GÜNDÜZ İNSANI

 

Gündüz insandı gece hırt...

Böyle olana kadar öyle değildi, gündüz insan gece minsan idi. İşin aslı tam da öyle sayılmazdı, yalnızca ve galiba öyle olmayı istemekle yetinmişti. Sabahtan akşama, yani gündüz -hatta güpegündüz- insan gibi olup sularla beraber hava karardıktan sonra gece boyu hırt biçiminde yaşamayı hayal etmişti. Nasıl Bursa o hayalle uyursa her gece, o da bu hayalle uyumuştu her gece... hergele! Sosyal statüsü uygun, ictimai mevkiî müsait değildi. Yoksa o da bilirdi İstanbul’un Beyoğlusunda tinerci takılmayı. İyi olmayı denemek varken ve herkes -en azından- öyle yaptığını sanırken zırt pırt, hırt olmayı istemek de -yine- anlaşılır şey değildi. İçinde palazlanan ikinci kişilikten habersiz yıllar tüketmişti; iyi de etmişti. Sanki o yapıp etmese yıl denen nesnenin tükeneceği neyin yoktu.

 Gündüz feneri, gündüz gözü değil ama gündüz insanıydı. Gece insanları ise geceyi yaşayan değil, garip taifesinden olup geceler garibin tesellisine sığınmış sıradan, sade, iddiasız, kimliksiz, bilinçsiz, bilgisiz, ilgisiz canlılardı.

 Ne inin ne de cinin top oynayamadığı ve bu yüzden bunalıma girdikleri bilinen apaçık bir gerçektir. Bunun böyle olduğunu herkes bilir. Herkesin bilmeyip yalnızca bazılarının bildiği ise, oradaki (neredeki?) inin, küçük mağara, vahşi hayvan barınağı olan in değil, insanın kökü olan ins olduğudur. Yani işin aslı ins ile cin olmuş oluyor. Ve elbette insanın insten sonra cins diyesi geliyor. İnsan bu, su misali aktığı gibi bazen de cinsliği tutabilir.

 Gündüz insan gece minsandaki giz perdesini aralamak daha ilgi çekici heyecanlar getirebilir (getirsin hele). Minsan denilen kavram, min ve san ile ilgilidir ve bizi ister istemez ardısıra tâ Caponyalara kadar sürükleme kabiliyetine sahiptir. Aslı ming olan min, Çin-Capon ortak kullanımına ait bir kelime. Öyle ki hanedan adı olarak da tarihte seçkin bir yer edinebilmiştir: Ming hanedanı... (Bu noktada babasının bir zamanlar Maocu olduğunu hatırlamadan edemiyordu). San ise yine Caponcada ağa, bey, efendi, beyefendi, samuray çetesi başı karşılığı epey yaygın kullanım alanına sahiptir. Anjin-San’daki dizifilim tadı min-sandaki kadar köklü değildir. Ezcümle, minsandan beylerbeyi, beyefendi kere beyefendi falan gibi bir şeyler anlaşılmak mümkündür.

 

***

 

O eskiden böyle birisi değildi, aklı başında söz eder -yer yer- akıllı geçinirdi. Kendi dahil herkes ondan memnundu veya en azından öyle görünüyordu. Tıkırında giden her şey, bir gece değil de bir günün gün ortası olan öğle vakti değişti.

 Sıkılmıştı...

