BEKLEYİŞ

İlk önce günler, sonra aylar, en son yıllarca süren bekleyiş, bugünlerde yeniden günler biçimini almış olarak ete kemiğe bürünmüştü. Herkes çözüm adlı formülün ortaya konulmak üzere olduğunu konuşuyordu. Söylentiler ayyuka çıkmıştı. Hedefe bir adım kalınmış gibi, son hamle bekleniyordu. Beklenti, hayâl, umma denen sözler bedenlenmiş yeni şekilleriyle omuzda davul, elde tokmak sokak sokak geziyordu. Zillere bu sebeple basılıyor, kapılar bu amaçla çalınıyor; merâbalaşırken göz ucu, dudak kıvrımıyla hep o hatırlatılıyordu. Hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Çözüm adı verilen, çâre denilen o vefâsız sevgili yıllar yılı onlardan hep kaçıp gizlenmiş, açığa çıkmama, kendini unutturma gibi kahredici âdetler edinmişti. İşte şimdi -bir ayı geçiyor- nerdeyse adı bile unutulmuşken, taptâze, capcanlı ve sesli telaffuz hâlinde herkesin dilindeydi. Söze onunla başlanıyor, o konuşuluyor; ayrılırken gelmesi dileği, bâzen de geleceği müjdesiyle vedâlaşılıyordu. Kimisi geliyormuş, bâzısı gelmiş, ötekisi birkaç günü kalmış, berikisi geceleri gören varmış, başkası şerbetli, muskalıymış, filanca ızbandut gibiymiş, falanca çok sertmiş, feşmekân adı yetecekmiş, diğeri değince eritecekmiş diyordu.

Geleceğine -hattâ geldiğine ve uygun ânı beklediğine- çözeceğine, bitireceğine, kurtaracağına olan îman, ölçüsüz bir yorgan olmuş katlandıkça katlanıyor; katlandıkça da kabarıyordu. Ahâli örtünün altında kıvranıyor, büzülüp eziliyor; yürekteki terâziler bu sıkleti çekmez deniyordu. İşâretler yapılıyor, gözler kırpılıyor, haberler ediliyor ve hep ‘tamam mı, geldi mi, açıklandı mı; nasıl, kim; ne zaman; sabah yakın değil mi’ diye soruluyordu.

 Çocukların zâten torba olmayan ağızları iyice açılmış, durmadan söz, yol yordam, yalan ve hayâl üretiyor; üretilenler ona, yüze, bine katlanıp kanatlanarak kulaktan kulağa ulaşıyor, artık koca bir aygıra dönmüş bekleyiş adlı varlığı besledikçe besliyordu. Bu kadar beslenip semiren bir canlı -başka zaman olsa- bıkkınlık, rahatsızlık getirirdi. Ama şimdi, aksine dokundukça büyüyen masal yumurtaları gibi, aşırı serbest, fazla rahat davranıyordu. Şüphe denilen ve bozguncu tâifesinin putu olarak tanınan tehlikeli madde, ne bu sokağa ne bu şehre ne de insanların umutla sütrelenmiş kâlplerine nüfûz edemiyor; yanlarından bile geçmeye çekiniyordu.

Kim ne dese, neyi yakıştırsa ona uyuyordu. Bir tek olumsuz tepki duyulmuyor; akıllara acaba sorusu gelmiyordu. Bu sefer kesindi; iş bitecekti. Yıllardır ve kısaca %u2018kötüadını verdikleri düşmana hiçbir şey sezdirilmiyordu. Bu konuda ricâ, îkaz, uyarı ve tembih gibi yardımcılara başvurmaya gerek görülmemişti; o derece pervâsızdılar... Eskilerin kimyâ, yabancıların formül; şimdikilerin bâzen çâre, kimi de çözüm dedikleri mübârek reçete, bütün hazırlık yapılmış hâlde bekleniyordu. Evet, sâdece bekleniyordu. Daha önce de beklenmişti; nerdeyse ömürleri beklemekle geçmişti. Fakat, şimdiki hepsinden farklıydı. Çünkü artık geldiğini, etrafta dolaştığını, yaklaştığını biliyorlardı.

