaya çalışıp, İdare Hukuku dersinin başlamasını bekliyordum. Az sonra Amfi 6’nın kapısından, yüzündeki tebessümle birlikte Aydın hoca girdi ve kürsüye doğru yürümeye başladı. Ancak farklı olan bir şey vardı. Aydın hoca her merdiven adımında fiziken yükselmesine rağmen, öğrencileri yani bizimle göz hizasını kaybetmiyordu. Nitekim bu farkındalıkla ders boyunca müşahede ettiğim müspet farklar, ders sonunda zihin penceresindeki buğuyu dağıtmış ve İÜHF’ye gelerek verdiğim kararın yerindeliğini bana ispat etmişti. Artık ben de kendisine muhabbet duyan binlerce öğrencisi gibi, hocanın müdavimleri listesine asil kaydımı yaptırmıştım.

Aydın Hoca içinde hayata ve hukuka dair çoğu sorunun cevabının bulunduğu bir kitap gibiydi. O derste konuştukça ben sessizce içimden takip ediyor ve devamlı istifadeye çalıyordum. Ve okul yılları bizim için bulunan en ufak bahanelerin gölgesinde, hocanın gönlü gibi daimi açık olan oda kapısını arşınlama gayretleriyle sona erdi. Ancak mezun olmamıza rağmen ne ben ne de arkadaşlarım, Aydın Hocayı hemen ilk fırsatta ziyaret etmekten usan(a)madık. Çünkü kalbimizde ona karşı temayül eden muhabbet mesafe tanımadan artarak devam ediyor, bir araya gelinen dost meclislerinde mutlaka bir kere dile geliyor, bazen de tesadüfen birbirimize bahsettiğimiz rüyalarda inkişaf buluyordu. Ve eğer bir gün bize “Aydın Gülan’dan ne öğrendiniz?” diye sorarlarsa vereceğimiz cevabı da çok iyi biliyorduk: Tevazunun ne demek olduğunu.

Dipnot: Bu satırlar övülmekten şeytandan kaçar gibi kaçan hocamızın affına sığınılarak, tek defaya mahsus olmak üzere, tarafımca hiçbir baskı altında kalınmadan kaleme alınmıştır. Vaktim olsa, kendimi daha kısa yazarak ifade etmeye çalışırdım. Vesselam...

Ömer Faruk Alimoğlu

***

Vefa ve saygılarımızla,

Derleyen: Said Doğrul

________________

Sayın hocamızın takdimimize cevaben yapılmasını gerekli gördüğü açıklama:

Görüşlerini yazan Saygıdeğer Meslektaşlarım, öncelikle değer ve önem verdiğiniz, içten geldiğine emin olduğum tespit, düşünce ve duyguları ifade ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bu tür şereflere nail olabilen herkes gibi, mutlu oldum. “Vefa”lı meslektaşlarım olduğu için kendimi çok şanslı saydığımı bilmenizi isterim. Gösterdiğiniz sevgi ve saygıya inşallah layık olurum.

Ancak, samimiyetle yazıyorum, emin olun, bütünüyle hak ettiğimi, kesinlikle düşünmüyorum. Okuyanlar bakımından yanıltıcı olabilecek notlara açıklama getirmek zorunluluğunu hissediyordum. Yazdım da… Ancak Cemil Şirin’e okuttuğumda bu açıklamaların amacın tam tersi sonuç doğurduğunu belirtti. Dolayısıyla yazılardaki hak etmediğim övgü niteliğindeki değerlendirmelere karşı önce yaptığım tek tek açıklamaları, bence tashih etmesi bakımından önem taşımasına rağmen, amaca aykırılık oluşturma riskini dikkate alarak, çıkararak gönderiyorum. Çünkü ayrıntılı bir açıklama yazarak, fark etmeden dolaylı yönden “hayranlık” sağlamak peşinde görülmek istemem.