 Durum, konum, statü, mevki, kabuller, anlayış, yaklaşım, algı, vergi, cemiyetteki ismi, çevresi, sevapları, tövbe beklemekten gına gelmiş günahları, sıradanlıklı amaçları, taranmayı bekleyen saçları, gidip yapmadığı maçları, yerde sürünen taçları, gaspedilmiş tahtı, tutmadığı ahdı... hepsi birleşti; bu yetmedi birleşmeyi ikileşme, üçleşme, üç yüz bin kere üç yüz binleşme izledi. Sağduyu kendini sol yanda gizledi, durum(u) yakıp eriten, terleten öğle sıcağını da terkibine alarak (galiba temmuz günlerinden bir gündü) dokundukça devleşen masal hayvanları gibi büyüdü büyüdü... Dikildiği yerde bayılıp düşmemek için kıyıya çekildi. Kaldırım önüsıra sahte hayat yaşayan yüzlerce sırt ile doluydu. Bu kadar sırtı daha önce bir arada görmediğini düşündü. Neler oluyordu... Acaba hep oluyordu da o yeni mi farkına varmıştı... Sırt sayısı binleri, sonra yüz bin kere yüz binleri bulmaya yakın, hırt olmaya, ama sabredip geceyi beklemeye karar verdi. Çünkü olmayan tecrübelerine göre hırtlığın çağı gece idi.

 Gece...

 Geç gelen, bir türlü geçmek bilmeyen, günün gündüzün ışığın aydınlığın düşmanı; beyazın tersi, akın zıttı, ağır, hantal, kunt ve karanın öteki adıydı. Tanıyordu geceyi; gece kimi zaman aşkla yer değiştirmiş, nicesine bağır deştirmiş, ürküten, korku püskürten, gırtlak öksürten karadan daha kara bir feraceydi.

 Gece yapılacak ya da olacak -olmasını isteyip kararını verdiği- bir işe gün ortası öğlen vakti karar vermek tuhaftı. İşin tersliği, kendini daha ilk başta ele verir gibi olmuştu.

 Evi, işi, vücudu güzel bir sevgilisi, duyguları vardı ve iç dünyasında esen fırtınalarla sıradan bir sapıktı. Gündüz insanı, dağ sırtı, pala pırtı türünden ilgisizlik ve dengesizlik örneği biçiminde yaşadığı yozlaşma süreciyle gece hırtı olmaya hızla ilerlediği söylenebilirdi. Gece hırtına hırtapoz, zırt pırt densizlik edenlere de zırtapoz denen bir sosyal gerçeklikte hali acaba nasıldı ve n’olacaktı?

 İkidebir ve zırt pırt hırt olunmazdı. O yüzden belli saatlerde hırtlık etmeye karar vermişti; karar vermesinin sebebi buydu. İlk o akşam (karar verdiği sıcak gün ortasının gecesi) denedi ve sonucu tatmin edici buldu. Yıllardır içinin bir yerlerinde kıvrılıp bükülmüş ince uzun bir yılan gibi zamanını bekleyen ikinci kişiliğini keşfetmekten memnundu. O gece tam iki köpek ve üç kedi öldürmeyi başardı! Zavallı yaratıklar şehir hayvanı olmanın getirdiği rahat tedbirsizlik ve sahte güvenle olacağı tahmin bile edememişti. Ensiz küçük balta başlarına (ikisinin sırtına) inerken bile bunu hayvanseverliğin yeni bir yansıması sanmışlardı.

 İlk iki ay dikkat çekmedi. Acar ama paranoya sahibi olmakla da kınanan genç bir muhabir gasteci, artan hayvan cinayetleriyle ilgilenmek istedi. İşe gastelerin üçüncü sayfalarını taramak ve şehir radyolarıyla ilişki kurmakla başladı. Belediye itlaf ekipleriyle özellikle ilgilenmedi. Onlar gündüz çalışır ve atılabilir zehirli iğne kullanırdı. Hayvan soykırımı dördüncü ayını doldururken adını koymakta zorlandığı bir tespite ulaşmayı başarmıştı: Birisi ya da birileri sistemli ve aynı yöntemle hayvan katliamı yapıyordu! İşin çoluk çocuk, fıttırmış deli, sıyırmış emekli ya da bunak dede işi olmadığı belliydi. Ulaştığı ikinci sonuç daha da önemliydi: Öldürülme işi kesinlikle gece yapılıyordu. Vahşete dehşet katan bu zamanın bilerek seçildiği apaçık meydandaydı. Anneannesinin adı noya olmamasına karşılık iç dünyasında paranoya yansımaları barındıran genç gasteci kız, beş aya varmadan katilin sosyopsişik yapısıyla ilgili çılgın bir tespitte daha bulundu: Adam -ki kadın olmadığından adı gibi emindi- gündüz insan gece hırt türü bir hastaydı!

