KRİMİNOLOJİK KEŞKEK

 

Türkçe karşılığı: Suç Bilimi.

Diğer ilimlere göre çok yeni bir ilim dalı kriminoloji. 

Bundan dolayıdır ki zengin bir bilgi kaynağı yok bu ilim dalının. Deneme-yanılma bir şeyler oluyor işte kriminolojide de.

Aslında; 

Şunu da belirtmekte fayda var: Kriminolojinin tarifi ile ilgili de çeşitli görüş ve çekişmeler var.

“Suçun incelenmesi”...

Veya;

“Suç ile ilgili ilim”…

“Suç bilimi” gibi adları da var.

***

Aynı zamanda; 

Şahsın ve sosyal hususların varlığına bağlı birçok müphemiyetlerle çevrilmiş bir ilim dalı kriminoloji.

“Nereden icap etti bu ilim dalı şimdi?!” demeye başladınız değil mi ? 

Lütfen; 

Biraz daha sabreyleyelim…

Suçu önlemeye… 

Ve; 

Suçlular hakkında gerekli tedbirleri almaya ilişkin genel ve değişik ilkelerin ve diğer tipteki bilgilerin bütününü kapsayan ilim dalı olan kriminoloji; 

Suçu anlamak... 

Suçu önlemek… 

Suçlular hakkında uygulanması gerekli işlem ve tedbirleri belirlemek için gayret sarf eden bir dal...

***

Çağdaş bir ilim dalı olan kriminoloji; 

Ceza hukukunun sosyal kökenlerini...

 

 

Ceza adalet mekanizmasının işleyişini...

Suç teşkil eden davranışların nedenlerini...

Suçun önlenmesi…

Ve; tenkili…

Kişilerin iyileştirilmesi, ıslahı ve sosyal tarafları ile de ilgilenen dal !..

***

Şimdi gelelim memleketimize.. 

Ve dahi; 

Asıl meselemize: 

Başbakanın yanına, ana muhalefet liderlerini oturtun.

Onların yanına popülaritesi şu sıralar çok yüksek şekilde seyreden din âlimlerini yerleştirin..

Yetmedi:

5000’den fazla profesörü bulunan canım ülkemden aklınıza gelen isimleri bu heyete dahil edin…

Daha yetmedi:

En müthiş hatipleri; hukukçu ve siyasileri bütün bu saydıklarımız ile bir yuvarlak masa etrafında toplayın.

En âlâ anchormanleri bu heyetin başına koyup 24 saat değil, 24 hafta konuşturun.

En çarpıcı açıklamalar ile söz gelimi;

Şu:

“Ergenekon” meselesini tartışsınlar! 

Bu milletin kılı kıpırdarsa ne olayım!

***

Sinirlerimiz tahriş olmuş bir kere: 

Profesör annesini boğazlayan kızını mı istersin?

Tıbbiyeli arkadaşını lime lime eden ve resmen doğrayan sapkın gençler mi?

Bu tuhaf halimize bir gıdım olsun çare aramayan basını mı?

 

 

Ne istersen var.

Ama;

Ortada sağlığı kalmış bir toplum yok.

Hoş;

Dünyanın da bizden farkı yok! 

Vaziyet:

Tam anlamı ile;

Kriminolojik keşkek.

Kriminoloji ne yapsın…

Dünyanın şirazesi kayık.

***

Çare? 

Kuran’a dönüş.

Toplumun her kesimine tefekkür dolu sohbetler sunmak.

Dünyamızın buna ihtiyacı var .

Çok geç kalınıyor çooooook !..

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

SENSİZLİK

 

yollar puslu ve sessiz

aşklar yalnız ve ıssız

sevda kör ve ateşli

sensizlik acı ve keder

 

gözlerinde buldum ben seni

her güldüğünde gamzelerini

ağlıyordum belki içimden

sensizlik acı ve keder

 

ben senin deniz gibi

saf ve duru olmanı

karanlıklardaki masum ruhunu sevdim

sensizlik acı ve keder

 

varlığını var eden bu beden

yokluğunda varlığını n’eyler

sevilebilme umuduyla beklemekten başka

sensizlik acı ve keder

 

yalnız ve sensizdim

yorgun ve kadersizdim

dün gece şarapların en acısını içtim

sensizlik acı ve keder

 

gittiğin günü yokluğunla var eden bu beden

sensizliği n’eyler

gözlerindeki umudu bekler durur

sensizlik acı ve keder

 

                                                                                                             Mustafa Karaoglu

NÂMIDEĞER SULHİ

Sulhi sokakta yürümektedir.

