Little_Miss_Sunshine.jpg

Neredeyse her Amerikalı gibi kafayı ‘başaran-başaramayan’a takmış bir baba; kocasının bir ‘kazanan’ olmasını sabırla bekleyen ve bu arada -hemen her kadın gibi-  ailenin birlik ve de beraberliğinden sorumlu elemanı bir anne; kadın ve uyuşturucu müptelası hatta bu nedenle de huzurevinden şutlanmış bir acayip dede; savaş uçağı pilotu olana dek konuşmama yemini etmiş Nietzsche hayranı liseli bir oğul; en büyük amacı ‘bir güzellik yarışmasında birinci olmak’ olan evin minik ‘cimcime’ kızı; ve bu ailenin -mecburiyetten- yeni elemanı, intihardan yeni çıkmış Proust uzmanı eşcinsel bir dayı..


Şu saydığım, neredeyse karikatür  tiplerden ibaret tüm bireyleriyle, Amerikan Rüyası denen meşhur nimetten pek yararlanamamış bu aile; evin küçük kızını, bulundukları yerden ülkenin bir başka ucunda düzenlenen "Little Miss Sunshine" yarışmasına acilen yetiştirme göreviyle karşı karşıyadır. Bu göreve pek de istekli yanaşmayan, baştan aşağıya problemli aile bireyleri, şartların zorlamasıyla,mecburi bir yolculuğa çıkmak üzere en az aile kadar arızalı bir minibüse doluşurlar.


 Filmi izlemeyen biri yukarıda başlangıcı anlatılan bu eğlenceli hikayeden kötü bir film çıkmasının zor olduğunu düşünebilir; ancak bugüne dek ne şahane senaryolu, nice kötü filmlerle karşılaşmış biri olarak izlediğim bu samimi filmden sonra yüzümde ‘samimi’ bir gülümseme kaldı.
                                           
Aslında hüzünlü, ancak tuhaf bir şekilde de komik başlayan ve aynı hüznü içinde barındırarak gelişen bu eğlenceli/heyecanlı öykü; yarattıkları tiplerinin hakkını veren oyunculuklarla ve elbette onların başarılı yönetimiyle, izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Hatta filmin finaline doğru artık o aileden biri oluyorsunuz.


"Aile bireylerinin, yaşadıkları iyi, -daha çok da- kötü bir takım olaylar sonucunda kenetlenip, sevgiyle zorlukları yenmeyi başarmaları" bâbında bir ana motifden yararlanan filmimiz, haliyle çok yeni ya da bilinmeyen bir şey anlatmıyor.

 Hal böyleyken, bu filmin çekiciliğini sağlayan unsur; orijinallik kaygısı olmadan, belki de hepimizin başından geçebilecek sıradan bir öyküyü, hiç de sıradan olmayan çarpıcı ögelerle süsleyip, önümüze koymasıdır.

 Çocuktur, ailedir, sevgidir falan derken, sakın filmimizi hafta sonları televizyonun gündüz kuşağında gösterilen  o ‘naif’ Amerikan aile filmleriyle karıştırmayın. Aksine bu yapıt, tam da oradaki geleneksel Amerikan ailesine ve onlardan oluşan muhafazakar/ikiyüzlü topluma, -komediyle karışık- sert bir eleştiri getirmekte; ve bunu yaparken de tüm "abartılı" görünüşüne karşın gayet inandırıcı olmaktadır.

"Kaybeden; kaybetme korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir. Deneyen kişi 'kaybeden' değildir."


Kanımca, ‘Ermemiş’ dedenin torununa söylediği bu özlü söz, pek ciddi görünmeyen bu ilginç yol hikayesinin vermek istediği en ciddi ve önemli mesaj idi.

 Ayrıca -tüm ağır aile eleştirisine rağmen- filmin sonunda kişiyi düşünmeye sevk eden; "kaybeden de olsan, önemli olan içinde yer alabileceğin bir ailenin olmasıdır" ana fikrini de unutmadan buraya iliştireyim.

Gençlik hareketleri benim için bir bakıma hastalık.