 Aylarla ifade edilen zaman diliminde gündüz insanının becerdiği özel vahşet örnekleriyle de karşılaşmıştı. Bilmem kaçıncı olay ertesi adamın hırtlığını hissetmişti. Bin bir uğraş sonucu bir hayvan gönüllüsünün önayak olmasıyla yaptırabildiği otopsi sonrası -zaten sabitleşmiş- düşüncesi tamamen kesinleşmişti. Taze köpek leşinin ön sırt bölgesindeki etsiz iz, bir canlının dişleriyle -ancak- açabileceği yaraydı. Çıplak gözle bile bunun türdeş bir varlık eseri olmadığını anlayan sosyete baytarı, iki saati aşan inceleme sonucu “Olamaazz... olmamalı... yani şimdi bu... nasıl... hoppala...” şeklinde zırvalamaya başlamıştı. Zırva zanırtmaya dönüşmeden önce veteriner hekim Olgun Özbudun Bey gasteciye “insan dişi izi” diyebilmeyi başarmış, ardından baş dönmesi şikayetiyle en yakın koltuğa yığılmayı seçmişti. Adamcağız izleyen günlerde evinde sağlık sebepli uzun bir dinlenme süreci yaşayacaktı. Gasteci kız insafa gelip olayı haber yapmadı.

 Gasteci, gazeteye bir sürü doldurma haber yanında sık sık hayvan cinayetlerini de işleyen bilgi taşıdı. Hepsi olmasa da üçü beşi yayınlandı. Bu arada son yedi aydır birlikte yaşadığı kimya mühendisi çocukla nişanlanıp yine yedi ay sonunda evlenmeye razı etti. Kimyacı sevgilinin nerdeyse hiç gece hayatı yoktu, tam bir gündüz insanıydı. Birkaç yıl daha gecikirse şişme, sarkma gibi şeyler yüzünden kızkurusu kaderi yaşayacağını ve haber müdürünün metresi olacağını biliyordu. Evlilik konusunda yançizme eğilimli kimyacıyı iknada fiziği sayesinde fazla zorlanmamıştı. Son on gece meme iriliği, but yuvarlağı, saç yumağı, ağu, buğu, oluk, soluk, ter, doku, koku, kıvrım, tütsü, davultozu, minare gölgesi, az söz çok muamele ile epey yoğun geçmişti. Tasarlı saldırıya fazla dayanamayan mühendis, on birinci gece daha başlamadan “mayna, yelkenler suya” demek zorunda kalmıştı. Eşeğini sağlam kazığa bağlayan gasteci, nişana sekiz gün mütecaviz zaman ertesi ilgisini yeniden hız kesmeyen hayvan katline verdi. İkinci vermeyi ise köpekdişi ağrısından yakınan kimyacıya tanıdığı bir dişçi adresi vererek yaptı.

 Gastecinin tek tesellisi, çılgın herifin insan ırkını hedef seçmemesiydi. Mevcut birikim ve cinayet deneyimiyle savunmasız insan, tinerci, şarapçı, otçu, bimekan tiplere yönelse ortalıkta adam komaz tüketirdi. Yine de içinde belirip kaybolan “Eh fena da olmazdı hani, kurtulurduk pisliklerden” düşüncesiyle irkilecekti.