Gitgide gelmesi, olması değil, sonrası konuşulmaya başlandı. Herkes ertesi gün olacaklar; yapılacak işler, üstlenilecek görevler üzerinde duruyordu. Sevinme denemesi yapanlar kınanmıyordu. Kendilerini çok alıştırmışlardı... Hepsi onun tehlikesiz, risksiz, %u2018renksizve masrafsızlığından emindi. Fikrî hazırlık, ön çalışma, araştırma, üretim, dağıtım, pazarlama ve ücret gerektirmediği biliniyordu.

Günler önce şöyle bir duymuş, üzerinde fazla durmamışlardı. Sonradan önemsediler; heyecanlandılar; evet, olabilirdi! Söyleyen çocuklardı. Biraz deşeleyince, kaynağa ulaşmak kolay olmuştu. Hiçbir çocuk kaynağı gizlememişti. Kaynak, hiç de kaynak denecek vasıfta değildi: İçinde su yoktu; kuyuya benzemiyordu; çıkrıksız, zincirsiz, kovasız, tulumbasız bir şeydi. Yaz kış aynı hırpânîlikte, üst baş dağınık, saç sakal karışık; kırık bir diş (Buna rağmen, en temiz ve tek bakımlı yeri ağzıydı); kambur, topal; unutulmuş bir harâbede yatıp kalkan, arada günlerce kaybolup yeniden ortaya çıkan, ne yiyip ne içtiği bilinmeyen; boş bakışlı, çorapsız, tabanları delik, cepleri çakıl taşı dolu, geceleri hayâlet kılığına bürünen birisiydi. Mırıldanan dudaklıydı ve yaşı da belirsizdi. Bütün özellikleri bilinir, ama ondan söz edilirken bunlar sayılıp dökülmez, kısaca %u2018delidiye kestirip atılırdı.

Çocukların kulağına fısıldayan oydu. Konuşma bile denemeyecek dudak kıpırtısı, ancak bir fısıltı silikliğindeydi. Çocuklar aralarda gelen nefes ve yutkunmaları ayıklayınca, fısıltıyı hissetmiş, anlam yükleyip cümle kalıbına döküp vakit geçirmeden çığlık, kahkaha ve oyun hâlinde sokağa taşmışlardı. Elebaşıları ise Erkan adında, beş altı yaşlarında bir çocuktu.

Deli, ilk önce herkesin bildiği, ardından kimsenin bilmediği bir şey söylemişti. Dediklerinde, herkesin bildiği şeyle ilgili bir yenilik yoktu. Uzun yıllardır -her yıl- aynı gün ve aynı saatte yapılırdı. TBK (Tartışılmaz Büyük Kişi) kimsenin hatırlamak istemediği meçhul ve en büyük zaferinin yıl ve saat dönümü îlan ettiği, dahi türlü kutsallarla kutsanıp kutlanan o gün, yanındaki seçkinlerle sevgili halkı arasına karışır, birkaç sokak ortasında dolaşırdı. TBK’nın bir gözü şaşıydı; kendisi her melânetin başıydı.

TBK kendisine alkış yapanlara, çiçek atanlara gülümserdi. Selefleri gibi yılda bir kerecik de olsa, iyi rolü oynamayı âdet edinmişti. Bâzen, halk çocuklarından birini kirli yanağından öper, dudağı kurumadan gizlice gerekli panzehiri içerdi. Ürperen sessizlik ise, uygun bir ân bulup o yavrucuğu elden ele, en uç sokaktaki dipsiz bir kuyu başına iletirdi.

Eskiler şöyle rivâyet eder kim...

…tâlihsiz yavrucuk kuyunun balçığı görünene kadar yıkanır, ardından gül suyuna batırılır, sonra da üzerine zemzem denilen ama terkibi bilinmeyen bir ilaç serpilirmiş. Eleme garkolan âile çocuklarını adresi gizli, sakallı ve takkeli olduğu iddia edilen, hâfızası güçlü olduğu için besmele çekmeyi hatırlayan, doksan küsur yaşında, âsî eskisi ve kânun kaçağı bir pîr-i fânîye okutmaya götürürmüş. Kırk gün süren bu arınmadan sonradır ki, zavallı yavrucak, kırk birinci günün sabah alacasında elinde bir maşa ile sokağa salınırmış. Görenler, elindekine bakıp ‘mâşa... mâşa...’ dermiş. Delinin seyrek duyulan fısıltılarından birine göre, bu sözün aslı ‘mâşallah’ imiş. İnananı pek azalan bu tevilsiz zırva deli sözü biçiminde meşhur olmuştur.

