YARISI BAYAT AYNI NAKARAT

Gecenin ilerleyen saatlerinde izleyebildiğimiz siyasi içerikli programların katılımcıları ağız birliği içinde asıl konuşulması gereken konunun ekonomi olduğundan dem vurup başlıyorlar; yargıda yangın, orduda vurgun, kafada türban, bir imam bir de hatip…

Geçtiğimiz 87 yıl içinde soruna inebildiklerine göre önümüzdeki 87 yıl içinde bir girişimde bulunacaklarına dair ümit besliyorum.

Milli karakter olarak yoğurtlu pilav yiyemeyiz biz; ya yoğurdu yiyeceğiz ya pilavı. Damak zevkinden değil elbette ki bütçe kalibresinden.

O on dakikada yapılan ekonomiyi anma töreni bir nevi zikri aklama çalışması mıdır, bilinmez. Ama tabi madem böyle afilli gündemimiz var üzerimizden geçen borudan en pahalı gazı alacak olmamız pek de önem arz etmez. Gündeme odaklanmak gerekir, gündemde kalmak gerekir:

Hepimiz Askeriz, Hepimiz Laikiz!

Gökten zembille inmeyen bir cumhuriyet var. Milli bayram ilan edip, törenler düzenlediğimiz; sayesinde var olduğumuz…

 ''O zaman şimdiki gibi kolay değildi her şey'' der hep büyüklerimiz önemli işler yapıldığına dikkat çekme kaygısında olduklarından herhalde. (Popülizm çarşafının zihinlere tül çektiği günümüzde kolaydır çünkü her şey, öyle inanılır)

Değişimler, sancılı dönemlerin arkasından gelir.

 Güzel yurdumun kronikleşen sancısı sürekli değişimden ziyade gerçekleşemeyen değişimin habercisidir.

Cumhuriyet Rumeli imalathanelerinde üretilmiş Anadolu etiketli bir devrimsidir.

Asker kökenlidir. Militaristtir; yani dillendirilmese de o yanı pek. Sevmesek de biz. ''No militarizm!” Irak'a girmiş Amerikan tanklarını durdurmuş olsa da zihinlerde... Her devlet iç odaklara veya dış kuvvetlere karlı bir askeri harekâtın meyvesidir.

Her ikisine de karşıdır cumhuriyetimiz. Atatürk sosyal alanda yaptığı yeniliklerle, örnek aldığımız batının meşrulaştırma politikasını gütmüş, devrimini taçlandırmıştır. Postalın üstüne patik geçirmiştir.

87 yılda militarizmin en az etken olduğu hükümet onunkidir netekim(!). Askerlere siyaset sahnesine çıkmadan önce üniformalarını çıkarmaları gerektiğini öğütleyen de odur. Bu öğüt akıllarda pek yer etmemiş olsa gerek ki değişim cumhurbaşkanımızın milli selamet gömleğini çıkarıp atması kadar kolay olmamıştır.

Hepimiz Tayyibiz, Hepimiz Demokratiğiz!

Peki ya güçlü ordu, güçlü millet, güçlü devlet sacayağına kum atanlar? Devranın dönmesiyle cumhuriyetle ön plana çıkan elitistlerin egemenliğine son verme vaadiyle öne çıkan demokrat akım iktidarı ele alır.

Resmi olarak 60 yıldır bu iki kutbun siyasi rekabeti izlenmekte topraklarımızda. Çıkar turnusolüne göre kutuplanmış iki yan ve güçlünün eylemleriyle çenesini yoran uyurgezer yığın.

Sanayi odaklarını arkasına alan halkınmerkezsağsesi(!) kesim anayasamızın kendilerine verdiği yetkiye dayanarak çeşitli kereler durdurulmuş, indirilmiş, kaydırılmıştır ordumuz tarafından.

Şimdi ise bizde Sabri Ülgener'in bahsettiği liberallerle muhafazakârların flörtleşmesinden peyda olan kalvenizmin bu kutuplaşmaya farklı ve keskin bir boyut kattığını gözlemliyoruz.