Bu açıklama ile amacım şudur: Biz eğer millet nezdinde bir katkıda bulunmak istiyorsak, değerlendirmelerimizi her şartta, sevdiklerimiz için bile, daha “isabetli” yapabilecek bir farkındalık düzeyinde tutmak zorundayız. Kişilere ilişkin gözlemler bunun küçük ve önemsiz bir parçası gibi görülebilir. Ama toplumların, giderek artan sahte kahramanlar, maksatlı öne çıkanlar/çıkarılanlar, zehri altın kupayla veren melek görünümlü zalimlere karşı giderek artan oranda doğru değerlendirme bakımından yol gösterici “yardım”a ihtiyacı vardır. Bir toplumun “okumuşları”nın, “aydınları”nın gerçekçi gözlemler ve değerlendirmeler yapması sanıldığından daha önemlidir. İnsanların, kurumların, işlerin yerli yerine oturmasını, sahte görüntülerin kuvvetlenmemesini sağlayabilir.

Bu yüzden “ilk elden” söylemek gerekirse, burada bahis konusu olan “ben”, kendisiyle mücadele edilen, edilmesi de gereken; insan olarak iyi ve faydalı olma, zarar verici olmaktan kaçınma, katkıda bulunma, bilgi ve kültür düzeyini arttırma gayretinde olan, ama kesinlikle “zirve”lerde dolaşmayan bir “ben”dir.

Bunca yıldır aynı bedende birlikte olduğum için sizden daha iyi tanıdığımı sandığım “ben” hakkındaki “değerlendirmeler”e hem teşekkür edeyim, hem de “vefa” gereği, “yanıltıcı” sonuçlara yol açabilecek etkilerine karşı genel bir ikazda bulunayım istedim.

Başkalarının önünü açabilir ve “zirve”lere çıkabileceklere “gayret” verebilirse, “yol kesicilere” engel olabilirse, üstelik sonrasında onlar yerine kendisi de bir engel teşkil etmezse, kalp kırmaz veya olabildiğinde az kalp kırmış olarak ve hak sahiplerinden helallik alabilerek buradaki yolculuğunu tamamlayabilirse, inşallah, “bendeniz” kubbede hoş sada bırakmış olacaktır.

Aydın Gülan

Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır.

2011 yılından bu yana ruh çağırmaya devam eden Fikir Adası kitap tahlil şubeleri, şu ana dek otuzdan fazla eser takip etti. Son olarak şehir ve sinema temaları üzerine çalışma yapan Okurgezer grubu, etkinliklerine bir müddet ara verdi. 

Okumaların yeni takvimi buradan duyurulacaktır. Bağdaş kurmak isteyenler için 5N1K:

Ne? Eserin ana hatlarının tespiti, satır aralarında kalmış noktaların telafisi ve önemli detayların tetkikine çalışılan bir fikir atölyesi. 

Nasıl? Önceki toplantılarda belirlenmiş kitap evde okunur ve fosforlu kaleme bulanır. Sayfa değiştirirken uyanan çağrışımlar, akla damlayan fikirler kenara not edilir. Söz konusu ifadelerin lisan-ı kâl ve hâle yansımasına çaba gösterilir. Tevfik Allah'tan...

Ne zaman? Üniversite öğrencileri için bir gün 36 saattir. Dolayısıyla haftalık periyotta toplanıyoruz; kimi zaman 10 günde bir. Sınav takvimi yumurta sepetini kapı önüne koyduğunda ise paydos.

Nerede? İstanbul’da, sakin bir mekânda, tercihen yuvarlak bir masa etrafında.

Neden? ”Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır”.

Kim? Mevcut katılımcılardan herhangi birinin kefil olması yeterli. Öte yandan zihnen defans oynayan, ezber sloganlarla konuşan, muhatabını muarız belleyen, söz kesip peynir gemisi yürüten veya müptezel lakırdılarla ortamı sulandıran arkadaşlara yeniden düşünmelerini tavsiye ediyoruz. İstikrar esastır; organizasyon takvimini belirlerken, "başka hiçbir işim yoksa gelirim" tavrını anlayışla karşılamıyoruz.