Arkası basılı yumurta topuk, sivri burun ayakkabı kabarasının arnavut kaldırımlardan yankılanan eşit aralıklı sesini bütün sokak dinlemektedir. Beyaz gömleğin üstten dört düğmesi açık, düşük sol omuzdan düşüp düşmemekte kararsız laci ceket... Aynı kumaştan dikilmiş takım yeleğin küçük sağ cebindeki Serkisof marka şimendiferli saatin gümüş kösteği iliklerden birine geçirilmiştir. Sağ elde has oltutaşı otuzüçlük tespih parmaklar arasında mekik dokumakta, tane şakırtıları sokak başından bile duyulmaktadır. Saçlar briyantinli ve bıyık uçları özenle burulmuştur. Kehribar ağızlık üst, cigara tabakası sol alt yelek cebindedir. Eftalya Hanım’la geçirildiği belli gecenin izi sinmiş hafif şiş gözler, sinekkaydı tıraş... Asıl önemli ayrıntı otuz santim enindeki ispanyol paçalardır. Adım atarken birden genişleyen ve sağa sola savrulan sörf müsveddeleri, yeteri miktar yol tozu savurtmaktadır. Beyaz çoraplar merserizedir. Gece vakti olsa naralanmaya hazır bir ağız susta beklemektedir. Susta bekleyen ikinci şeyse sol arka cepteki sustalı bıçaktır. Sulhi hep bu kılıkta ya bir yerden gelmekte ya da bir yere gitmektedir. Mahallenin okumuş ama bozulmamış çocuğu Mümtazer Beğ’e her rastgeldiğinde selam ardınca sağ elini kalp hizası kaldırıp pat diye vurarak ‘eyvallah koçum’ demektedir.

Hayır, böyle değil döküğün tekiydi.

Daha çok şöyleydi:

Tırtıl bıyık çiçekbozuğu surat çipil göz kayık bakış seyrek saç apış yürüyüş dudak kıyısına iliştirilmiş cigara kokan ağız sararmış diş cızırdayan ses biragöbek çökük göğüs yıkık omuz...

Sulhi içine kapanık ve doğuştan şerefsizdi.

Adı bile Sulhi’ydi, daha n’olsundu (Yani öyle başa böyle tarak, olacak şey değildi). Bu yetmezmiş gibi, tuhaftır ve niyedir bilenmez nâm-ı diğer yerine Namıdeğer Sulhi diye nâm salmıştı (Adını nâm eylemiş türünün tek ve son örneğiydi). Adı böyle olanların şerefsiz olması gerekirmiş cinsinden şerefsizlik ederdi. Etmek için ayrı bir çaba göstermesi gerekmezdi, doğuştan buna yatkındı. Oluş yönüyle şiddete eğilimli kökten edepsiz dipten bacaklı sırıtık bakışlı dötü yere yakınlı, ters uzamış boylu esmer soylu bir hırboydu; tam bir lavuk ham bir denyo ne menem bir dingil olacağı o günden belliydi. Küçük veletleri yüksekçe bir yere çıkarır “Hadi lan bi fırla da kainat fırlama görsün” derdi. Eh haliyle zavallı sabinin yüz surat dümdüz...

Daha beş yaşında var yokken evdeki kedi eniklerinden birini kucağına almış, ilk önce sevip sıvazlamış hiç beklenmedik bir anda boğazını sıkmaya başlamış, kendisi henüz küçük olduğundan sıkma işi uzadıkça uzamış, sonunda hareketsiz kalan pisi yavrusu nalları dikmiş. Sulhi, tam yedi gün ellerinde tırnak çiziği dolaşmış. Ardından kuş yuvalarına dadanmış. Zavallı cikciklerin boynunu koparmakta hiç zorluk çekmiyormuş. Yenlerine burnunu silmek, oyun arkadaşlarının yüzüne tükürmek, üstünü çamurlamak, altını pisletmek, yatağına işemek, hela duvarına bokunu sürmek, kızlara pipisini göstermek... Ama kendince sevimliymiş, uzatılan parayı alana kadar güler sonra dilini çıkarıp böö yaparmış. Eh çocuk işte derlermiş, büyüyünce adam olacak. 

