“Önce duvarlar... yok yok temeldi, değil mi? Çok özür dilerim, hayallerimi üniversitenin ders sırasına koymalıyım sanırım. Beton tabakalarının kaçar cm olduklarıyla ilgilenmiyorum. Güvende hissetmek istediğim. Baba gibi olsun, sağlam.

Hayal böyle güzel başlamıştı,
İyisi mi önce duvarlar.

Duvarda rengi beyaza çalan bir çerçeve, mutluyuz yeterince, nasıl da gülmüşüz…
Kalınlığı kaçtı duvarın sahi, 10?-20? Bunu hep karıştırıyorum, öğrenmedim bi’ türlü, olsun yine de önce duvarlar. Haki yeşili duvarlar.

Sonra pencereler, nasıl da mühim. Gün içeri dolsun, güzel hava ellerimizi ovuştursun. Bazen arka cepheye pencere açmana izin vermez kurallar, oradan güneş alma, gerek yok der sana. Nasıl da otoriter! Perdeler giydirelim pencerelere, perdesiz olmaz. Mahremiyet algısı diye başlayan bir cümle kurmuştu hoca derste, bundan bahsediyordu galiba. Perdeler evet, çiçekli olsunlar.

Mermer denizliğine saksıda fesleğen koyarız. Denizlik mutlaka 20 cm olmalı en az. Bunu bir sınavda yanlış çizmiştim hatırlıyorum.

Çatı, hani şu dağların arasından dere akan ilkokul resimlerinde kan kırmızıya boyadığımız. Çatının eğimi %33 olmalı demedi bize kimse o zaman. Bu eğimde çizmediğinde okulu bitirmenin mümkün olmadığı bir yer var üniversite diye.

Hayalimin sonu bahçe, yeşillikten gözü dönmüş olsun. Üzüm asması da isterim muhakkak. Yan parselden 3 m ön parselden 5 m çekmek gerekiyor unutma lütfen, artık elinde ne kadar yeşillik kaldıysa. Asma suratını hiç, hatırlasana derste anlatmıştı hoca, imar kanunu: Hayallerinin yeşilinin kanunu.”

Bu elîm hâli çok minimale indirgersek, mimarlıkta üniversite eğitimi,”Nasıl bir evde oturmak istersin? Hadi anlat” denildiğinde aklından geçenlere silah dayamış, seni çepeçevre kuşatmış bi’ yığın bilgi; değersiz değiller elbette fakat yığınlar, önünü görmemeni emreden bir yığın. Aslında yapmak istediklerinle yapman gerekenler arasındaki mesafeyi ölümüne açan bir sistem. 

Üniversite eğitimim süresince tüm bu öğretilenlerden sebep, yaptıklarımda kimin keyfine göre gitmem gerektiğini henüz ben de anlamış değilim; ama bunun kendi keyfim olmaması gerektiğine eminim.

 Büşra Nur Güleç

 

1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla başlayan etnik milliyetçilik akımları, bir nevi Kürtleri de etkilemiş oldu. 70’li yılların başlarında Güneydoğu’da baş gösteren aşırı sol ve İslami terör örgütlerini dizginleyip, bastırmak amacıyla, MİT’in kendi elleriyle kurduğu PKK, ilk silahlı eylemini 80’li yılların ortasında gerçekleştirdi. 90’lı yılların başlarında ise artık yeni bir kimliğe kavuşmuştu; ‘Kürt Milliyetçiliği Savunucusu’

Zamanla MİT’in kontrolünden çıkarak, Ortadoğu’da söz sahibi olan ve/veya olmak isteyen ülkelerin tekeline giren örgüt, her dönem başka başka ülkelerin çıkarına, Türkiye’ye silahlı eylemlerde bulundu. Üstlendiği ‘Kürt Milliyetçiliği’ misyonunu zamanla sadece bir maske olarak kullanan PKK, hiçbir zaman Kürtlerin temsilcisi olamamış veya olmayı başaramamıştır.

Devletin, cumhuriyetin kurulduğu ilk günlerden yakın zamana kadar yanlış yürüttüğü doğu ve güneydoğu politikaları yüzünden, yöre halkı her daim muhalif olmaya ve kandırılmaya müsait olmuştur. Eğer bu gün ortada bir sorun varsa bunun suçlusu yalnızca PKK değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Şimdi 1925 Şark yasalarından falan girip konuyu daha da dallanıp budaklandırmayacağım. Sadece giriş olarak bilinmesi gerekenleri söylemek istedim…

Artık daha önemli bir noktada daha önemli bir konuyu konuşmanın tam zamanı. Artık ‘Barış’ zamanı.