***

"Şehir" temasının ardından, yeni dönemde Okurgezer sinema kuramına sondaj yapıyor.

Bir aylık süreç dahilinde; teknik çözümleme ve sinema terminolojisi, tarihsel arkaplanıyla sinema, ideografi kavramı, senaryonun kimliği, imge ve karakterleriyle Hollywood, propoganda aracı olarak sinema, Yeşilçam ve Türk sinema tarihi.. vs. gibi olgulara matuf kitaplar karıştıracağız. Söz konusu tahlilleri, film okumaları ve söyleşilerle takviye etmeye çalışacağız.

Yapılan toplantılarda, değinilen noktaların özeti aşağıdadır.

*

Kitap Tahlili: Sinemanın ABC’si

19 Şubat 2014

1- Fotoğraf makinasının, ve dolayısıyla sinema edevatının icadı, yüzyılının en önemli keşfi kabul edilir. Atom parçalamak veya hadron çarpıştırmak beri dursun, başka hiçbir buluş görüntünün kaydedilmesi ve yansıtılması kadar yaşam pratiklerine tesir etmemiştir.

2- 'Nehirde akıp gidenleri' ayrıksı tutup, çözümlenebilir hâle getiren bu makina, modernizme yaşıt addedilir. Kadim zamanlarda, gören ile görülen arasında, zaman ve mekân müşterekliğini kaldıracak bir vasıta yoktu. Ancak kamerayla birlikte insanoğlunun zihni karıncalanmaya başlar: Dünde kalmış varlığına bakan göz, gerçekle değil, görüntüyle ["image"] muhatap kılınır. Sîret fotoğraflanamazken, suret ayan olur. Bu cihetle imaj olgusu, hayatın her ânına nüfuz etmiş, 'varoluşun nişanesi' hâline gelmiştir. Görünür olma iptilasını bir yönüyle açıklayan mezkûr tespiti, sosyal medya alışkanlıklarıyla birlikte okumak faydalı olacaktır.

3- Her ne kadar fizikî gerçeklik kaydediliyor olsa da, sinemanın alâmet-i fârikası zaman ile mekânı "-mış gibi" göstermesidir. Nitekim teknik olarak sinema, görüntünün kesilip biçilmesini ifade eder; kurguya bağlı surette aslolan gizlenir, değiştirilir ve de manipüle edilir. Dolayısıyla yönetmenin gösterdiği değil, neyi göstermediği önem kazanır. Kestirme bir tabirle sinema, illuzyondur.

4- Kurmaca veya belgesel fark etmeksizin izleyici, filmin hikâyesinde inandırıcı ögeler arar. Gerçeklik algısını zedelemeyen iç tutarlılık, bu bağlamda önem arz eder. Daha genel bir ifadeyle, izleyici inanmak ve hatta kandırılmak ister. Varoluşuna bir anlam yüklemeye çabalayan modern insan, inanç eksikliğini telafi etmenin peşindedir. İsmet Özel'in de belirttiği üzere, her şey yolunda gidiyorsa sanattan söz edilemez; zira sanat, hayatın tezatlarına karşı bir ahenk arayışıdır. Nitekim günümüz insanı, yaşadığı açlığı, sinema ve sair sanat dalları aracılığıyla bastırma çabasındadır.

5- Görüntü akışına vurulan ışığın beyaz perdeye yansıması, sinemayı tekniğin ötesine taşımaz. Bugün 'yedinci sanat' olarak kabul gören sinema, farklı sanat dallarını tekniğinde harmanlamış ve fakat yönetmenler sayesinde eklektik yapısını aşmıştır. Diğer bir deyişle, kımıldayan fotoğrafları sanat kılan teknik keyfiyet değil, tekniği sanatına vasıta kılan yönetmenlerdir. Bununla beraber sinemanın kolay ulaşılabilirliği ve tüketime meyyal niteliği sanat boyutuna zarar vermektedir.