Sulhi’nin belirlenmiş ve bilinen mahalle faaliyetleri şunlardı: 

-Şırınga artıklarını toplayıp daha önce çuvallama yapılmış kedilere iğne vurma. Zavallı pisicikler akşama kalmadan nal dikmeleri oynamak zorunda.

-Kedi eniklerini çuvala doldurup havuz, uygun havuz yoksa çeşme yalağına atma.

-Fare kuyruğuna makara ipliği dolayıp salma, deliğe girince geri çekme.

-Saksağan yavrularıyla top oynama.

-Kuş bicilerinin elle başını koparıp kedilere yedirme.

-Kedi tıraş edip ıslatılan hayvanı kireçle badanalama.

-Solucanlara çubuk sokup içini dışına çıkartma.

-Sapanla kurbik avlama.

-Köpeklere otuzbir çektirme.

-Ekipbaşı olarak toplu köpek ırzına geçme

-Sulhi’nin en ünlü gösterisi ise canlı fareyi sobaya atıp ‘kokuya bakın lên’ demesiydi.

Uslansın diye hocalara götürdüler muska yazdırdılar yedi cami gezdirdiler, olmadı.

Gün geldi Sulhi büyüdü.

Büyüyene kadar kızamık çıkardı kabakulak oldu. Tam büyüdü derken sünnet vakti gelip çattı. Ufacık bebelerin yanında eşek kadar bir Sulhi... Sünnetçi bu da ne lan mostralık deyip bastı usturayı. Dişini sıkıp ağlamadı ve tam bir hafta evden adımını atmadı. Gelen hediyeleri istifledi, gelmeyen hediyeler için ev dolandı, öpmedik el bırakmadı. Yeni gelinlerin elini öper gibi yapıp bir güzel yalıyor, öbür eliyle siliyordu. Lanet şerrine üçe beşe bakmayıp eline para sıkıştırdılar. Hasta ayağına yatıp sağlık ocağındaki hemşirelerin kucağına yığılmalar, meme ellemeler, bacaklara çimdik, apışlara parmak, butlara avuç... Millet küllüm edip usanç getirdi. Yolda gördüğü tazelere n’aber zilli, yol belledin büfeyi nerde büyüttün küfeyi ayvalar da çiçek açmış gel şöyle beş dakka sotaya geçelim hadi iki beşlik bozalım akşama çıksana bak sana ne gösterecêm vs. demelerin ardı kesilmedi. Mahallede eskiden pek dikkat çekmeyen kaybolma ve yer değiştirmeler de artmaya başlamıştı. Kırılan cam geceleri beliren karaltı serhoş naraları çürük göz kırık kol okuldan kaçmalar hocânımları elleme, hocadamlara sövme kızları parmaklama arkadaşları yumruklama...

Her zamanki Sulhi’ydi: Gözlerinde beliren kayıklık yüzde çentik izi yamuk diş tükrük saçan bir ağız düşük omuz kepçe kulak eğik burun dağınık saç paytak adımlar...

Sulhi ailesi için utanç herkes için bitmez bir usançtı.

Elde çekiç herkesi çivi gibi görüyordu.

Birkaç defa içeri düştü, üçer beşer ay yatıp çıktı.

Ağzından çıkanı kulağı duymayan, elinden geleni ardına koymayan, bir şeyi birilerinin burnundan fitil fitil getiren, gözünün üstünde kaşın var diyen, çiğ yediği için karnı ağrıyan, ensede boza pişiren, dilinin altında bakla ıslanmayan, cigarayla birlikte evlat oluşunu da kulak arkası yapan, düşene bir tekme de benden uçan kuşun kanadını kırmak gerek diyen, ümüğüne kadar boka bulaşmış, höt dediysek n’olmuş âlem döt olmuş atasözünü ilke edinmiş bir Sulhi, geleceğin potansiyel mafya babalarından biri olabilirdi ama kapasite yetersizdi, ufuksuzdu, aptaldı, aptallığı hayat tarzı edinmişti, ibadet eder gibi kötülük yapmıyordu, kötülüğü din eylememişti, sıradandı, hatta çizgi altı bir yerlerdeydi.

Sulhi beş kardeşin üçüncüsüydü. Babası iyi bir adamdı, anası dersen cennetlik, kardeşler kezâ hayırlı evlat. Gelgelelim Sulhi sütübozuk cinsindendi. Karı koca yıllarca düşündü ama kendilerinde hayırsızlıkla ilgili bir açık nokta bulamadılar. Zavallı baba ‘Allah’tan imtihandır, sabredeceğiz’ deyip evdeşine teselli veriyordu. Yine de Sulhi’nin tek itaat makamı babasıydı. 