TBK’nın tomofilinin üstünde dalgalanan bir bez parçasında ‘Tartışılmaz, tartışılamaz!’ yazılıydı. Genç ve gür sesli halk insanları, bu sözü her bir dakikada iki tekrar olmak üzere tempo ile bağırırdı. Seslerin gürlüğüne sebep, bizzat bu sözdür diyenler de en bilge kişiler olarak saygı görürdü.

*

Deli'nin söylediği ve kimsenin bilmediği şey, o diyeli beri artık bilinir olmuştu. Söyleyenin deliliğine aldırılmamış ve çâre diye benimsenmişti. Bu fısıltının çocukların bir abartması olduğu unutulmuş, son ve kesin zafer vâdeden bir yol olarak kabul edilmişti. Son günlerde deli sözü, yerini veli sözü gibi, ne anlama geldiği bilinmeyen bir benzetmeye bırakmıştı. Yine, üç gün önce doğan bir çocuğa gizlice veli adı verilmişti.

Çocuklar Delinin ‘Biriktirsinler; boşa akıtmasınlar’ diye fısıldadığını söylüyordu. Bu yüzden, tam otuz dokuz gündür herkes biriktiriyordu. Ama, yetmeyecek gibiydi. Bir iki haddini bilmez arada gülümsüyor; bâzen kanı ayaklı birkaç tâze kikirdiyor; üç beş yeniyetme çarpıp deviriyor ve birikenler eksiliyordu. TBK’nın zafer kutlamasına saatler kala, birikimlerinin yetmeyeceğini farkedip üzüldüler. Gece ilerliyor, sabah yaklaşıyor, ama eksik giderilemiyordu.

Güneş, ilk ışığını göndermeye yakın, toplandıkları yerin kapısı vuruldu (Küçük Erkan, sese uyandı, ama gördüğü güzelliğe kıyamayıp yeniden rüyâsına döndü). Sürüyen bir adım, cız eden yüreğiyle kapıyı açtı. Hepsi hazırdı. Yine aynı şey olacak; çığlık, feryât, nâra, inleyiş ve ölüm gelecekti. Fakat olmadı; hiçbir şey gelmedi. Gıcırdayan ses, sâhibini aradı. Oh eden sürüyen adım, gülümseyen bir yüz olarak içeri dönmek üzereyken, güneş görevini yapmak için acellenen ilk ışığını serbest bıraktı. Kararsız ifâde, hayretle açılmış iki göz biçimini alıp hemen eşik kıyısına özenilmeden bırakılmış bir ışıltı farketti. Dışarıyı bir daha kolaçan edip eğilerek uzandı ve içeriye elinde küçük bir cam kırığıyla döndü (Sonradan, karanlık yan sokakta kaybolan bir fısıltı gördüğünü hatırlayacaktı). Işıltının cam parçası üzerinde girmesiyle, içerisi gün ortası gibi aydınlandı. Şaştılar ‘mâşa... mâşa...’ dediler.

Birkaç saat sonra bekleyişin son bulacağı umulan gün geldi.

Sabahla birlikte TBK ve yandaşları sokak başında göründü. Yıllardır ne olduysa, o gün de o olmaya başladı. Büyükler telâş ve korkudan olsa gerek, kırk gün kırk gecedir biriktirdikleri nesneyi yanlarına almayı unuttu. Evin küçük oğlu uyanıp bir kıyıda sâhipsiz duran bardağı aldı ve içindekini avucuna boşalttı. Henüz sıcacıktı ve damlamadı. Eli yumulu, usul adımlarla yürüdü. Güneş, bütün ışığını cömertçe yere dökmeye başlamıştı.