 İpucu izlemesi, işüstü yakalaması, ihbar, tanık, vazgeçiş bekleyen gasteci kız rastgele gittiği bir trafik kazası haberiyle işi çözdüm sanacağını hiç tahmin etmemişti. Bilinen bir akşamüstü kazasıydı. Hızlı araba kaldırımda yürüyen bir yayaya çarpmış adam da hemen oracıkta ölmüştü. Sürücü muhtemelen içkili çıkacaktı. Artık iyice kışlığını gösteren havadan korunmak için uzunca bir palto giydiği anlaşılan otuzlu yaşlardaki ceset yerde boylu boyunca yatıyor, üzerine örtülecek eski gazete bekliyor... Yandan, önden, üstten ve ne kadar açı varsa hepsinden resim ve iki görgü tanığından bilgi alan gasteci kız, ayrılmak üzereyken kazayı yapan pahalı araba sahibiyle de görüşmek istedi. Adam üzüntü ve şaşkınlıktan ne yaptığını bilmez durumda, kimi görse özür diliyordu, kızdan da diledi. Söyleyeceği fazla bir şeyi yoktu, iş böyleyken böyleydi, o kadar... Bu arada gelen cankurtaran, cesedi almak istedi. İki görevli cansız yatan adamı sedyeye koymak için kımıldattı. Yukarı yükselen vücuttan madeni bir ses duyuldu. Onca kargaşa arasında yitip gitmesi gereken demir hışırtısı gasteci kızın kulağına, oradan da beynine ulaşmayı başardı. İçgüdüsüyle atıldı ve az önce kaldırıma sürtmüş, şimdi de kayışla bağlı olduğu sol omuzdan sarkan baltayı gördü. Çabuk davrandı hızlı düşündü âni karar verdi: Oydu!

 Ertesi gün “Hayvan Canavarı trafik Kazasında Öldü” haberi baş sayfada yer aldı; hem de haber müdürünün metresi olmadığı halde...

 

***

               

              Artık uzatmalı sevgilisi kimyacıyla evlenmiş gasteci kız, bir gece işten geç çıktı, eve varması da bir dizi aksilik yüzünden ayrıca gecikecekti. Araba da eşindeydi, o da bu akşam geç gelecekti. Kız yakın saydığı eve doğru yürümeyi seçti, bu saatte dolmuş falan çekemezdi. Yol üzeri çöp bidonları yanında eyleşen iki köpek gördü, önlem olarak uzak durmaya çalıştı. Artık enikonu depreşen temizlik kuruntusu yüzünden çekeceği vardı. Karşı kaldırıma geçmek istedi, olmadı. Nasılsa kesilmesi unutulmuş bir akasya ağacı gölgesine sığındı. Aksine aksi sokak lambası da yanmıyordu, bulunduğu yerde görünmez oldu “Hay aksi diyordu, işe bak”. Çok beklemeyecek gibiydi, hırlaşan iki hayvan uzaklaşmak üzereydi. Tam bu sırada yanlarında bir araba durdu, sürücü yerinden birisi indi, iner inmez elinde bitiveren baltayı da köpeklere indirmeye başladı. Her şey beş on saniyeye sığmıştı, hayvanlar bırak havlamayı gıkını bile çıkaramamıştı. Az önce iki köpek gebertmiş adam sakince, motoru hırlayan arabasına binip uzaklaştı. Bunlar olurken gasteci kız iki faltaşı göz eşliğinde yalnızca iki defa “Aman Allahım” diyebilmişti.

           Araba, adam, elindeki balta, öldürülen köpekler, arabanın kendi ve adamın kimliği... Gece plakayı okuması ve katilin yüzünü görmesini engellemişti ama durduğu yakınlık sesi tanımasına yetmişti. Yeni evli kimyacı balta sallarken hiç de gerekmemesine rağmen iki köpek için -sanki anlıyorlarmış gibi- hem de iki kere “Sırıt bakalım sırıt, gündüz insan gece hırt” demişti.