İstemeye istemeye askere gitti. Her hafta harçlık istedi, yedi kere kaçtı, iki subay beş assubay on dört er ve erbaş dövdü. Kendisi içhizmet’e uygun sistematik işkenceden özel nasibini ayrıca aldı. Kahraman orduya kabul sınırlarını zorlayan saygılar sundu. Hasbi Tembeler adında aslen Kandıralı olup halen Hacıhüsrev’de ikamet eden genç ve girişimci bir işadamıyla tanıştı. Tezkereden sonra İstanbul’un anasını ağlatmaya sözleştiler. Ama bu iş yürümedi. Hasbi, tezkere öncesi son kaçış keyfi sürdüğü bir pavyonda kimvurduya gitti. 

Baba allem etti kullem etti altından girdi üstünden çıktı boyun büktü el öptü araya siyasileri falan koydu, olmazı oldurdu, Sulhi’yi belediyede işe soktu. Fakat Sulhi masabaşı adamı değildi (Hiçbir şeyin adamı değildi, dünyada adamlık diye bir kavramın varlığından bile habersizdi). Rahat durmayacağı zaten belliydi fakat Reis Bey’i döveceğini yine de tahmin edememişlerdi.

Sayısını unuttuğu işe girip çıktı. Makine bozdu tezgah kırdı, sonunda berberliği sevdiği anlaşıldı öğlene kadar uyuduğu için işe hep geç gitti erken döndü. Ama eli kırıktı sinekkaydı tıraş eder, adamı koltukta uyuturdu. Bu sayede eli para da gördü. Ama dünyanın göreceği şeyler henüz bitmediğinden işinde sebat etmesi beklenemezdi. Başta ustası olmak üzere esnaftan haraç istemeye başlamış, kifayetsiz bir muhteris olup çıkmıştı. 

Sulhi’ye mahallede sadece Naciye Karısı sahip çıkıyor ‘Ayy ne hoş çocuk, anlamıyorsunuz, onun ilgiye ihtiyacı var (nerden öğrenmişse) Sulhi kendini ancak bu yolla ifade ediyor, özel tercihi ayol’ diyordu. Naciye emekli kuaför olmanın getirdiği özgüvenle berber kalfası Sulhi’ye sahip çıkıyor değildi, belli bir art niyeti de yoktu. Yaşı elverse Sulhi’ye neler neler verirdi.

Sonunda evlendirelim, belki yola girer dediler, birkaç âkil kişi ise aksini savunup ‘yakmayın elin kızını’ dedi. Naciye bu aşamada Sulhi’nin ehl-i namus bir kızla evlenmesine taş koymadı. Elinin altındakilerden birini tavsiye etmekten ısrarla kaçındı. Çünkü o eski işine profesyonel ağlarla bağlıydı. Sulhi’den iyi bir pezevenk olmayacağını, standartları zorlayacağını raconu bozacağını ve mesleğin içine edeceğini biliyordu.

Sulhi kimseyi şaşırtmadı, tahminleri haksız çıkarmaya uğraşmadı; beklenen şeyler oldu.

İşe karısının bileziklerini satıp yiyerek başladı, çeyizi tüketti. Baba homurtusu duyulunca hız kesti. Bebelerin doğum hediyelerini örgütledi. Ama asla karısını el işine göndermedi, üzerine gül koklamadı, ona bağırdığı bile görülmedi. Kızcağız kocasına bir kere ağlarken yakalandı, Sulhi utancından evden kaçtı halasıgilde kaldı (Denilene bakılırsa, perdeleri kapalı bir odada tam iki hafta geçirmiş). Yine de mayasının hükmünü icra mecburiyeti vardı. Alışkanlıklar, zaaflar ve yenmesi gereken haltlar onu bekliyordu.

*

Ne içki ne sıçkı ne de yediği dışkı, onu bitiren sapkın hayat tarzı da değildi; yaratılıştan gelen eğilim ve güçlü baskı unsurlarına direnememişti.

Geriye gözüyaşlı bir eş ve iki çocuk bırakacağı tahmin ediliyordu.

Öyle de oldu...

Bir gün vurdular, üçüncü vuruluşuydu ve öldü.