TBK bâzen yaptığı gibi, yine kirli bir çocuk yüzü aradı. Zâlim bakışlı gözler bir mâsuma sâbitlendi. Mazlumlar soluğunu tuttu. Zaman akmaz, vakit geçmez, saatler işlemez oldu. Nerdeyse, görünmeyen yardımcıların kanat hışırtısı işitildi... Bekleyiş bitmek üzereydi. Gül yüzlü çocuğun kulağında ‘haydi’ diyen bir fısıltı belirdi. Bir ân tereddüt etti, sonra gayrete gelip unutulmuş bir sözle ve rüyâsındaki gibi ‘bismillah’ diyerek, avuç dolusu katılaşmış gözyaşını şaşı deccâlin üzerine atıverdi...

                                                                                                                            

                                                                                                           Osman Kibar


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Tolstoy seksen yaşlarındayken bir oyun kaleme alır; ama oyunu bitiremeden, tanrı artık ona “Bu kadar yeter Lev Nikolayeviç Tolstoy ” der ve Tolstoy son oyununu bitiremeden ölür bununla birlikte yarım kalan her şey gibi oyunu da ölümsüzleşir. Bu ölümsüz oyununda, insanlığın sonsuza kadar üzerinde düşüneceği ve inanç sistemlerimizi tekrar tekrar sorgulamaya mecbur eden ölümsüz bir söz söyler.

Tolstoy seksen yaşlarındayken bir oyun kaleme alır; ama oyunu bitiremeden, tanrı artık ona “Bu kadar yeter Lev Nikolayeviç Tolstoy ” der ve Tolstoy son oyununu bitiremeden ölür bununla birlikte yarım kalan her şey gibi oyunu da ölümsüzleşir. Bu ölümsüz oyununda, insanlığın sonsuza kadar üzerinde düşüneceği ve inanç sistemlerimizi tekrar tekrar sorgulamaya mecbur eden ölümsüz bir söz söyler.

Oyun, İki sosyalist gencin Tolstoy’u devrime destek vermesi için odasında ziyaret etmeleriyle başlar. Rus toplumunun babası Tolstoy’un devrim için ne kadar önemli olduğunu bilirler; çünkü Tolstoy Rus Halk’ının sevgilisidir ve o gün devrimi desteklerse milyonlarca insanın onunla birlikte devrimi destekleyecektir. Bu sayede Rusya’da devrimi kolayca gerçekleştirebileceklerine inanmaktadırlar. Konuşma başladıktan bir süre sonra, hareketlenmeye ve derinleşmeye başlar. Kendilerine güvenleri sonsuz olan bu iki gencin, ateşli konuşmalarına ve Tolstoy’un düşüncelerine acımasızca saldırılarına dayanamayan Tolstoy, yaşlılığına rağmen tüm fiziksel ve zihinsel gücünü zorlayarak bu tartışmanın hararetine kendisini kaptırır. Gençler onu devrimi desteklemediği için suçlamaktadır. Tolstoy ise onları şiddete başvurdukları için suçlar. Gençlere: ”Şiddet, şiddeti doğurur. Devrimi yaptıktan sonra devirmeye çalıştıklarınızdan farklı davranmayacaksınız, sizde kendi muhaliflerinizi susturmak, devriminizi yaymak için şiddet başvuracaksınız ”der, sonra da konuşmasına o ölümsüz sözünü söyleyerek devam eder ”İnançları için şiddete başvuranlar, inançlarına en büyük saygısızlığı yapmaktadır. İnançlarımız uğruna yapabileceğimiz en yüce davranış, onlar için acı çekmektir”.

O dönem Rusya’nın fakir insanları ve toplumun geneli çok zor durumdaydı. Hapishanelerde işkence görüp sindirilmeye çalışıldı işçi hareketleri. Çok acılar çektiler; aslında bu acı onların düşüncelerini yücelterek, karşıdakileri insanlığa karşı acınacak duruma düşürecekti.

Fakat öyle olmadı acı çekmektense şiddete başvurdular ve devrimlerini yaptıktan sonra hiç bir şey değişmedi aksine daha çok kan döküldü Rusya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında.