Kılıcı kınındaki paşalar bu kez sert kayaya çarpmış gibi.

Karşı tarafın sağlamlığından mı sırtını sağlam kazığa bağladığından mı yoruma açık ?!

Muhafazakârlarla el ele vermiş tatlı su solu, milliyetçi laik kaleler... Başından beri ne halkın egemenliği diye tanımlanabilen bir demokrasi var ne de laikliği elden çıkarmak isteyen mollalar görülüyor.

Yalnız bu sefer vazgeçilen bir hukuk devleti gerçeği olduğu kesin. 

Askerlerin siyasetle uğraştıkları izlenimi verilmemelidir, asker politika ile uğraşmamalıdır.
Bu 1919 Amasya Görüşmelerinde alınan bir karardır. Gündemi yakalamak güneşe değmek gibi bizim ülkemizde.

Bilincinde olalım, uyutulmayalım!

Aysel Serpil Görgün

 

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

JÜRİSTOKRASİ

Jüristokrasi, ‘yargıçlar yönetimi’ olarak tanımlanan demokrasiye zıt bir kavramdır.

Oligarşik bir yönetim biçimi olup, milli irade göz ardı edilir. Jüristokrasi, fonksiyon gaspı olarak da ifade edilebilir.

Olgunlaşmamış demokrasilerde sıklıkla görülen Jüristokrasi’de, yargı kurumunun başında bulunan kimselerin yorum kabiliyeti ön plana çıkar ve yargıçların yorumlarıyla şekillenen kanunlar vasıtasıyla ülke yönetilir.

Ülkemiz ise yönetim biçimi olarak hepimizin de bildiği gibi Cumhuriyet olup; halk egemenliğinin bulunduğu, demokrasi ile yönetilmeye çalışılan üniter bir devlettir, değil mi?

Ne hikmetse, AK Parti’nin seçildiği 2002 yılından sonra birbirinden tamamen bağımsız olan yasama, yürütme ve yargı erkinden, yargı; yürütme ve yasama tarafından yapılan kanuni değişiklik ve önerilere [herhalde siyasi bir temsilcisi bulunmadığı için… ]  acar muhalefet ve onun ekibi tarafından yapılan itirazlar üzerine verdiği kararlar ile karşı çıkmakta ve yasalar tarafından kendisine verilmeyen yetkileri “ Ali kıran, baş kesen...” misali kullanarak yasama ve yürütmenin işlemesini engellemektedir.

Yargı erki böylece açık bir şekilde ülkede yargıçlara hiçbir şey sorulmadan ve onların fikri alınmadan yasama ve yürütme erkinin ‘fos’ olduğunu ilan ve ilam etmeye çalışmaktadır.

Nasıl mı?

İşte örnekler…

Şemdinli Fatih’i; ancak HSYK mağduru Savcı Ferhat Sarıkaya.

Şemdinli’yi, devletin verdiği yetkileri kullanarak karıştırıp, adli yargı mercilerince yaklaşık 40 yıl hapse mahkûm edilen [fakat Yargıtay tarafından bozularak Askeri Mahkemeye sevk edilen] birkaç askeri görevliyi, ‘iyi çocuk’ olarak tanıyan kişilerin adını iddianamesinde geçirdiği için Ferhat Sarıkaya’yı; savcılık görevinden atan ve hatta avukatlık yapmasını engelleyen HSYK’nın kararına hiçbir kimse bir şey yap(amamıştır.

Savcı Sarıkaya ise şu an bir avukatlık bürosunda yalnızca danışmanlık yapabilmektedir.

Bir diğer örnek:

 Anayasa Mahkemesi, yasama erki tarafından yapılan anayasal değişiklikleri sadece şekil yönünden denetleyebilir.

Gelgelelim yargıçlarımızı durdurabilene aşk olsun…

Eğitimde eşitlik için yapılan ve başörtüsü özgürlüğünü getiren anayasal değişikliği esas yönünden denetleyerek yasama organının yetkisini gasp etmiştir.

Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçiminde, toplantı yeter sayısını n 184 milletvekili olmasına karşın Super Gadget Kanadoğlu’nun 367 mucizesi sayesinde yüceliğini yeniden takdis ettirmiştir.

Üçüncü örnek:

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, halkın yaklaşık %50’sini temsil eden Ak Parti hakkında internetten, gazete küpürlerinden ve YARSAV’dan topladığı sözde delillerle ‘Google Davası’ açmış ve sonunda varılan kararla halk iradesinin kendisi için hiçbir şey ifade etmediğini yeniden ilan etmiştir.

Diğer bir örnek:

HSYK tarafından; Erzurum Özel Yetkili C.Savcısı Osman Şanal’ın, Erzincan C. Başsavcısını tutuklaması üzerine,  sicil numarası ve bilgilerini bir telefonla alınarak çok hızlı(!) olan yargı sistemimiz sayesinde yetkileri elinden alınmıştır.

Ve Jüristokrasi egemenliğini tekrardan ispatlamıştır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bu tabloya bakıldığında insanın yüreğinin yanmaması elde değil…  

Çünkü:

Anayasanın 138.maddesi: ”Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa’ya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”

139.madde: Hâkimler ve savcılar azlolunamazlar, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz.”

140.madde: “Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.”   

...gibi hükümler bulunmasına rağmen; Türk Milleti adına karar veren yargıçlar, acaba o milletin iradesini nasıl göz ardı ediyorlar?

Tarafsız davrandıklarını nasıl söyleyebiliyorlar?

Yargıçlarımız yarın öbür gün hâkim ve savcı olmak isteyen gençler ile genç hâkim ve savcılara hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin ve metin” olarak örnek olabildiklerine inanmıyorum.

Millet olarak irademizi hiçe sayan yargıçlara bizim ne kadar güvendiğimizi düşünüyorlar?

Ben, bir vatandaş olarak asıl vazifesini yapmayan ve adına karar verdiği milleti yok sayarak Jüristokrasi yönetimini uygulayan yargıçlara güvenemiyorum.

Bu sebeptendir ki hepimizi temsil eden yasama erki ve devleti temsil eden yürütme erkinin acilen cumhuriyet ve demokrasinin prensiplerine uyan ve herkesi içine kapsayan yeni bir sivil anayasa hazırlaması gerektiği tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Yeni bir anayasanın hazırlanmaması halinde, Cumhuriyet yönetimine ve demokrasiye bye-bye diyerek 1982 Anayasası ve Ulu Yargıçlarımızın yönetimi olan Jüristokrasi ile yaşamaya şimdiden alışmamız lazım. 

Kerim Aras

Paylaş

 

Bu yazının başlığı aslında bana ait değil. Bu yazıyı da yazmamdaki sebep, Fikir Adası’nın Şubat 2010 sayısında bir arkadaşımızın yazısında görmüş olduğum bir yanlışı düzeltmektir. Aslına bakılırsa yazıyı yazmıyor bir araştırmayı sizinle paylaşmak istiyorum.

İlk önce görmüş olduğum hatayı aynen paylaşayım:

“Yıl 1514. Hastalıklı bir faşist daha; Yavuz Selim. Müftüsüne fetva verdiriyor, ''Alevi katli vaciptir.'' diye. 40 bin alevi katlediliyor bu destekle. O zamanlar devlet desteğini gizliden gizliye de vermiyormuş günümüzdeki gibi, gördünüz mü dostlarım?”

Şimdi hata yapılır madem; önemli olan düzeltmektir deyip doğru olanı söylemek istiyorum.

Birincisi Yavuz Sultan Selim’e hastalıklı bir faşist demek başlı başına büyük bir gaftır. Şöyle açıklamak gerekirse ‘faşist’in sözlük anlamına bakalım.