6- Sinemanın geniş kitlelere bakan yönü, W. Benjamin'in iddiasıyla "sanatın toplumsallaşmasını" sağlamaktadır. Oysa sanat, topluma mâl olduğu kertede fersudeleşir. Keza 'sanat eseri' vasfına matuf tartışmalar, subjektif kriterlere göre şekil almaz. Günümüzde Şahan Gökbakar'ın bile filmlerini sanat olarak tavsif etmesi, göreliliğin üstünü çizmeyi gerektirmektedir. Zira kişisel zevklere hitap, esere kendiliğinden sanat değeri yüklemez; dolayısıyla yönetmenin estetik anlayışının ötesinde, ancak objektif kıstaslara koşut bir sanat tarifinde bulunabiliriz.

7- Sinema filmlerinin gişe kaygısıyla hasifleştiği, yönetmenin üslubundan ziyade aktörlerin ön planda olduğu ve bu suretle belirli formların tekrarlandığı göze çarpmaktadır. Endüstriyelleşen sinema, vurucu görsellerin yoğunluğuna ağırlık vererek maliyeti pahalı, ancak niteliği itibariyle ucuz yapımlar üretmektedir.

8- Karanlık bir odada seyirciyi görsel bombardıman altında bırakan sinema; etkileşime, düşünce ve hayale izin vermeyen 'totaliter' bir yapıdadır. Daha fazla duyuya hitap ederek, diğer propoganda araçlarından da ayrılmaktadır; bu minvalde otokontrole müsait olmayan yapısını kullanmak suretiyle insanın gardını düşürür. Hikâyeye karşı önyargıları bulunan bir seyircinin dahî bilinçaltına anafikri zerk eder. Sözgelimi Rambo serisi, kurgusal nâkıslığına karşın, Amerikan süper güç tasavvuruna katkıda bulunmuştur. [Bu konu kısa kesildi, "sinema ve propoganda" başlıklı okumada devam edilecek]

9- Bir filmin ideolojik arkaplana sahip olması, onu kendiliğinden menfi kılmaz. Unutulmamalı ki her film bir mesaj taşır; ancak ve ancak içerik ya da teknik yönleri itibariyle tenkide müsaittir. Devletin ideolojik bir aygıt olarak sinemayı istimali ise farklı bir parantezde değerlendirilmelidir.

10- "Peygamberlik devam etseydi, tebliğ sinemayla yapılırdı" tespitiyle Mecid Mecidi, sinemanın önemine dikkat çeker. Keza Marksist sanat eleştirmenleri de sinemayı, ileri toplumların egemen uğraşı olarak niteler. Hayal gücüne ket vurması bir kenara bırakılacak olursa, iyi yönetmenlerin elinde külliyatlık bilgiyi derceden filmlerde söz edebiliriz. Dolayısıyla sinema kuramına, sanatsal veya endüstriyel boyutları bulunan bu dünyaya bigâne kalmak, 'dert sahibi' herkesi noksan bırakacaktır. 

11- Gördüğü her rüya birer kısa filmi andıran insanoğlu için sinema, gerçekleşmiş bir rüyadır.

 

***

Okurgezer yeni sezonu "şehir" temasıyla açıyor.

Bir aylık süreç dâhilinde; mekânın ruhu, kentlilik kültürü, kozmopolitanlık, kimliğe dönük arayışlar, mimarî doku, felsefi ve tarihi arkaplan, kentsel dönüşüm... vs. gibi mefhum ve mevzulara matuf kitaplar karıştıracağız. Söz konusu tahlilleri, konuya paralel film okumaları, gezi ve söyleşilerle takviye etmeye çalışacağız.

Yapılan toplantılarda, değinilen noktaların özeti aşağıdadır.

*
Film Okuması: Ekümenopolis

9 Ekim 2013

1- Modernizmin aynîleştirici/tektipleştirici etkisi mekânın dilini de kısırlaştırıyor; kendine münhasır yapılar yerine, konstrüktivist bir anlayışla kutu kutu binalar dikiliyor.