Uğrunda ölmeyi bile göze aldıkları inançları için şiddete başvurarak en büyük saygısızlığı yaptılar inançlarına ve sosyalizm tarihinde kara bir leke olarak kaldılar.

Nice devletler ülkülerini yaymak uğruna giriştikleri katliamlarla, şiddet ve baskı dolu yöntemlerle kendi ülkülerini aşağıladı ve hepside arkalarında leş kokan zaferlerini anlatan yalan bir tarih bıraktılar.

Ama tarihi şekillendiren zaferlerimiz değil, acı dolu yenilgilerimizdi. Faşist Franco, İspanyol aydınları bir kamyona doldurup sonrada kurşuna dizdirdiği gün yenildik; düşünce tarihimizin en parlak kadın düşünürlerimizden biri olan Rosa Lüxemburg ren nehri kıyısında, Alman subaylar tarafında topal ayağı yüzünden aksayarak kaçmaya çalışırken öldürdüğü zaman yenildik; Sabahattin Ali önce sürgüne gönderilip sonra da Meriç kıyısında öldürüldüğü gün yenildik; Nazım’ı hapishanelerde yaşlandırıldığı ve memleketine hasret öldüğü vakit yenildik; bitmek bilmez savaşlardan sonra, esir düşen Yunan askerlerine arasına bir müezzin dalıp, bir Yunan askerini ayırıp sonrada on iki yaşındaki oğlunun eline bıçağı verip “Anana bu tecavüz etti şimdi öldür onu” dediğinde, normalde on iki yaşındaki bir çocuğun ağlayıp bıçağı atmak yerine bıçağıyla askeri delik deşik edebildiği zaman, bir çocuktan katil yarattığımız için yenildik.

Ülkesinin başbakanı olarak, birkaç ihtiraslı darbeci tarafından Menderes asıldığı zaman yenildik.

Ve daha nice acı dolu yenilgilerimiz oldu fakat bu acı, acıyı çekenleri ve düşüncelerini yüceltti. Bu acılar tüm insanlığın vicdanlarında bir haykırış oldu; bu yüzden bir daha Franco gibileri gelmedi İspanya’ya; Rosa Lüxemburg gibi birisi öldürülemedi bir daha Almanya’da; Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’e büyük bir saygı duydu ve bir daha başbakanını öldürtmedi Türkiye.

Tolstoy’un tanıklığı ve tüm yaşanmışlıklara rağmen, bazılarımızın halen inançları için acı çekmekten korkarak şiddete sarılabiliyor ve o şiddetleri korkunç bir hal alabiliyor, yaşamları tehdit edebiliyor.

Ama şunu bilmeliler, yenilmekten korkmuyoruz; çünkü yenilsek bile bizden sonra gelenler onların zaferlerinin değil bizim yenilgilerimizin sesini duyacak.

Kırk yaş, gençliğin tükendiği, her şeyin tazeliğini yitirmeye, kokuşmaya başladığı ve kaybettiklerini hayatın geri kalanında bulma umudunun bittiği, kabullenilemez olanların da mecbur kabullenilmeye başlanıldığı yaştır ve her kabulleniş mutsuzluklarla birlikte, kurtuluşu olmayan çaresizlikleri de beraberinde getirir. 

O da, kırk yaşına iki ay önce girmişti ve geçen kırk yılda hiçbir şey değişmemişti hayatında; halen geceleri, karanlığın da ötesinde yokluktu; ışık girse dahi tutunacak bir yer bulamaz, kaybolurdu gecenin yokluğunda.

Hayatın kısa olduğunu düşünürdü, daha yirmi yaşında bile hüzünle; ”Bir yirmi yıl daha gitti, geriye ne kaldı?” diyebilecek kadar kısaydı hayat onun için; yaşıtları ise o zamanlar sonsuza değin yaşayacakmış gibi yaşıyor, kocaman hayaller kuruyorlardı.

Bir gün annesinden sonra hayatındaki tek kadına, komşusu handan hanıma arkadaşları hakkında şöyle demişti: 

” Sanki kısacık ömürlerinde birden fazla hayat yaşayabileceklermiş gibi başka, başka hayatları düşlüyorlar.”