İnsanlar doğar, büyür, anlamaya başlarlar ve kendilerinde garip bir güç hissedip ülkeyi hatta dünyayı kurtarmaya çalışırlar.

İşte bu hastalık çoğu kişide gençlik dönemlerinde görülür; tabi bazılarında ömür boyu sürdüğü de olur. Erkenden bu hastalıktan kurtulmak gerek; çünkü o zaman normal ve huzurlu bir hayatımız olabilir. 

Gençlik hareketleri benim için bir bakıma hastalık.

İnsanlar doğar, büyür, anlamaya başlarlar ve kendilerinde garip bir güç hissedip ülkeyi hatta dünyayı kurtarmaya çalışırlar.

İşte bu hastalık çoğu kişide gençlik dönemlerinde görülür; tabi bazılarında ömür boyu sürdüğü de olur. Erkenden bu hastalıktan kurtulmak gerek; çünkü o zaman normal ve huzurlu bir hayatımız olabilir.

Televizyonda, tartışma programlarında görürüz. Gence söz hakkı verilir ve genç sanki bayrağı almış koşar gibi konuşup sonrada saçma bir cümleyle konuşmasını bitirir ve yerine oturur.Bazıları vardır ki hiyerarşiyi çok severler ve konuşmaya başlarken ben bilmem neyin başkanı ya da bilmem neyin temsilcisiyim derler.

Soru sormaktan bile acizlerdir.

Çoğu üstü kapalı hakaretlerde bulunur ya da bu vatan bizim naraları atarlar sadece. Çoğu da kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri zannederler.

‘Gençliğe Hitabe’ her sene zorla ezberletilip kutsal kitaptan bir ayet gibi öğretilirse; tabi ki o genç de damarındaki asil kanla herkese meydan okuyacaktır.

Onun birinci vazifesi korumaktır ama kimi neyden kime karşı koruduğunu bilmeden.

Fransız devrimin romantizminden etkilenen bir kurucumuz olduğundan dolayı böyle romantik gençlerin olması da çok doğal. Özellikle bu romantizm kendisini, gerçek olup olmadığını bilmediğim Bursa Nutku’nda da gösteriyor.

Kısacası kendilerine göre vatan elden gittiği zaman bütün hukuksuz yollara başvurmak hukukları oluyor. En büyük örneği ise Ergenekon.

Birkaç heyecan dolu general ve Kemalist romantizmine kendini kaptırmış birkaç yazarla ne tür felaketler çıktığına herkes tanık oldu. Bu tip hukuksuz teşkilatların vatanı kurtarmak adına gençleri nasıl kullandığı da aşikâr.

Dünyayı ya da ülkeyi kurtarmak kimselere vazife değil.

İnsanların normalleşmesi ve kendisinin yüce olmadığını kabullenmesi gerek.

Kimse kimsenin hayatını değiştirmek zorunda değil. Geçmişe tüm kargaşa, çekişme ve savaşlar sırf bu yüzden yaşandı.

Karşındaki mükemmel değilse sen nasıl mükemmelsin?

Sende olanın onda olamayacağı gibi; onda olan da sende olmayabilir.

Değişimi kendi yaşamımıza uygulamak en doğrusu.

Düşüncelerimiz ile yaşayalım.Kendi düşüncemiz olsun ve herkesin kendi düşüncesince yaşaması özgür olsun.

Şu kısacık hayatta böyle bir oyun oynayalım. Ve oyunlar ciddi oynanmaz. Artık biraz gayri resmi takılalım.

Böylece daha samimi oluruz. 

 

 

 

Sokaklara çıktığımızda nerede olduğumuza dair yanılgılar yaşayabiliyoruz.

İnsan diyor bu gençlik nereye gidiyor?Gençliğin bir yere gittiği yok. Maşallah dünyayı ayağımıza getirmişler. Hem de ne getirme… Ne gelen sağlam kalmış ne de üstüne getirdikleri…

Küreselleşme denilen bir kavramın eşliğinde; bilinçsizce eski-yeni sentezi yapar gibi yapılmış ya da daha bilinçsiz olarak iktibas yoluna gidilmiş veortaya tam bir fiyasko çıkmış. Bir şeye uydurmaya gerek yokken ya kılıf bulunmuş mahalle baskısı olmasın diye -tabii ki var- ya da kelime çok cafcaflı gelmiş.