2- Mimari de ‘zamanın ruhu’ndan nasibini alıyor; kapitalizmin dayandığı seri üretim mantığı, yalınkat, hantal ve birbirinin fotokopisi apartmanlar dikiyor.

3- Ülkemizde “high-tech architecture” akımı, niceliksel düzeyde daha irisine ulaşmak hırsıyla bâninin [bina eden/ettiren] ve keza iktidarın ego tatmini biçiminde tezahür ediyor

4- Gün geçtikçe ‘kat’lanan yanlışlar, komşuları da yan yana olmaktan çıkartarak ilişkilerini “alt-üst” etmiş vaziyette.

5- İnşaat, müteahhidin bigâne ve duyarsız yaklaşımıyla, numaralanmış parselleri, ölçümü yapılmış metrekareleri, harcanacak maliyeti ifade eder. Oysa ikamet edenin müşahhas bakış açısı, bir bebeğin dünyaya geldiği ev, nişan töreninin yapıldığı mekân veya emeklilik sonrası taşınılan daire gibi hüviyetleri ihtiva eder. Hususi ve şahsi olgular, kemiyetin çimentosunda katılaşarak kurban ediliyor.

6- Betonlaşma eğiliminin arkaplanında kalkınmacı ve tüketime meyyal ekonomi anlayışı yatıyor. İstanbul’un yüz yıl boyunca aynı hızla büyüyeceği varsayımı, ‘yağma’nın boyutlarını göz önüne çıkarıyor.

7- Pansuman tesiri gösteren köprü inşaatları, aslında geçici ve zahiri bir rahatlatmaya matuf. Son 15 yılda 200.000’den 2.000.000’a yükselen araç sayısı, üçüncü köprü ve benzeri projelerce teşvik edilerek artacaktır.

8- Şehrin çeperlerinde ucuz konut temini için kurulan TOKİ, günümüzde ülkenin en büyük müteahhidi haline gelmiş durumda.

9- Mevzuatında plan yapma yetkisi tanınan TOKİ, eline verilmiş balyozu; tarihi ve estetik hassasiyetlere aykırı surette kullanıyor.

10- Kentsel dönüşümün şehri fragmanlara bölerek sınıfsal ayrışmalara sebep olması, kimliklerin birbirini farklı “cins” hüviyetiyle kabul etmesi sonucunu doğuruyor. Diğer deyişle, gecekonduda oturan yoksul kimselerin şehrin merkezinden ‘kentsel dönüşüm’ vasıtasıyla sürülmeleri, hem gettolaşmayı hem de birbiriyle etkileşim imkânı kalmamış farklı ekonomik kategorilerin yabancılaşmasını netice veriyor.

*

Kitap Tahlili: Mimarlık ve Felsefe / Dücane Cündioğlu

27 Eylül 2013

1- Gerek etimolojik kökeni gerekse içerdiği esas unsurlar itibariyle mekân ile imkân mefhumları akrabadır. Şehre hâkim olan kaos, ferdî ve toplumsal ihtiyaçlara ket vurmaktadır.

2- Acelesi olmamasına karşın bir insanın, misalen Mecidiyeköy’de kendisini koşar halde bulması, mekânın ruhunun sirayet/tesir edici niteliğine bir örnek arz ediyor.

3- Asimetrik yapılar, “mutsuz” apartmanlar, bireyin gündelik münasebetlerine etkide bulunup, kavgalarını uzun yaşamasına dahî sebep oluyor.

4- Şehir kültürümüzde bulunmayan ‘meydan’ unsuru, kamusal bağlamda ifade olanaklarını kısıtlıyor. Günümüzde meydan olarak nitelenen pek çok alan aslında bir kavşak veya yol ağzından ibaret. Nitekim idari organların da ‘meydan vermemesi’, sorunu derinleştiriyor.