Arkadaşlarıyla bu yüzden içten içe alay ederdi, arkadaşları da buna karşın kendisinin bu heyecansız hallerine acıdığını düşünürdü.

Kırk yaşında nerdeyse yirmisinde olduğu gibi çok yakışıklıydı, böyle yakışıklı bir insanın bu zamana kadar normalde sevgilileri olur, aşklar yaşar ve etrafındaki insanlar tarafından sevilirdi; ama aşka inanmıyordu, gerçeklikten koparılıp idealize olunmuş dünyada, insanların söylemiş olduğu en büyük yalan olarak görüyordu aşkı, ”insan en çok kendisini sever” diyordu.

Etrafı tarafından sevilmekte umurunda olmadı hayatı boyunca. Kısacık hayatında, kendisini diğer insanlara sevdirmek için yalanlar söyleyerek, kendi hayatını da bir yalana çevirmek istemiyordu. Bu düşünceler onun etrafını cam bir fanus gibi sararak yalnızlaştırıyordu hayatını.

Yalnızlığı için ”Yalnızım çünkü yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse yok” diyordu; ama yalnızlıktan kaçmıyordu. Yalnızlıktan korkup ömürlük birliktelik kuran çiftleri ise küçük görürdü.

Kendisini ve hayatını sınırlamazdı; hayatına ne zaman bir tanrıça girse ona tüm benliğini vererek tapabilmeliydi; bir hayat kadınını da, kendinden yirmi yaş büyük kadınları da sevebilmeliydi; buna kimse engel olamazdı.

Kırk yaşına kadar da kimse engel olamamıştı; ama artık engeller vardı; göremediği, aşılmaz engeller ve bu engeli başkası koymuyordu, hayatını başkası sınırlamıyordu, kendi korkularıydı bunların tüm sebebi. Daha önce yaşamadığı yaşlanma korkusu sarıp sarmalamıştım tüm hayatını. Ölümden değildi korkusu, yaşlanarak öleceğini hiç düşünmemişti.

Şimdi aynanın karşısına geçmiş düşünüyordu, yalnızdı. Aynada kendisini incelemeye başladı; teni tazeliğini yitirmiş, göz kenarları kırışmış, gözlerindeki o eski ışık kaybolmuştu, en çok da belirginleşmeye başlamış gıdığını sevmiyordu. Diğer tüm yaşlılık belirtilerini kendisine yakıştırabiliyordu belki; ama gıdığını bir türlü yakıştıramıyordu. Uzun uzun ve nefret dolu bakışlarla bakıyordu gıdığına ”Sen beni yaşlandırdın” dedi. Sanki onu yaşlandıran cevabını bulamadığı sorularla tam kırk yıl yaşamak değilmiş gibi.

Aynaya uzun, uzun bakmaya devam etti; saçlarını ovalıyor, ellerini yanaklarına koyuyor, başını eğiyordu, sanki yaşamı o an düğümlenmişti ve bu düğümden o anda çıkamazsa hiçbir zaman çıkamayacakmış gibi derin, derin düşünüyordu.

Sonra aynaya döndürdü bakışlarını, kaşlarını kaldırarak umarsız bir ifadeyle:

”Ben yaşlanmam. İnsan, hayattan bir beklentisi kalmadığı zaman yaşlanır. Ama benim beklentilerim bitmez ki, benim açlığım doyurulamaz.”

Sonra durdu, kederli kederli nefesini çekti, başını eğdi ; ”Ben yaşlandım, hem de çok oldu ben yaşlanalı. Hayatı küçük görmeye ve anlamsız bulmaya başladığın vakit yaşlanmışsındır, ben ihtiyarın tekiydim ve şimdi de öyleyim.

Derin bir nefes daha çekti, düşünmeye başladı, bir yerlerde hala genç olan hiç yaşlanmayacak bir yanı olduğunu hissediyordu.

Aynadaki ihtiyarı inandırmaya çalışır gibi; ”Ama ben yaşlanamam ki, benim hayattan beklentilerim hiç bitmeyecek, biliyorum ”.

Sinirden titremeye başladı bir sonuca varamıyordu.