Ne de olsa yeni gelmeye çalışan bir dikkat çekme kültürü. 

Aslında gençler çok büyük oranda hatalı sayılmaz. Toplumun doğurduğu doğal bir olaydır. Küçüklükten itibaren hep çocuklar farklı olmaya zorlanmış;çünkü çocuğumuz kimseye benzemesin anlayışı mevcut.

“Benim çocuğum en iyisi olmalı herkes tarafından bilinmeli ve en önemlisi benim tatmin kaynağım olmalı tabiî ki. İki kişi bir araya gelince övünecek bir meselem olsun boşuna mı büyüttük. Biz de imkan yoktu yapamadık ona her şeyi sağladık yapsın.” mantığıyla büyütülmeye çalışılmış ve hep en iyisi olmaya zorlanmış bir nesil. 

Çok iyi sonuçlar doğurmamasına rağmen hiç vazgeçilen bir mantık olamamış ve bu dayatmaların mağduru küçük bireyler toplumdan dışlanmış, hor görülmüş olarak aynı vasıflara sahip bir üst nesil olma yolunda ilerler vaziyetteler.

Kim bilir onlardan olacak nesil nasıl olur daha muallâkta ama çok iç açıcı bir nesil olmayacağı kuvvetle muhtemel. Zaruri olarak ufakta olsa kendi topluluklarını oluşturma çabası içine girmişler ki yok olmasınlar. 

Zaten değişik tarzlarından hal ve hareketlerinden ötürü toplumda yer bulamayacakları da aşikârdır.

Ebeveynlerinin istedikleri bireyler haline gelemeyince, doğal olarak hiç kimse en iyi olamaz hatta hiç kimse iyi bile olamaz. 

Bilinçaltına işlenen farklılaşma düşüncesiyle hakikaten farklı olmuşlar. Ama ne farklılık!

Çoğu bu çaba içinde olduğundan hiçbirinin birbirinden farkı kalmamış. Sadece kafa olarak diğerlerinden farklı kalmışlar. Onların farklılığı da giyim kuşamdır, saçtır vs… Asıl farklılık ise farklılık çabası içinde olmayanlarda kalmış. 

 Orijinalleşme kültürü oluşuyor. Bence orijinallik sadelikte kaldı. Zaten öyle bir ortalık lafı olmuş ki herkesin ağzında şu orijinal. Zaten Türkçeye zarar ziyan…

Belki gurur duyuyordur çevresi içinde orijinal olarak nitelenenler. Ego tatmini midir? Kimisine göre. 

Peki, orijinal olmaya çalışırken neler kaybedildiğinin farkında mıyız? Hiç zannetmiyorum.

Bu düşünülerek yapılan davranışlarla değil daha çok içten gelen isteme duygusuyla alakalı. Bu da daha asi ve keskin yapıyor bireyleri. 

Önü alınmaz yanlışlar çok radikal bir biçimde devam ediyor. 

Gençleri girdikleri yanlış yoldan döndürmek ise tamamen büyüklere düşüyor. Yapılan yanlış değil aslında ama bilinçsizce inat uğruna yapılınca doğru kısmı bulunamıyor. Yoksa başka kültürlerle sentez yapmak hiç kötü bir şey değil. Milletler arası dostluğa bile faydası olur. Ama hem bilmeden alıp bir de bizimkinin üstüne yamarsak saçma sapan bir durum meydana geliyor.

Kimse anlamıyor ne olduğunu. Bir ortada kalmışlık ne oradan ne buradan…

Bu bir de özgürlükle birleşince çık işin içinden çıkabilirsen. Bence yanlış yorumlanan bir özgürlük durumu daha da kötüye götürüyor. ‘Büyük’ baskı yapıyor, e ‘küçük’te kendini özgür kabul ederek boyun eğmiyor…

İki ardışık nesil çarpışıyor.