                                                                                                       Osman Kibar


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Ya Cumhuriyet’i gençlere emanet etmiş olan Atatürk’ün genç anlayışı farklıydı ya da genç olmayanlar bunu anlayamadı, işine gelmedi.

Daha genç, daha dinamik bir siyasete ihtiyaç olduğu ülkemiz de ne yazık ki tam bir fosil siyaseti hüküm sürmektedir. Ne bir heyecan var ne de atak yöneticiler bizim siyasetimizde…

Dengelerin bunları gerektirdiğini söyleyen tepedekiler, sonsuza kadar dengeleri sağlayacak değiliz.

Bunun için de gençleri aktif siyasette daha fazla görmeliyiz. Bu da büyüklerden yer açılmasıyla mümkün olabilir.

Artık birileri torun sevsin yeter.

Büyüklerin pek niyetleri yok gibi gençlere yer açmaya. Ne gerek var bunca uzun ömürlü adam varken…

 Çiçek gibi bakanlarımız var. Maşallah her hükümette bakanlar...

Gören devletin kadrolu bakanı zannedecek. Rodos’a yüzemeyecek ya da uzun mesafe yürüyüş için yeteri kadar dinç olmayan ve verdikleri en ufak vaatleri yerine getiremeyen büyük siyasilerin menfaatlerine karnımız tok değil mi?

49 sene aktif siyasette yer almak nasıl bir şey olsa gerek?

 Siyasette kaldığı süre kaç genci cebinden çıkartır, yazıktır.

Yeniden seçilebilmek için parti tüzüğü değiştirecek kadar yaşlı başkanı ben ne yapayım?

 Kır attan tepetaklak inenler neden coşkuyla yeniden ata bindirilme gayreti gibi bir gafletin içindeler ki?

Gençlerin önünü tıkayan yaşlıca insanlar artık bir zahmet çekilsinler.

Daha dinamik, etkili, heyecanlı siyasete ihtiyacımız var. Deve de kulak kalsa da son zamanlardaki hükümet buna yaklaştı.

İnsanın oy veresi gelmiyor…  Değişik yüzler görmek istiyor insan.

Tamamen dedelerin diktatoryasına dönüşmeden hep beraber bir el atsak da gençleri soksak siyasete hiç fena olmaz.

Yeter artık söz gençlerindir!

B.O.P

Merhaba Derken;

Bana Fikir Adası sitesinde köşe ayırıp görüşlerime, düşüncelerime önem veren Fikir Adası yöneticilerine can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Nice yıllarda birlikte olmak dileğiyle…

B.O.P.” deyince malum hepinizin aklına ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve Ak Parti’yi bu projenin Ortadoğu uygulayıcısı olduğu hakkındaki Ulusalcı güruhun iddiaları aklınıza gelecektir.

Ancak benim bahsettiğim “B.O.P.”  yıllardır Anadolu topraklarında anaların ağladığı; çocukların babasız ve babaların çocuksuz kaldığı güzel ülkemin, hala 2. veya 3. Sınıf ülke olmasına sebebiyet verip muasır medeniyet ve devletler sınıfına girmesini engelleyen oyunlara son vererek Türkiye’yi güzel günlere götürecek projedir.

Güncel adıyla Demokratik Açılım meselesi, hani Hükümetin kararlılıkla başladığı ve Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasını sağlamaya çalıştığı ancak sözde bu ülkenin tek sahibi olduğunu söyleyen milliyetçi ancak aslen Amerikancı ve CIA’ci olan karanlık ellerin kaos ortamı yaratarak engellemeye çalıştığı projeden bahsediyorum.

Ben bu projeye kısa haliyle “B.O.P.” yani “Barışın Ortak Projesi” diyorum.

Hükümetin devletin bütün birimleriyle birlikte Sivil Toplum Kuruluşlarının da desteğini alarak  bu projeye tekrar hız kazandırması gerekiyor. Ancak başta hükümet olmak üzere bu sefer daha dikkatli olması ve herkesin bu projeye destek vermesi sağlamalıdır.

Gerekiyorsa bu konuya sıcak bakmayan MHP, CHP ve BDP gibi muhalefette bulunan partilerin ve diğer sivil toplum kuruluşlarının ayağına gidilmesi gerekiyor.

Bu millet ve devlet için gecenin gündüze katılarak sonuç elde edilmesi gerekiyor.

Bu açıdan Ak Parti Hükümeti, Demokratik Açılım’ın tanıtımı konusunda hazırladığı kitapçık oldukça iyi bir fikir.