 

                                                                                                                       Osman Kibar 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

MANİFESTO

 ‘’Bir fikrimiz var..’’

Nesne ve öznelerin çok farklılık göstermemesine karşın kullanılan kelimelerin veya içinde bulunan zamanın sürekli degiştigi bir cümlemiz vardı.Kendi içinde yalnızlaşan düşüncelerimiz suskun kaldıkça; içinde bulunulan zamanda degersizleşiyor, geçmişte kayboluyor ve gelecekte kullanılamıyordu.

Oysa bizim ’bir fikrimiz var’dı ve anlatmamız gerekiyordu.

Çünkü düşündüklerimiz karşımızdakileri de düşündürür.Çarpışan düşünceler yeni düşünceler dogurur.En iyisini elde etmek yolunda tanışılan ve tartışılan fikirler birbirleriyle çeliştikçe dogruya ulaşılır ve gelecek inşa edilir.

Söz iki sonsuz arasında bir çırpınıştır.Sözcüklerin gücüne inananlar olarak içinde bulunulan zamana sahip olmak ve geçmişteki mirasla geleceğşekillendirmek için ‘bir fikrimiz var’.

İçinde bulundugumuz kavga maglubun galip oldugu tek yarıştır.Yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir.Karanlıktan aydınlıga gidilen bir yoldur.Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir gelecege selam etmek için en iyi silah ise kalemdir.

Fikir Adası dogan ve büyüyen fikirlerin fotografı.Yankılanan ve kendi içinde bocalayan, sorgulayan ve tecrübe kazanan bir düşünce yolculugu.Dün’ün temelleri üzerinde bugün’ü yaşayarak yarın’ı tasarlayan bir serüven.

Fikir Adası anlamak ve anlatmak isteyen genç bir düşünce toplulugu.Yasak bölge tanımayan bir merakın emegi.Amaçsızca dolanan bir neslin içinde aykırı bir çaba.

Fikir Adası ‘bir fikrim var’ diyenlerin atış poligonu.

Özgürlük ve demokrasiye yelken açanlar olarak akıntıya karşı kürek çekmeye davet ediyoruz.

                

Bizim ülkenin insanları çok ciddi, ciddiyetleri hayatı bayağılaştırıyor ve sıkıcı hale getiriyor.

Bu ciddiyet ve bayağılık sadece siyasette de yok, hayatın her yerinde bu bayağılık var, şaka bile kaldıramıyoruz. Yalnız, anneye edilen küfürler dışındaki tüm küfürleri kaldırabiliyoruz.

Doğru düzgün eğlenemiyoruz, şaka yapamıyoruz gülemiyoruz peki biz ne yapıyoruz?

Siyaset yapıyoruz. Hem de dünyada yapılabilecek en sıkıcı, en bayağı siyaseti yapıyoruz.

Vatan elden gidiyor, her gün savaş çıkıyor, vatan hainleri ilan ediliyor, birileri halk kahramanı oluyor, birileri birilerine iftira atıyor, her gün marşlar okunuyor, antlar içiliyor.

Baykal ve Bahçeli ise siyasette bu işin önderliğini yapıyor. Ve bu ciddiyet siyasetçilerin doğasını bozmuş.

Öymen; ”Niye analar ağlamasın diyorsunuz. Şeyh Said isyanında analar ağlamadı mı? Dersim de analar ağlamadı mı?” dedi.

Bu olaylar artık onlara normal geliyor. Çünkü bu konularda aşırı ciddiler.

Galiba bundan da psikopatça bir zevk alıyorlar.

Onlar bizim hayatımızı bayağılaştırıyor biz de buna izin veriyoruz.

Çünkü onlardan çok da farklı değiliz.

Hayatımız her yerinde kendi yarattığımız ve dokunamadığımız kutsallar var.