Bildiğiniz üzere ‘İmralı Süreci’ olarak başlayan, daha sonra ‘Diyalog Süreci’ ile devam eden ama 70 milyona yakın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının gönlünden geçirdiği ismiyle  ‘Barış Süreci’ne girmiş bulunmaktayız. Yakın bir zamanda denenen ve barışa balta vurmak isteyenlerin akamete uğrattığı ‘Oslo Görüşmeleri’nin ardından Öcalan, devlet tarafından tamamen devre dışı bırakıldı. Ve bu süreçten sonra artan terör olaylarına devletin de cevabı bir hayli sert oldu. Operasyonların yanı sıra yürütülen KCK davasında sayısız gözaltı oldu. Her şey 3 Ocak sabahı değişti ve tek muhatap İmralı alınarak, şeffaf -ya da şeffaf olması hala beklenen- yeni bir süreç başlatıldı. Doğrusunu söylemek gerekirse şu anda iki tarafın da birbirine olan güveni pamuk ipliğinden beter. O yüzden en ufak bir kıvılcım bu süreci de yerle yeksan edebilir. Barışı istemeyen iç ve dış güçlerin her türlü provokasyonuna açık olan bu süreç her anlamda titizlikle yürütülmelidir. Bu yüzden ilk koşul kesinlikle şeffaflık…

Çok kısa Ruşen Çakır’ın bu süreçle ilgili bir yazısının başlığını da sizlere aktarmak istiyorum; ‘Kürt Sorununda Silah Artık Kapı Açmıyor Tam Tersine Kapatıyor’ Çakır, yazının devamında ise PKK’nın silahsızlaşmasının çok zor ama imkânsız olmadığını da söylüyor. Çakır’a göre çözüm ‘Ateşkes’den değil ‘Silahsızlanmaktan’ geçiyor. Kendisine katılmamak elde değil…

Sanırım bu son süreç çözüm adına son şansımız. Her iki tarafında –Kandil kısmında hala soru işaretleri var- iyi niyetli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, Paris infazlarının ardından Türkiye’ye getirilen 3 örgüt mensubu kadının cenaze merasimlerinde başta BDP ve yöre halkı başarılı bir sınav vermiş, sağduyulu çağrılar yapmıştır. Özellikle hafızalara kazınan ise cenazeye katılan Kürt bir vatandaşın elindeki pankarttı; ‘Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz…’

Evet, biz Türkler ve Kürtler 1000 yıllık kardeşler olarak birbirimize karşı yürüttüğümüz savaşı kazanamadık. Ama şimdi barışı, birbirimizi yeniden kazanmanın tam zamanı. Ki, ikili ilişkiler mikroya indiğinde pek de sorun olmadığını hepimiz biliyoruz. Hepimizin Kürt bir arkadaşı, Kürt komşuları vardır. Çoğumuz bir Kürt kızı ya da erkeği sevdik. Birbirimizden kız alıp verdik. Biz, ecdadımızın santim santim kanla çizdiği bu sınırlarda asırlardır olduğu gibi beraber yaşamak, yaşlanmak istiyoruz. Ve artık gayet iyi biliyoruz ki, Kürtler bunu daha çok istiyor. Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi; ‘Bu topraklar kana doydu, bu topraklar barışa aç.’ Nasıl ki bugün bir terörist annesi çıkıp, ‘Ben ülkemin askeri öldüğünde de ağlıyorum diyorsa’ nasıl ki Şehit ve Gazi aileleri ‘Yeter ki bu kan dursun artık’ diyorsa, sokakta işsiz yürüyen gencimizden en tepede ki yöneticimize kadar herkes bu taşın altına elini koymalı ve kangren olmuş bu geçmişi barışla temizlemeliyiz. Bize düşen ve yakışan da budur…

Korkak medyadan, terörden nemalanan, aramıza nifak tohumlarını eken, şiddetten beslenen, Türkiye’nin büyümesini istemeyen iç ve dış bütün provokasyonlara karşı dikkatli olunmalıdır. Unutmayalım ki, her ne kadar barışı isteyen bizler çoğunluksak, istemeyen güruh da hala mevcuttur…

Ben bu süreçte en çok, dinamik, bilinçli gençlerimize güveniyorum. Gerekirse karınca gibi gece gündüz çalışıp bu süreci herkese anlatmalıyız…

Hiçbir annenin gözyaşı dökmediği, hiçbir babanın evlat yolu gözlemediği aydınlık bir Türkiye’ye adım adım ilerliyoruz. Çetin bir süreç olacağı, çok geniş bir zamana yayılacağı aşikâr ama asla imkânsız değil. Doğru ve bilinçli yürütülecek politikalarla –kastım verilecek tavizler konusudur. Tavizin taviz doğuracağı da bilinen bir olgudur. Bunu başlı başına daha sonra konuşuruz- biz bu işin üstesinden geliriz. Ve unutmayalım ki, uzun vade de kazanan yine BİZ oluruz. Türkiye olur. Hakkâri olur, Edirne olur, Tunceli olur, İzmir olur, Sinop olur, Şırnak olur…

Haydi!
Elimizi taşın altına koyalım. Taş ağır, belki elimizi kanatır. Ama bir annenin gözyaşları kadar yüreğimizi acıtamaz…

 

 

Barış ya da asıl manayı anlamak için sulh, savaşın karşıt anlamı demek değildir sadece. Sulh gülümsemektir bebeklere, bebek masumiyetinde olmasak bile. Sulh sarılmaktır eşimize, dostumuza sımsıkı mecazi ve gerçek. Sulh yoldaki taşı kaldırmaktır olduğu yerden. Selam vermek, hal-hatır sormak, sıkıntılı günlerinde tanış olduğun insanların yanında olmaktır sulh.