"Faşist" demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca "facio" kelimesinden doğan bu sıfat, Musolini'nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına unvan olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de "faşizm" denmişti. Milliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar "nazi" (Nasyonal Sosyalist'ten kısaltma), İspanyollar "falanjist", Belçikalılar "reksist", Romenler "gardist" kelimesini kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilk önce İtalya'da çıktığı için hepsine birden "faşizm" demek âdet olmuştu.

Yani açıklamada da görüldüğü gibi faşist, aşırı milliyetçilik demek anlamına gelmektedir ve Yavuz’a böyle bir yakıştırma yapmanın ne kadar bilimsel gerçeklikten uzak olduğunu, milliyetçiliğin Fransız ihtilaliyle yayılmaya başlayan bir akım olması hasebiyle anlamış oluyoruz.

Yani o dönemde milliyetçilik unsurunun var olmamasına binaen nasıl faşist olunuyor merak etmekteyim.

Ayrıca bir fetva verilecekse bunu müftü vermez. Bilindiği üzere şeriatla yönetilen Osmanlı’da buna bakacak olan makam Şeyhülislamlık makamıdır ve bu makama padişah fetva verdirtemez.

Gel gelelim asıl meseleye. O da 40 bin alevinin katlinin vacip olduğu mesele! Onun açıklamasını Mustafa Armağan’a bırakıyorum. Konu ile ilgili araştırmasını paylaşıyorum:.

“Bir de özellikle bazı Osmanlı karşıtı kesimlerin dillerine doladıkları ve maalesef İsmail Hami Danişmend gibi ateşli Osmanlı yanlısı ‘Sünniler’in de Şii-Alevi husumetlerinden ötürü köpürttükleri ‘Yavuz’un 40 bin Alevi’yi kestiği’ söylentisi var. Ne yalan söyleyeyim, her iki kamp da bu tehlikeli ateşe odun taşımakta fevkalade mahirler.

Yavuz Sultan Selim, Doğu’da namağlup unvanına sahip Şah İsmail’in adamlarının Tokat’ı ele geçirip kendi adına hutbe okuttuğu, hatta Kütahya önlerine kadar geldiği, Bursa’yı tehdit ettiği ve Rumeli’deki kardeşleriyle buluşmalarına ramak kaldıkları bir ortamda tahta çıkmış buldu kendisini. Üstelik de bir Osmanlı şehzadesi olan yeğeni Murad, Şiiliği kabul etmiş ve Şah İsmail’in yanına kaçmıştı. Yani Safevi etkisi, bırakın halka yayılmayı, bizzat saraya kadar girmişti.

Burada özellikle belirtmek istiyorum ki, Yavuz’un birinci sorunu, bir inanç olarak Alevilik değil, Fransız tarihçi Jean-Louis Bacque-Grammont’un akıl dolu deyişiyle, Safevi Devleti’nin Anadolu’daki Alevileri ‘beşinci kol’, yani istihbarat unsuru olarak, daha da önemlisi, devleti yıkacak tertipler içine girecek potansiyel bir işbirlikçi güç olarak kullanmaya kalkmasıydı. Şah İsmail’in gerçek niyetinin Osmanlı’yı Şiî bir devlete dönüştürerek bir darbede başına geçmek olduğuna ve bu uğurda çalıştığına dair güçlü kanıtlar bulunuyor. Nitekim 1511 Nisan-Temmuz aylarında Bursa’dan Antalya ve Kayseri’ye kadar yayılan, Anadolu’nun büyük bölümünün yakılıp yıkılmasına ve 50 bin insanın ölümüne yol açan Şahkulu isyanı da gerçek bir ders olmuştur Yavuz’a.

Anadolu’daki Aleviler ya İran’a göç edip Şah İsmail’in saflarına katılıyor veya muhtemel bir Anadolu seferinde ona destek vereceklerine dair işaretler veriyorlardı. Osmanlı Devleti’nin 1402’de içine yuvarlandığı fetret devri yeniden yaşanacak mıydı? Bu soru, 112 yıldır hiç bu kadar sarsıcı olmamıştı.