Sonra birden gözleri büyüdü, halen aynaya bakıyordu, yavaşça derinden gelen bir sesle;” Ben yaşlanmayan, bir yaşlıyım, ben yaşlanmayan bir yaşlıyım...”diye tekrarladı.

Öfkeleniyordu, kendisi inanıyordu ama aynadaki ihtiyarı inandıramıyordu dediklerine sonra aynadaki ihtiyara bakarak her şeye karşı; hayatında olup bitmiş ve olacak ne varsa hepsine karşı nefret duymaya başladı.

Duyduğu nefret ayakların ucandan başlayarak göğsüne kadar dalgalanarak geliyor göğsünü sıkıştırıyordu ve nefes alırken hırıltılar duyulmaya başlamıştı. Kendisini zorlayarak, ” Öyleyse yaşadıklarımın ve yaşayacaklarımın da benim için bir önemi yok” dedi.

Eli çekmecedeki silaha gitti, nefesindeki hırıltılar gitgide artıyordu. Kolunu uzattı elinde demirin soğukluğu hissetti gözlerini kapadı, odada sadece insanı ürperten hırıltıları duyuluyordu, tüm vücudu titremeye başladı ve silahı ateşledi.

Silah tüm gürültüsüyle patladıktan sonra hırıltılar kesilmiş odada ses duyulmuyordu, huzur veren bir sessizlik kapladı odayı, açık pencereden yağmurlar temizlenmiş caddelerin, ıslanmış toprağın kokusu yayıldı odaya.

Aynadaki ihtiyar ölmüştü.

Kırık ayna parçaları üzerinden, çıtırta çıtırta yürüyerek pencerenin kenarına geldi sigarasını içmek için, temiz havayı soludu ve bu sefer hastalıklı bir gülüşle; ”Yaşlanamayan bir yaşlıyım” dedi.                                                                                              

BİR GÜZELLEŞTİRME MASALI 

Globalleşme adı altında cüzi bir miktara devşirilen kamu kurumlarının sancılarını toplum olarak çekmeye devam ediyoruz.

Bu durumun bugünlerde fışkıran cerahati de tekel işçileri…

İşi ölüm orucuna vardırmaya niyetli 1200 mağdur ve mağdure. Ortaya çıkarılmasıyla sükût-u hayal deryasında yerini alan cuntanın balyoz hareketlerinden habersiz kafalarına inen balyozu kaldırmaya çalışıyorlar. 

 İşin daha da vahim tarafı ise tekel işçilerinin’ istemezük’ şartlarında çalışıp da gık demeyen; susmuş, susturulmuş, alışmış ve alıştırılmış kıtaların var olduğu... Seslerini duymadığımız; “güçlü devlet zayıf birey” realitesini göz önüne alırsak seslerini duyurdukları anda ellerindeki üç kuruştan olacaklarına inanan yollara çıktığında sulanan, coplanan veyahut muktedir olma yarışındakilerin köprübaşına kadar kendisine dayı dediğini bilen ''e bari'' zihniyetiyle sandıkta Müslüman'a (!) damga vuran sessiz yığın.

Peki bu kadar mı?

Sosyal devletimizin bizlere sunmakla mükellef olduğu eğitim hizmetinden sonra sağlık hizmeti de güzelleştirme yolunda.

Farklı ideolojik kılıflardaki her tabip birliğinin karşı olduğu tam gün yasası finişi geçti. Dokunulmazlıktan dem vurulduğunda cihat çağrısı almışçasına birleşen siyasi partiler in güdümünde olmadıklarını umut ediyoruz.

Sağlık bakanlığı, hastaları daha iyi tedavi etme vaatleriyle kendi özel muayenehanelerine yönlendiren doktorları cezalandırdığını öne sürerek halk desteğini alma çabasında.

Doktorlar ise tam güne karşı olmadıklarını ama şartların bu şekilde olmaması gerektiğini savunuyorlar.

Çalışma saatine bağlı ücretlendirme insan hayatı üzerinde oynanan bir kumar değil midir?

Öte yandan üniversite hastanelerinde eğitim ve araştırma yapan doktorların bu saatler için ücret talep etme hakları da yok. Bu hizmet beşte birlik ham maaşa dâhil.