Bu yakın bir gelecekte kültür yok olumuna sebebiyet verecektir.

Ne dışlayana yarıyor ne dışlanana. Farkında mıyız? Tabiî ki hayır…

Tabii ki değişik kültürlerden besleneceğiz ama kendi kültürümüzü de ikinci plana atmayacağız -çok klişe olmasına rağmen yine yazılıyor-.

Dayatma kültürlerle bir yere varılamayacağı çok alenidir ve sadece bizi başlangıca götürür hatta daha da kötüsü başlangıçtan geriye de gidebiliriz.

Büyüklerin küçüklere anlayışla yaklaşması gereklidir. Büyükler onları ne özgürlük çabası içine sokacak ne de orijinal olmaya itecek gereksiz tavırlardan kaçınıp, olduğu gibi kabul etme anlayışına geçmelidir bir an önce.

 Zaten insan kendiliğinden özgürdür ve orijinaldir.

Parmak izinden de anlayacağımız gibi hepimiz farklıyız.

Büyükler küçükleri böyle davranmaya itmeyecek ki küçükler de davranmasın. Aksi halde böyle davranışlar çok doğal çünkü onlar kocaman bir tecrübesizliğe sahipler.

Ortada yozlaşan bir nesil yoktur yozlaştırılan bir nesil vardır. Gençliğe de özenti denmesine hiç katılmıyorum çünkü onlar düpedüz özendiriliyorlar. Yani kötüye özendirilmiş gençlik ya da yanlışa…

Sayılamayacak kadar çoklukta bu yozlaşmaya sebep olacak etkenler… Kimse bunun önüne geçmiyorsa suç mağdur olan küçüğün mü olacak? Onu mu mahkûm edeceğiz?

Onlar da bir üst neslin ürünleri sonuçta. Kimse çocuğunu yargılarken kendini düşünmüyor.

”Armut dibine düşer.” diye bir laf vardır. Önce kendilerine bakmalı büyükler ve sonra yargılamalı yanlış yapan evladını. Kimsenin; kimsenin tecrübesine de ihtiyacı yok. Bence tecrübe kazanılacak yollardan herkes geçmek ister. Yani başkasının tecrübesinden bana ne…

Ki kesin bir durum da yok ortada ampirik bir durum. Bırakın gençleri onlarda büyüsün.

Sözünüzden çıkmazlarsa ne kadar büyüyebilirler ki?

Herkes vatani görevini yapıyor sorumluluk almadan. Tabi vatan görevi kutsal kimse koltuğunu bırakmıyor bu kutsal işten mahrum kalmamak için millete en iyi şekilde hizmet etmekten daha mükemmel ne olabilir ki... Bunun yanın da koltukta veriliyorsa ne ala onlar istemiyor işin gerektirdikleri.

Vatana millete hizmet görevi nasıl yapılıyor?

Her yer de insanlar ölüyor doğa yok oluyor her geçen gün de kötüye gidiyor ama görevimizin başındayız…

Yağmur yağıyor sel oluyor sular insanın üstüne üstüne geliyor nedenini soracak muhatap bulamadan…

Kurtulanlar için de muhatap yok çünkü suçlu yok herkes birilerini suçluyor. Kimse çıkıp da Davos çıkışıvari bir tavır takınıp “milletimden özür diliyorum burada bende suçluyum en azından dereden daha suçluyum gereği neyse yapılsın” diyip üste çıkmadan kimseye çamur atmadan hatanın farkında olsun, görevdeyse zaten yapamayacaksa orada kalmanın bir anlamı yok. Görev de değilse gitsin kendisi soruşturma talebinde bulunsun. Ceza alması gereken alsın hep masum halk cezalandırılmasın. Olay da sorumluluğu olabilecek hiç kimse de çıkıp istifa etmiyor. Oralara ev izni verenler de çıkmıyor anca okul yıkarız biz zaten. Belediyeciler birbiriyle bir şeyler yarıştırıyor yok bilmem ne zamanın da yok bilmem kim insanlar ölmüş hala çamur atma görevindeyiz. Derenin alacağı intikamı insan da alabilir herhalde.