Bayrak kutsal, vatan kutsal, marş kutsal, liderlerimiz kutsal. Çok kutsal var hayatımızda o kadar çok ki ne yana dönsek kutsallarımıza çarpıyoruz bu yüzden de ayakucunda yaşıyoruz hayatı, ses çıkarmamak için ayakucunda ürkerek yürüyen bir çocuk gibi hareket ediyoruz. Çünkü ürküyoruz.

Fransız entelektüeli  ve aynı zamanda şarkıcı Sergi Gainsbourg bir keresinde sahnedeyken milli marşı şarkı haline getirmişti kendi deyimiyle“yavşakça” söylemişti. Şarkıyı söylerken kendisine hayran bir şekilde bakan kadınların ifadesi birden donuklaştı, erkeklerse öfkelenmeye başladı. Bir süre sonra içeri Gainsbourg’un hayatında ilk defa gördüğü Fransız faşistler girdi. Gainsbourg çareyi kulise kaçmakta buldu.

Sonraları da, tüm Fransa’dan çok ağır eleştiriler aldı. Çocukluğunda Bolşevik ihtilalinden dolayı Moskova’dan Fransa’ya kaçıp gelmiş bir Rus Yahudi’si olan, ikinci dünya savaşında kolunda Yahudi olduğunu gösteren bir yıldızla dolaşmak zorunda olan, savaşın tüm acılarını çekmiş, ölümler görmüş bu adam, tüm bu eleştirilere şöyle yanıt verir:

 ”Milli marşla hep ölünür mü? Hiç dans edilmez mi?”

Bunları söyleyebildi çünkü ürkmüyordu ve ürkmediği için Fransa’nın en güzel kadınlarıyla aşk yaşadı, şarkılar söyledi, resimler yaptı ve roman yazdı. Bunları yaparken de sürekli eleştirildi, saldırılara uğradı; korktuğu zamanlar oldu ama yine de ürkerek yaşamadı. Güzel ve eğlenceli bir hayat yaşadı. Öldüğünde ise cenazesine kimse gitmez deniliyordu; ama Fransa cumhurbaşkanı dâhil Paris’in yarısı cenazesindeydi ve o gün orda Fransa Cumhurbaşkanı Gainsbourg’un büyük bir sırrını açıkladı. La Marseillaise’in en eski el yazmasını, Gainsbourg’un yüklü miktarda bir para ödeyerek aldığını ve yıllarca sakladığını söyledi.

Niye aramızda Gainsbourg gibi birisi yok?

Keşke ilahi bir şekilde aramızdan bir Atatürk daha çıkmasını bekleyeceğimize, Gainsbourg gibi adamların hayatlarımızda can bulması için tüm bu ciddiyet ve bayağılıklarımızdan kurtulmaya, hayatımızdan koparıp atmaya çalışsak.

Sizce de aramızda Gainsbourg ‘un cesaretinin yarısını gösterebilecek birileri var mı?

Varsa eğer söyleyin; çünkü ben buna inanmıyorum.                                                                                  

Mimiklerinin kontrolünü kaybetmemek için insanüstü bir çaba sarf eden babamın, ilk defa gözlerinden yaşlar aktığını gördüm o günEn ağlamaklı ve güçsüz haliyle, güçlü olmamı söyleyen annemilk defa bana dakikalarca sarıldı. On sekiz yıldır kullandığım odamdan çantamı alıp çıkmak ilk defa hiç olmadığı kadar zor geldi.

Bir süre sonra 09.30 İstanbul otobüsü hareket etti.

Ve artık söylenen şey “hoşçakal” değil, “elveda”.

Ne varmış meslek liseleri de aynı katsayıya tabî olsa?

Kıyamet mi kopar ülke elden mi gider dünyayı mı yönetiriz?

Sadece azıcık daha eşit oluruz adaletsizliğin ayyuka çıktığı bir zaman da ucundan adil oluveririz. Hayır adam lise de meslek öğreniyor; neden Üniversite’yi ona kapatıyorsun? Gelsin güzel güzel öğrensin işinin erbabı olsun...