Fakat bu gibi çalışmaların daha geniş perspektifte yapılması lazım.

Çünkü MHP, halen bu konuya sıcak bakmamakta; hatta yapılan çalışmalar sebebiyle hükümeti devlete ihanetle suçlayarak Yüce Divan ile korkutmaktadır.

CHP ise zaten tam bir riyakârlık abidesi olup, açılım konusunda zerre-i miskal kadar tutarlılık göstermeyerek kendi hazırladığı proje ve raporları yokmuşçasına açılım fikrine karşı çıkmaktadır.

Eski DTP, şimdiki BDP hala İmralı’daki terörist başını dinleyip Emine Ayna gibi militanların ağzıyla kan üzerinden siyaset yaparak muhatap alınma çabası gütmektedir. Onun için hükümetin bu konu üzerinde gerçekçi çözümler üreterek özen ile yaklaşması gerekmektedir.

Başka bir husus ise şer odaklarınca eylemlere karşı önlem alınması gerekmektedir. Çünkü insanlarımız milliyetçilik damarıyla her şeyi unutabildiklerinden karanlık güçlerin oyunlarına kolaylıkla gelebilirler ki  maalesef bugüne kadar  böyle olmuştur.

O yüzden daha sağlam adımlarla basılmalıdır.

Barışın Ortak Projesinin başka bir yönü ise Demokratik Açılım’da Kürt Sorunu’nun hallolması için şartların müsait olmasıdır. Şöyle ki; PKK’nın tasfiyesi için Türkiye’nin ABD ve Irak ile anlaşma zemini sağlamış olması ve devletin artık bütün komşu ülkelerle barış politikası çerçevesinde birlikte hareket etmesi ve Avrupa’nın PKK’ya eskisi kadar açık bir şekilde destek ver(e)memesidir.

Böylece devlet Kürt Sorunu’nun çözümünde daha rahat bir ortam bulmakta ve muhatap olarak Kürt halkını almaktadır.

Barışın Ortak Projesi artık devletin parasını, gücünü ve enerjisini içe değil dışa harcamasını sağlayacaktır.

Devlet milyarlarca lirasını otuz yıldır sadece silaha, yani güvenliğe harcamakta ve içte meydana gelen sıkıntılardan dolayı dışa dönük projeler hazırlayamamaktadır.

Sadece askere ayrılan para; eğitim, kültür ve sağlığa ayrılsa insanlarımız daha iyi ve güvenli bir geleceğe sahip olacakları su götürmez bir gerçektir.

Birlikteliğin sağlanmasıyla devlet, kendi gerçek sorunlarıyla uğraşacak; Kürt vatandaşlarımız ise kendilerine ayrımcılık yapılmadığını, asli birer unsur olduklarını ve hor görülmediklerini anlayacaklardır.

Böylece; otoriter devletin kalıpları yıkılarak, gerçek bir demokrat ülke olma yolunda Türkiye büyük bir adım atacaktır.

Artık Kemalist tayfa ülkenin kendilerine ipotekli olmadığını anlayacaklar ve bu ülkenin tapusunun onlara ait olduğunu ileri süremeyeceklerdir.

Barışın Ortak Projesi yıllardır askeri vesayet altında olup, kendi kararını veremeyen bir milletin zincirlerini kırıp artık kendi iradesiyle geleceğini tayin etme meselesidir.

Bu proje; artık demokrasinin ve insan haklarının yaşanmasını sağlayacaktır.

Bugüne kadar demokrasiye, siyasete, halka yapılmış müdahaleler düşünüldüğünde hükümetin işi oldukça zor ve düşmanı epey fazla; ama ilk defa insanlarımız Cumhuriyet tarihinde bir projeye içten destek vermekte ve anaların gözyaşını dinmesini istemekte ve de ocakların sönmesini engellemeyi arzu etmektedir.

Gelin hep birlikte Barışın Ortak Projesi’ni birlikte tutalım, yaşatalım ki yarınlarımız daha güzel olsun…

Kerim Aras

KAZANANLARIN DA KAYBETTİĞİ BİR OYUN

Binlerce yıldan beri, tüm semavî dinlerin açık yasağına rağmen, zalimce bir oyun oynanır yeryüzünde. Görünürde birinin kazandığı, diğerinin kaybettiği bir oyun: faiz.