Sulh vatanlarını terk etmek zorunda bırakılan insanları görünce, içinde bir sızı hissetmektir. Bir çatışma, bir cinayet, bir vefat haberi aldığında bu dünyaya veda edenin kim olduğunu bilmeksizin vicdanını yoklamak ve yerinde olduğundan emin olmaktır sulh.

Sulh "Allah düşmanımın başına vermesin" değil "Allah hiç kimsenin başına vermesin" şeklinde dua etmektir. Düşman kelimesinin tanımını bilmemektir sulh. Diğerkâmlık, iyi niyet, empati yapabilmektir sulh. İnsanların gönlünü hoş tutma, onları sevindirmektir. Tüm canlılara merhamet göstermektir sulh. Aç ve aciz bir hayvan, kuraklıktan şerha şerha yarılmış toprak görünce içinin ezilmesidir sulh. Bir zaman, nefes almayı bırakacağının farkında olmak ve ona göre yaşamaktır sulh. Sulh yararlı olmaktır beşeriyete, mahlûkata, eşyaya, medeniyete. Sulh başa gelene razı olmak, hamd etmektir her duruma. Kırılsan da kırmamak, haksızlığa uğrasan da hep Hakk’ın, hakların ve hakkaniyetin yanında olmaktır sulh. Gözyaşının gözden değil kalpten döküldüğüne inanmak, gözyaşı dökenin yanaklarını silmektir sulh.

Herkesin ötekileştirdiğini, beriki görmek, "Ötekine saygı göstermenin, Yaradan'ın tercihine saygı göstermek" olduğunun idrakinde olmaktır sulh. Büyüğümüzün söylediği gibi "Sulh hayırdır, hayır sulhtadır..." Rabbim sulhta olan, sulhta yürüyen, sulh düşünen, sulh yaşayan ve sulh içinde vefat eden kullarından eylesin...

Ahmet Derya

 

 

Gazetelerde, televizyonlarda, sokakta, otobüste herkesin barıştan bahsettiği bu dönemde barıştan bahsederek, bu trene bir vagon da ben olduğum için çok memnunum...

Birçok kişi barışı kendisi için bir lütuf olarak görüyor, yine kendi başı ağrımasın diye ‘barış'ı istiyor. Aynen doğa kanunlarının istediği gibi... 

Misalen, boksörlere, MMA dövüşçülerine bakın; ne kadar boğuşurlarsa boğuşsunlar, 15-20 dakika sonra kaçak dövüşmeye, maç bitsin diye saate bakmaya başlıyorlar. Belki de kimse barış istemiyor. Sadece bir sonraki rounda kadar güç toplamak, nakavt olmaktansa vakit geçirmek peşinde koşuyor, rakibini ilk yakaladığında sarılıyor ve o bir kaç saniyelik sarılmayla kaç dakika daha dövüşebileceğini hesaplıyor. 

Eğer barış bir savaşsızlık haliyse, evren kuralları bize savaşın ve çatışmanın mecburen sona ereceğini, bu sürenin de kimi zaman kondüsyona (lojistik ekonomik vb. desteklere) kimi zaman da insafa (tarihte ne kadar az örneği var değil mi? benim aklıma ilk saniyelerde gelmedi bile) kaldığı gayet açıktır. 

Bu kadar karamsarca bahsettikten sonra diyeceğim açıktır: Barış bir mecburiyettir; ya en başta onu kabul ederiz, ya da aylarca yıllarca savaşıp barışı kabul etmek zorunda kalırız.

Tabi kabul ederken eksilerek kaybederek yıpranarak ve yıpratarak...

Ahmet Kaynar

 

“Barış” kelimesi bugün bakıldığında insanların akıllarında oluşturdukları itibar ile olması gereken anlamından oldukça uzak.

Bu zamana kadar bazı konuların çözümü adına yapılan yanlış hareketler ve yakılan canlar, bu kavramı adeta bir taviz vermek, bir yenilme durumu şeklinde hissettirir hale geldi. Bugün bunun için atılan doğru adımların tepki çekmesinin ve antipatik gözükmesinin tek sebebi insanların korkularının kin ve nefretleriyle harmanlanmasıdır. Açık sözlülükle ifade etmek gerekirse bu hislere hepimiz sahibiz.

Ancak bence barış, bu hislerin bir kenara bırakılarak karşılıklı diyalog, anlayış çerçevesinde bu kelimenin doğasına uygun şekilde çözüm için çabalamaktır.

Ahmet Nalbantoglu

 

Online dergiler Online dergiler