En azından bir müddet deneselerdi; baktın çok başarılı oldular, ne olacak durduruverirsin kararı. En fazla makine mühendisi olur lise de makine okuyan çocuk Danıştay’a üye olacak değil ya.

Neymiş bunların mesleği varmış normal liselerin önünü kapatıyormuş… Ne alakası var hepsi aynı öss ye girecek ki burada normal liseler çok çok avantajlıdır.

Önlerine sadece imam hatipler çıkabilir. Onlarla kafa kafaya gidebilecek bunda da büyük çekince olabilir tabi. Onlar Arapça öğreniyor az biraz dinden çakıyorlar. Sonra doktor olurlar da maazallah hastalarımız mağdur kalır.

Doktorun biri dine uygun değil diye muayene yapmazsa ne olacak? Ya da hukukçu olduğunda ya devlet hukukunu bırakıp İslam hukukunu uygularsa bu ülkenin anayasası yok ya olur mu olur, valla billâh yanarız.

Sonra batı ne der? Ay gericilere bak.

Sonra bunlar bir de Danıştay’a da girmesin ülke de kalp krizinin önü alınamaz.

Büyük büyük amcalara yazık; cumhuriyet onlara emanet edilmiş ya tepe tepe kullansınlar. Sanki bize lazım değil. Hülasa baktın olmaz vazgeçersin vazgeçirtirsin.

Daha eşit olamazdık. Eşitliği bir daha dilimizin ucuyla tatmayalım aman dünya birbirine girer filan. Sonra hiç yakışmaz dünya da barış yurtta barış diyen bir millete.

 Lütfen ellemeyin biz böyle iyiyiz.                                                                       

 

“           

  Merve Demirkol

Fatih Üniversitesi – Psikoloji Bolumu

 

   ‘Benim burada ne işim var? Daha çok küçüğüm!’ deyip artık büyüme umuduyla adımımı attığım Fatih’te neleri öğrendim?

Önce öğrenci dekanlığına ordan muhasebeye ordan rektörlüğe ordan bankaya ordan tekrar muhasebeye ve burdan öğrenci işlerine sonra da tekrar dekanlığa giderek tozlu yollarda bürokrasiyi öğrendim.

Yanımda herhangi bir aile büyüğü olmadığı için resmi dairelerde kravatlı adamların suratına bakıp ‘Şimdi ne yapmam gerekiyor?’ demeyi öğrendim.

 Öğrencinin en büyük dostunun bir şişe sudan ibaret olduğunu öğrendim.

 Güvendiğim her şeyin hayal kırıklığı, inandığım bütün doğruların yanlış olduğunu öğrendim.

 Bildiklerimin bir şeyleri tanımlamaya yetmediğini, insanlığın sınırlarını, bizim yokuşun 99 merdivenden daha çekilesi olduğunu öğrendim.

 Gerçek anlamını öğrendim ‘aşk’ın.

En önemlisi de ‘HAYIR’ demeyi öğrendim.

 Ama hala çok küçüğüm değil mi?

                

                                                                       

  ___

 

 

 

 

Said Doğrul

İstanbul Üniversitesi - Hukuk Fakültesi

 

     İstanbul…

Üç noktanın ima ettiği tüm güzelliği ve rezilliğiyle; en geniş sözcük dağarcığının söz söylemekte aciz kalacağı ve en büyük ölçü birimlerinin dar kalıplarına sığdıramayacağı renkli ve kalabalık bir metropol.

Bu büyük dünya için 3-5 satır ayırmak değil; bir deneme yazıp içinde gezintiye çıkmak veya bir roman meydana getirip sokaklarını dolaşmak ya da bir ansiklopedi oluşturup kaldırımlarında yürümek gerekir.