Hani yargı bağımsızdı?

Bal gibi de bağımlı. Birilerini yandaşlıkla suçlayan herkes birilerinin yandaşı. Kendine bakmadan ne güzel de suçluyorlar… Komedi mi oynanıyor ülke de belli değil. Birileri bizimle dalga mı geçiyor?

Ben millete, göreve, adalete bağlı kalamadım. Başka bağlanacak şeyler buldum diyip duyarlı bir şekilde istifa eden kimse çıkmayacak mı?

Hep birileri gelince kendi adamları uğruna mı tasfiye edecekler kendiliğinden görevi bırakması gereken kişileri?

Kısır döngüye mi çevirdik?

Birileri askere gidecek orada teğmenin biri ceza olsun diye pimi çekilmiş bombayı eline verecek sonunda o askerler orada can verecek. Bunu duyan yetkililer de kaza sonucu falan fişkan deyip bize bilgi verecek.

Meğer kaza değil katliammış…

Sorumlu tutuklanıyor peki asıl sorumlu?

Benim astım askere böyle ceza veremez diyen üst nerede?

Peki bu cezalar nerede belirleniyor herkes kafasına göre ceza mı belirliyor?

Akademideki öğretmen hiç mi demiyor benim yetiştirdiğim öğrenci böyle biri olamaz ben konum itibariyle misyonumu yerine getiremeyeceğim… Emekli olmak ya da istifa etmek gerekmiyor mu?

Habercilerin üzüm yemeyle zaten işi yok birbirlerini dövmek amaç sanki ve tabii ki tiraj. Kendi gazetesinin tirajından bahsetmeyen yok. Yahu senin işin yazman değil mi? Haberciliğin işi sanki Türkiye iktidar-muhalefetlerine dönmüş. Biri aksa diğeri kara. Belki onlara uyan meslek bu değildir. Tam özgür olmadan habercilik yapmak ne cesaret! İnandırıcılık kredisi bittiğinde bitecek.

Korsandan yakınan kitap yazarları düşünüyor mu ki neden korsan alınıyor? Bizi seven korsan almasın diyorlar. Peki kitaplarına biçtikleri yüksek fiyatlar ne onlar okurlarını sevmiyor mu yoksa? Aldıkları paraya mı bakıyorlar sanki… Adamlar 3 ayda bir kitap çıkarıyor bu para kazanmak için değil de neden? Makul fiyatta satsalar aynı parayı kazanamayacaklar mı? Tabiî ki daha fazla okur alacak kazanacaklar. Korsana hayır diyen paracı yazarlara inat insanın korsan alası geliyor…

Kitap mı açıyoruz? Rastgele bir sayfa açalım. Bunun alt yapısı kuruldu mu? Gelecek tepkiler hesaplandı mı devlet başkanlığının seçiminin değiştirilmesin de olduğu gibi. Muhatap alacağın kimseler ben muhatap değilim diyor. Sahaya çıkmış tek takım sanki… Seyirci izleyecek ama neyi antrenman mı? Zaten sahadakilerin çözümlemesini yapamıyor futbol mu oynayacaklar rugby mi? Seyirci zaten rengârenk. Gökkuşağı mübarek! E bu ortada kalırsa ne olacak yapamadık yanlış yaptık hata ettik diyen olacak mı? Olmaz herkesin istediğinin elastikiyeti yok ki? Gerekli şeyler yapılsın kimse rencide edilmeden dışlanmadan. E buna da sorumluluk gerekiyor sen ben işin başından beri yokum dersen seyirci seni bir daha izlemek ister mi? 

Hâlihazırda görünen bir sürü kurum ve kuruluşta misyonunu tamamlayamamış ve tamamlamaktan uzak olanlar gereğini yapmalıdır.

“Sorumluluk aldım ve maalesef yeterli değilim şimdi kaldıramayacağımı düşünüyorum benim ayrılmamdan duyacağım memnuniyeti sizler bile duyamayacaksınız”.