Bunun üzerine Yavuz, hem İran’a insan kaynağı sağlayan göçü önlemek, hem de Safeviler üzerine düzenleyeceği seferde arkasını sağlama almak için Mustafa Akdağ’ın deyişiyle, “Şah İsmail’e bağlılıkları, sadece dinî bir inanç olma çizgisini aşarak, para yardımı, asker olarak gidip ordusuna katılma, Kızılbaşlık propagandası yapmak ve şaha casusluk etmek gibi yollarla hizmet ettikleri sabit olanlar hakkında kovuşturma başlattı”. Bu kovuşturmanın bir tür fişlemeye dönüştüğünü biliyoruz. Tutulan defterlere yukarıdaki eylemlere karışmış 40 bin Kızılbaş’ın adının geçirildiğini, bunların tutuklanıp sorguya çekildiklerini biliyoruz. Suçlu bulunanlar elbette idam veya hapisle cezalandırılmıştır. Ancak bu kovuşturma sonunda ne kadarının idam edildiğini, ne kadarının hapse atıldığını veya sürgüne gönderilip serbest bırakıldığını bilmiyoruz.

İşte o 40 bin kişi, bu kovuşturma maksadıyla fişlenen ve yakalanan casuslar, düşmana yardım ve yataklık yapanlar, daha önce Şah İsmail’in ordusunda savaşmış olanlar, propagandasını yapanlardı. Ve hepsinin öldürüldüğüne dair en ufak bir kanıt olmadığını ben değil, yine Bacque-Grammont söylüyor:

‘Göründüğü kadarıyla, bu “büyücü avı”, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40.000 sapkının kırılması efsanesinin destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde; sayılar karşısında doğulu baş dönmesiyle alabildiğine damgalı görünüyor bu.’ (Bkz. Ed.: Robert Mantran, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, Cem Yay. 1995, s. 173)

40 bin aileyi, yani ortalama 200 bin nüfusu ilgilendiren böylesine büyük çaplı bir ‘katliam’ın belgelere de bir şekilde yansıması gerekmiyor muydu? İşte Alevi kökenli olduğu bilinen tarihçi Mustafa Akdağ, “Yavuz Selim’in o zaman, Kızılbaş mezhepli 40 bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır… Ancak, biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.” sözleriyle bu balonu patlatıyor. (Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, 2, Tekin Yay., 1979, s. 154) ”

Yazar sonuç olarak şu cümleyi yazmıştır:

”Düzeltiyorum; Tarih ne çekmişse siyasetten ve efsanelerden çekmiştir.”

Ne kadar manidar, öyle değil mi?

Saygılarımla…

Eleştiri, çözümsüzlüğe karşı açılmış bir çeşit grev pankartıdır. Müstehzi bir tavırla gülümseyen cümleler, tüm karşıtlığıyla birer isyan bayrağıdır. Sarkastik jargon ile söylenen sözler, hayata tutulmuş berrak aynalardır.

Eleştirilmek istemiyorsanız, hiçbir şey yapmamanız yeterlidir.

Eleştiriye tahammül edemiyorsanız, hazımsızlığa yönelik bir ilaç edinmeniz gerekir.

Eleştireni tehdit ediyorsanız, bilinçaltınızda hala ergenlik sanrıları taşıyor veya kabadayılık sendromu yaşıyor ya da içinizde despotik dürtüler barındırıyorsunuz demektir.

İstersen avazın çıktığı kadar bağırarak söylersin kahkahalarınla; gürültülü bir neşenin melodisine ayak uydurup yirmiye yakın dişini gösterirsin “ ...the winter is over ” diyerek. 

İstersen kısık bir sesle mırıldanıp gözyaşı dökersin “…the winds are colder” cümlesindeki soğukluğu hissederek.