Ve gülümsedikçe ironikleşen bu rüyayı anlatmak yerine, üç noktalı bir hacim inşa edip çeşitlenen tüm duyguları birkaç çizginin sadeliğine doldurmak şimdilik en doğrusu.

 Güzel karmaşası ve karmaşık güzelliğiyle macera yaşatan, ufuk açan ve insana ne arıyorsa onu bulduran bir üniversite kenti aynı zamanda İstanbul; yani ‘öğrenmek’ için en uygun yer.

 Çünkü üniversite benim için sadece kalın hukuk kitaplarını hatmetmek ve zilyetlik naklinin hangi hükümlerle ifa edilebileceğini öğrenmek değil.

 Üniversite; kampus içinde yaşamaktır, kampus havasını teneffüs etmektir, farklı görüşler tanımak ve farklı görüşlerle tartışmak ve de farklı görüşlere saygılı olmaktır.

 Kişinin artık bir şeylere karar vermesi gerektiği yerdir; yaşamını idame ettireceği yönü ve yaşamını şekillendirecek yolu seçmesi gereken zaman dilimidir.

 Kulüplere girmek, arkadaşlar edinmek, aşık olmak, dostlar bulmak, seyahat etmek, fotoğraf çekmek, tiyatroya gitmek, hobiler edinmek, kütüphaneye uğramak, dil öğrenmek, sosyal organizasyonlar içinde yer almak, kitap okumak, yazı yazmak ve en nihayetinde ders çalışmaktır üniversite.

Elbette tiksindikleri yüzlerini makyajlayıp, benliklerine aykırı tavırlarla utandıkları kimliklerinden marjinalleşerek sıyrıldığını zanneden palyaçolar da bulunur burada.

 Ağızlarındaki Amerikan sigarasıyla anti-emperyalist sloganlar atan veya ayaklarındaki Converse’lerle mitinglere koşan ya da hakkını savunduğu emekçinin dükkânının camını söktüğü kaldırım taşlarıyla kıran sevimli ve sakallı yoldaşlara da rastlarsınız.

 Tabi onlara gördüğü her yerde bıçakla dalıp vatan kurtaran bıyıklı ülküdaşların sayısı da az değildir.

Ve göz yaşartıcı bir efor sarfedip; popüler olma çabasıyla sürekli ayakta duran, her gece özgürlük naraları atıp barlardan discolara koşan, fotoğrafladığı biralı ve açılı pozlarını Facebook’ta ‘İsTanBuL.. xD’ adıyla açtığı albümlerde paylaşan, nedensizce bir gürültü meydana getirip yüksek sesle konuşan, “koptum yhaa!” cümlesini takip eden kahkahasının dozunu dikkat çekme eşiğine göre ayarlayan sevilesi zavallılar da görürsünüz.

 Tüm bu yavrugenlere ve yağan yağmura karşın İstanbul’da yaşam güneşli.

 Nasıl başlarsam öyle mi gider?

   

                      

  ___

 

 

 

 

Halil Çiçekfidan

Northern Virginia Community College – ESL

 

“Lise, artık bitmelisin!” demiştim iyi hatırlıyorum; ama üniversitenin mesafeleri bu kadar arttıracağını hesaba katmamıştım.

 Yeni bir şehir ‘İstanbul’ derken, kendimi yeni bir ülkede buldum.

 Geride bıraktıklarım bütün hayatımdı aslında.

 Yabancı ülkeye giden insanlar ikinci bir hayatı yaşama fırsatı bulurlar.Çünkü hemen hemen hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Yanlışlar içindeki insanlar için temiz bir yaşama geçiş, diğerlerine ise sahip olduklarının değerini anlama fırsatı veriyor. Sağlam inşa ettiğinizi zannettiğiniz karakter yapınızı test etme fırsatı sunuyor.

 Hayatı öğrenmek adına çok iyi bir fırsat; ama ben yine de “sevemedim vedaları”…

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

 

 

 

Online dergiler Online dergiler