Son birkaç asırdan beri, bu oyunun tarafları çoğalmış ve hacmi olabildiğine genişlemiş bulunuyor. Artık, faizciliği, adı ‘tefeci’ye çıkmış, zengin de olsa icra ettiği kirli iş dolayısıyla hakir görülen insanlardan ziyade, bankalar yürütüyor.

Oturduğu yerden para kazanmak, başkasının çalışarak kazandığını oturduğu yerden yemek, başkasının batması pahasına da olsa kendi rahatına bakmak isteyen insan bozmalarıparalarını alıyor, ‘aracı kurum’ olarak bankalara yatırıyorlar.

‘Faizin kabı ve kapısı’ olan bankalarda biriken para ise, esasen iki şekilde kullanılıyor. Banka; ya bizzat bu parayı döviz, borsa, tahvil vs. için, yani para piyasası içinde kullanıyor veya bir işe girişen ama yeterli parası olmayan kişilere veriyor.

 Elbette, ‘aracı’lık bedeli olarak, meselâ yüzde 80 faizle aldığı mevduatı, kredi olarak yüzde 150 faizle satarak!

Bu, çoğu kez, alanın da, verenin de razı olduğu bir alışveriş olarak gözüküyor. Çok hikmetlere binaen Cenab-ı Hak tarafından yasaklanan faize, tembel haram yiyiciler razı olduğu gibi, Rablerinin emrini çiğneyecek derecede hırslı müteşebbisler de razı oluyor.

Ne de olsa, ödedikleri faiz, maliyet hesabında yerini alıyor; fiyatlar ona göre belirleniyor. Meselâ, arada faiz olmasa maliyeti elli lira olacak bir ürün, faizin devreye girmesiyle seksen liraya mal oluyor ve satış fiyatı ona göre belirleniyor.

Böylece, sözümona oturduğu yerden ‘kazanan’ların ilk kaybı gerçekleşiyor. Zira faiz devrede olmasa yüz liraya alınacak mal, faizle birlikte yüz elli liraya alınıyor.

Kayıp bununla bitmiyor. Bankalar, ellerinde biriken ve neredeyse katrilyona ulaşan parayla, müthiş bir güç sahibi oluyorlar.

Bu sayede, sermaye piyasasını istedikleri gibi yönlendirebiliyor; borsayı ve döviz fiyatlarını rahatlıkla etkileyebiliyorlar.

Böylece, kayıplara bir yenisi daha ekleniyor.

Ve ayrıca, yine bankalar, bu paralarla devlete yüksek faizle borç veriyorlar. Hazine bonoları, bu borçlanmanın yollarından biri.

Peki, bankalardan aldığı bu borcu devlet nasıl ödüyor?

(1) Kendi ürettiği ürün ve hizmetlere zam yaparak

 (2) Vergi oranlarını arttırarak ve yeni vergiler koyarak

(3) Para basarak.

İlk iki yolla, cebimizdeki para doğrudan alınmış oluyor. Diğeriyle, cebimizdeki para miktarı aynı kalsa bile, bu paranın değeri düşüyor; alım gücü azalıyor.

Sonuçta, bedavadan gelecek paralara tamah edip üç-beş milyonunu veya üç-beş milyarını bankaya yatıranlar sayesinde, faizle hiç ilişiği olmayan insanlar kaybettiği gibi, faiz alanlar dahi kaybediyor.

Bu, kazananların da kaybettiği faiz oyununun maddî yüzü.

Manevî yüzünde ise, gelen haram, emeksiz ve haksız paranın davet ettiği manevî musibetler, aile ve evlat belaları.. kolayca gözüküyor.

Gözükmeyen, ama işin en dehşetli yanını teşkil eden husus ise, Mahşer gününde karşımıza çıkacak. Rabb-ı Rahîm, emek sarf etmeden ve kendini asla riske atmadan üç kuruş kazanmaya tamah edenlere, apaçık emrine açıkça isyanın faturasını çıkaracak. Faizcilere, faizin kabı olan bankalara damla damla attıkları paralar yüzünden mağdur edilen milyonlarca insanın hesabını bir bir soracak.

Zahirde kazanıyor gözükenin bile maddî-manevî böylesi ağır kayıplara uğradığı aptalca bir oyunun içinde bulunmaya bir mü’minin aklının ve kalbinin elvereceğini sanmıyoruz.

Çünkü, feraset ve merhamet, imanın iki gereğidir.

Metin Karabasoglu

Paylaş

Online dergiler Online dergiler