Şimdi görevi hakkaniyetiyle yapabilecek olan varsa gelsin yoksa muhakkak birileri gelecektir onları bekleyelim. Böyle diyen birilerine ihtiyaç yok mu?

Hala oturduğumuz yerden birilerini istifaya davet mi edeceğiz?                                                                                                                                                  

NAPOLEON BONAPARTE 

Fransızların ünlü komutanı ve Fransız Devriminin generali olan Napolyon Bonaparte Carlo Buanoparte ile Marie Letizia Ramolino'nun ikinci oğulları olarak 15 Ağustos1769'da Korsika'nın  Ajaccio kentinde dünyaya gelmiştir.. Asıl adı Napoleone di Buonaparte ve Fransa Cumhuriyetinin ilk başkanıdır. 1779 yılında Brienne de öğrenim gören Napolyon 1784'te Parisien École Royale Militaire (Paris Kraliyet Askeri Okulu) adlı askeri akademiye girdi.1785 yılında Valence’deki topçu alayına üsteğmen rütbesiyle katıldı. Aynı sene Eylül ayında izinli olarak gittiği Korsika da askeri ve politik açıdan üstün bir rol oynamış ve Korsika da kalarak Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesine başlayan Korsikalı milliyetçilere karşı Jakoben örgütlenmesinde yer almıştır. İzninin bitmesine rağmen birliğine dönmeyen Napolyon asker kaçağı sayılmış fakat 1792 de çıkan Avusturya savaşı sebebiyle affedilmiş ve yüzbaşı rütbesiyle savaşa çağrılmıştır.


Paris'e döndükten sonra, Konvansiyon'a karşı hareketi bastırmak için, Paul François Barras ve Lazare Carnot'un kuvvetlerine katılan Napolyon’un Paris'teki siyasi faaliyetleri nedeniyle bir dönem vatana ihanet gerekçesiyle tutuklanmasının ardından, kendisini koruyan siyasilerin de yardımıyla serbest bırakıldığı dönemde Fransa'da yeni bir anayasa ve direktuvarlık(Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır.)doğdu. Aralık 1793 de Toulon'da, kralcılar ve İngiliz ittifak kuvvetlerine karşı bir topçu komutanı olarak başarılı bir mücadele vermesiyle dikkati çekerek tuğgeneral rütbesine terfi etti. 1794'te İtalya'daki topçu birliklerinin komutanlığına getirilmesinin ardından, 5 Ekim 1795 tarihinde İç Güvenlik Kuvvetleri'nin komutanlığına getirilen Napolyon, kısa bir sürede ülkenin en saygın askeri otoritelerinden biri haline geldi.1796 da İtalya’daki ordunun başkomutanı olmuş ve 10 Nisan 1796 da General de Beauharnais'in dul karısı Josephine ile evlenmişti. Bundan kısa bir süre sonra kuzey İtalya’ya saldırıya geçti ve Avusturya ile savaşmaya başladı. Avusturya ordularını defalarca yenilgiye uğrattıktan sonra İtalya’daki Avusturya varlığını kırıp ve Viyana üzerine yürümüştür

Fransız yönetimi 1798 yılında Napolyon’u İngiltere anakarasının işgali ile görevlendirdi. Şöhret düşkünü Napolyon’u çok sevindiren bu haber ona başkenti İstanbul olan Hindistan’a kadar bir devlet hayalleri kurdurtmuştur.  Denizlerde üstünlük sağlanmadan bu işgalin başarılı olamayacağını düşünen Napolyon İngiltere’ye karşı dolaylı bir operasyon izlemenin doğru olacağını savunmuş ve mısıra saldırarak İngiltere’nin Uzakdoğu ticaret yollarını kesmeyi planlamıştır.1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon İngiliz donanmasını yenilgiye uğrattı ve Malta’yı aldı. İskenderiye’yi de alarak yoluna devam eden Napolyon Nil Vadisi’ne kadar ilerledi. 1 Temmuz'da İskenderiye sahillerine inen Napolyon'un maiyetinde; 40.000 asker, 40 general ve sadece askeri alanda değil, Mısır'ın kültür varlıklarının sömürülmesi ve ahlâken sukût ettirilmesi için de 100 kadar bilim adamından tutun da ressam ve artistine kadar zengin bir kadro bulunmaktadır İngiliz donanması Abukir körfezi’nde Fransız donanmasına saldırarak imha etmiş ve ikmal yolları kesilmiştir.( Abukir Deniz Savaşı: Nelson komutasındaki İngiliz donanması 1 Ağustos 1798 tarihinde Fransız donanmasını Abukir koyunda demirlemiş halde saptamıştır. Aynı tarihte gerçekleşen Abukir Deniz Savaşı’nda İngiliz donanması parlak bir zafer kazanmış, Fransız donanmasını imha etmiştir.