Zaten muasır medeniyetler seviyesinin üstünde olduğumuzdan buluşlara, keşiflere, kalifiye hekimlere gerek olmasa gerek.  Velhasıl kelam mevzuat tarafından 201TL maaşla fakirlik sınırının üstünde addedilmiş bizler için devlet tarafından karşılanan miktarla şööyle bir kabamız alındıktan sonra  ince iş için ek meblağı muayenehanedeki doktora mı sermaye sahibine mi vereceğiz?

Değişen bir şey olmayacak sanki !?

Protesto sloganı olarak; az veren candan çok veren maldan atasözümüzün kullanılabilirliği yüksek.
 
Madalyonun görülmeyen yüzünden ise arsası, tarlası, dağları, kıyıları, küllenen golf sahalarına bu seferlik değinmeyelim. Zararına özelleştirilen kurumların çok farklı fiyatlara yabancı sermayenin eline geçmesi banka hesaplarındaki hareketliliğe göre büyüme olarak lanse edilebiliyor. Hazinemizin zararlarını da ancak faizini takside bağlayıp ödediğimiz dış borcumuz ve vere vere verem olduğumuz vergilerimizle kapatmaya çalışıyoruz.

Anaparanın ödenmesine dair henüz bir girişimde bulunmuşluğumuz yok imiş.

Olsun varsın... Reel büyüme yakalayan patronlarımız var; Hummer’ları olan ve işine yaya giden işçileri de var. Vergi veren hani... Artık bizim ülkemize de yatırım (!) yapan yabancı sermaye var.

Muhalefetimiz var bir de… Biz satmayın demiyoruz; satın, halkına hizmet edene satın, tekelcileri işten çıkarmamayı taahhüt edene satın diyen merkez solda.Hani merkezkaç kuvvetiyle çalışan...

Gelişiyoruz süper gücüz biz diyen ekonomistlerimiz var, Ana Haber bültenlerine Washington DC’den bağlanan… Mini etek gibi istatistiklerimiz var: Çok şey gösteren ama merak edileni saklayan. Varlık, bolluk, bereket ülkesiyiz biz efendim anlamıyoruz ama övünebiliriz; övünmeliyiz de.

Beyin ölümü gerçekleşen orta sınıf için bir dakikalık saygı duruşu lütfen.

                                                                                       Aysel Serpil Görgün

 

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

İÇİNDEKİ ŞEHİR

sen şehre karışıyorsun. 
şehir sana karışıyor... 
yürüyorsun. 
yürüyor, yürüyor... 
şehri hiç umursamıyorsun... 
çekip ayrılmıyorsun kalabalıklardan. 

şehir dayanıyor acıya 
yalnızlığa dayanıyor.

sen yalnızlığı yaşamıyorsun
akşam kalabalığında tek kalışları 
kızıl vakitlerde mavi oluşları.
şehir sana yalvarıyor 
sen duymuyorsun. 
susuyorsun. 

şehir boğuluyor umutsuzlukta 
kalabalıkta boğuluyor. 

şehir seni seviyor 
sen hiç bilmiyorsun .
köşebaşlarından dönüyor. 
yollardan geçiyor 
gidiyorsun .
gidişlerinin sonu olmuyor 

şehir papatyalarını sunuyor sana 
sen şehri başka sen'lere bırakıyorsun. 

                                                                                                                     Selime Basaran

İNSANDIK ÖNCE

hepimiz insandık önce...
ağladık: gözyaşı
güldük; tebessüm olduk..

umutlarımızı vurdular meydanlarda 
sustuk.
renklerimizi karıştı birbirine
karıştırdılar.

dostların ölümünü gördük.
anneler babalar öldü.
içimizde bir parça öldü beraberinde
vefasızdık
bir mezar bekçisiydik bahçelerde.

adamından büyük giysiler çevreledi etrafımızı 
kördük.
dilsizdik.
konuşmuyorduk.
açlıklar yaşandı bir yerlerde
üzüldük mü bilmem.

her şey güzeldir dediler
hayat güzeldi
güldük.
savaşa gittik.

önce hepimiz insandık
çok sonra...
hiçbir şey olamadık.

                                                                                                             Selime Basaran

Online dergiler Online dergiler