Fakat sonbahar salıncaklarında geçmişi bekleyen huzurlu uyku sona ermiştir artık: “ the love we’ve had will turn all over. ”

Ve ezberlenmiş günler yaşanırken; dublörsüz oynanan filmin son karesinde, çatlamış dudaklardan buruk bir fısıltı duyulur: “ going south and we are older… ”

İhsan Doğramacı,1915 yılında Osmanlı Devleti’nin toprağı olan Kuzey Irak’ta, Erbil’de doğdu. Babası Doğramacızade Ali Paşa, Erbil valisi idi.

Seçtiği meslek onu Erbil’den uzağa, zengin bir toprak sahibinin geleneksel uğraşlarının ötesine taşıdı...

Erbil’deki Türkçe öğretiminin ardından Beyrut Amerikan Kolejini ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. ABD Harvard Üniversitesinde ve St. Louis’teki Washington Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı.

1947’de Ankara’ya yerleşti. ABD’de incelediği kâr amacı gütmeyen özel yükseköğretim kurumlarına benzer yapıdaki üniversitelerin Türkiye’de oluşturulmasın daha o yıllarda planlamaya başladı.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde hızlı bir mesleki ve akademik gelişme göstererek 1955 yılında pediatri profesörü ünvanını aldı. Aynı yıl, Ankara’nın yoksul bir semtinde Ankara Üniversitesine bağlı Çocuk Sağlığı Enstitüsünü kurdu. Buraya çeşitli yüksek okullar ekledi.

Ardından, aynı üniversite de ikinci bir tıp fakültesi olarak Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesini ve Diş hekimliği Yüksek Okullarını kurma çalışmalarına başladı.

Ankara Üniversitesi rektörlüğü de yapan İhsan Doğramacı 1967 yılında Hacettepe Üniversitesini kurdu ve rektörlüğünü yürüttü. Rektörlük süresi bittiğinde Paris Descartes Üniversitesinden pediatri profesörlüğü teklifi aldı ve ataması yapıldı.

1980 yılında Türkiye’deki yükseköğretim sistemini düzenleyecek yeni bir yasanın hazırlıklarına danışmanlık yapmak üzere Türkiye’den davet aldı.

Onun reform önerileri arasında bulunan YÖK’ün kurulmasında öncülük etti ve ilk başkanı oldu. İhsan Doğramacı’nın yaptığı reformlar sayesinde yükseköğrenime devam edenler sayılarında ve oranlarında ciddi artışlar meydana geldi.

İhsan Doğramacı, Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin ilki olan Bilkent Üniversitesini kurdu ve mütevelli heyeti başkanı oldu. Birçok eğitim kurumu ve hastane açmış olan 5 vakfın kurucusudur.

Dünya sağlık örgütünden çeşitli görevler almış ve bu konuda birçok başarı sağlamıştır.

Dünya’nın çeşitli ülkelerinde de birçok üniversite kurulmasına öncülük etmiştir. Unicef’te de uzun yıllar görev yapmış ve yönetim kurulunda bulunmuştur. 1968 yılında Uluslararası Pediatri Kurumu başkanlığına seçilmiş ve uzun yıllar bu görevde bulunmuştur ve kurumun onursal başkanı olmuştur.

Tıp ve Sağlık Bilimleri alanında yazılmış çok sayıda bilimsel makalesi, kitap bölümü ve kitabı bulunmaktadır.

T.C. Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevleri için teklifler almış olan İhsan Doğramacı, sağlık ve eğitim konularındaki çalışmalarına odaklanması gerektiği inancıyla bu teklifleri kabul etmemiştir.

Çok sayıda ödül, madalya ve nişanın sahibidir. 14 ülkede 26 üniversiteden fahri doktora almıştır. Dünya çapında 23 ulusal pediatri derneğinin de onursal üyesi olmuştur.

Yaklaşık 100 yıllık hayatı insanlara hizmet ermekle geçmiş. Dünya’nın çeşitli yerlerinde verdiği hizmet ve sunduğu katkılarla, sağlı, eğitim ve bilim için yarattığı kurumlarla daima hatırlanacaktır.

Rahmetle anıyoruz…                                                                  

Online dergiler Online dergiler