5- Diğer sanat dallarında olduğu gibi, mimar da topluma sinmiş kargaşadan nasibini alarak mekân tasarımında özensiz davranıyor. “Beğendirmeyi düşünmeyen beğenemez”düsturunca, bencil bir tavrın ürünü olan yapılar, estetikten bütünüyle yoksun surette hacim kaplıyor.

6- Devrin fizik, matematik ve astronomi öğretilerine istinad etmesinin yanısıra, felsefi eğilim ve dini simgeselliğin etkisiyle inşa edilmiş olan kadim yapılar, ikonolojik mesajlarıyla muazzam bir dünya tasavvuruna işaret ediyor. Keza dönemin fizik, matematik ve astronomi öğretilerinin tasavvufi yorumlarına müracaat edilmeden Mimar Sinan gibi ustaların eserleri hakikatiyle değerlendirilemez.

7- “Yeter ki soru sormasını bil ey talib, o takdirde taşlar bile seninle konuşur”

8- Mimari donmuş/taşlaşmış müziktir. Mekânın ahengi, sükûnet ve huzurun da kurucu şartıdır.

9- Yurdumuzu etkisine alan ‘gürültü’, inşaat sektöründe içselleşmiş bir bilinç olmaksızın siyasi saiklerle hareket edilmesinin bir sonucu. Günümüzde taklit eserlerin (örn. Ataşehir Mimar Sinan Camii) sembolik değeri dini olmaktan ziyade, sosyal ve siyasidir. Köksüzleştirilmiş dindar anlayış, pozitivist-jakoben baskı rejimine karşı güç gösterisi olarak çimentosu nispetinde devasa ve şişman minareler dikiyor. Niceliği bir kenara, niteliğiyle Sinan dönemi eserlerine ne asalet ne de cesamet bakımından yaklaşması mümkün olmayan camilere fallik imaların eklenmesi, kolektif bilinçdışının da modernleşmesi sebebiyledir; tıpkı gökdelenlerde olduğu gibi.

10- Sonuç olarak, Türkiye’de mimari kaybedilmiş bir savaştır ve yağma sürüyor. On yıllardır şantiye görünümünden kurtulamayan ülke, giderek betona gömülüyor. 

Not: Eserden alıntı yapılmaksızın, yaklaşık üç saat süren toplantının sadece ana hatları paylaşılmıştır.

 

 

 

Akla damlayan ilk çağrışımlar bazen paragraflardan da fazlasını anlatır. Biz kelimeleri seçtik, şair / yazar Ali Lidar kendi sözlüğünden eşleştirdi:

 

Eskişehir: Bütün hayallerimin ve kırıklıklarının başkenti.

 

Şeref Bey Stadı: Layığı da budur.

 

22. Yüzyıl: Geleceğe Dönüş filminde görüp de özendiğim uçan kaykayı yaparlar umarım.

 

POS Cihazı: Fakir Azdıran.

 

Memuriyet: Ekmek parası.

 

“Oku!”: Amenna.

 

Aziz Valentinus: Ben de seni sevgilim…

 

Klavye Kaplanları: Demeyin öyle, çok hassas oluyorlar.

 

Öteki: Bana göre sen, sana göre o, Nietzsche'ye göre herkes.

 

Pennsylvania: Paralel şehir.

 

Fikir Adası: Fikirlere kurşun işlemez bayım. Bütün kara parçalarında. Ada'da dâhil.

 

Ah Muhsin Ünlü: Geç bulduk, tez yitirdik. Biraz daha yazsa da okusak.

 

Feylesof: Sevgili Bilgi!

 

Hollywood: Sevdiğim bir Bukowski romanı.

 

Küçük Prens: Tutkuyla izinden gittiğim tek monark.

 

Gökdelen: Kim temizler acep camlarını?

 

Taso: Annem hepsini atmış, hatırladıkça içim hala cız eder.

 

Oryantalizm: Benden selam olsun Edward Said'e!

 

Mürekkep: Balığı ayrı güzel, kalem içindeki ayrı…

 

Online dergiler Online dergiler