 

Abukir Deniz Savaşı’nın krokisi

 

Gemilerinin yanmasıyla oraya sıkışıp kalan Napolyon oradaki halkla iyi geçinmenin planlarını yapar Müslümanlara sempatik görünmeye çalışan Napolyon Hz. Muhammed (sav)'in velâdetinin yıldönümünde büyük mevlid alayları tertip ettirir. Kendisi de şark usulü elbise giyerek başına sarık sarar. Bununla da kalmayıp Müslüman olduğunu ilan eder. Kurnazca yürütülen bu propaganda tesirini gösterir ve ortalık bir müddet için durulur. Artık Mısırlılar Napolyon'a ''Ali Bonapart" demektedirler. Halk kısa zamanda Fransızların müstemlekeci niyetlerini sezinleyerek ayaklanır ve çete faaliyetlerine girişir. Hadise üzerine muhteris generalin maskesi düşer ve çirkin yüzünü gösterir. Ayaklanmayı çok kanlı bir şekilde bastırır ve iyice gözdağı vermek için de 23 Ekim'de on bir Ezher şeyhini kurşuna dizdirir. İçinde bulunduğu durumu iyileştirmek için stratejik öneme sahip olan Suriye üzerine sefere çıkar. Bu seferin kilit noktası olan Akka’da beklemediği bir direnişle karşılaşan Napolyon başka çaresi kalmaması üzerine salgın hastalıkların da baş göstermesiyle Mısır’a geri çekilmek zorunda kalmıştır. Napolyon Akka'da ilk raundu kaybedince civardaki emir ve beylere, Hıristiyan ve Yahudi ileri gelenlerine mektuplar yazarak yardımlarını ister:
Vahhabilerin kurucusu Abdulvahhab'a. Mekke şerifi Galip bin Musaid'e, Maskad İmamı'na, Dürzî Emin Beşir'e, Marunî ve Yahudilere yazdıkları mektuplardan olumlu cevap alamaz. Hatta 22 Mayıs 1799'da Moituer Üniversel gazetesine verdiği bir ilanda da bütün Avrupa, Asya ve Afrika Yahudilerini Fransız ordusuna gönüllü asker olarak katılmaya çağırmakta, buna karşılık da Filistin'de bir Yahudi devleti kuracağını vaat etmektedir. Napolyon'un canı çok sıkılmıştır. Hayalindeki "Büyük Şark İmparatorluğu"nun önündeki bu küçük kilidi, askerinin yarısının telef olması pahasına açamamıştır. Bu acı mağlubiyet onu iyice ümitsizliğe sevk eder. Fransa'nın düşeceği hâli, bundan faydalanacak İngiltere'nin Avrupa'ya Fransa aleyhine tahrik etmek için kendisinin zavallı durumunu nasıl yayacağını düşündükçe kahrolur. Sonunda Suriye de aldığı ağır yenilgi ve donanmasının yanmış olması sebebiyle Mısır da tutunamayacağını anlamıştır. Bütün her şeyini Mısır da bırakarak askerleri tarafından hainlikle suçlanma pahasına 25 Ağustos’ta Mısır’dan kaçar. Napolyon Mısır'dan kaçarken yerine vazifelendirdiği General Kleber'e bıraktığı mektubun son kısmında ise, bütün doğu dünyasının üzerinde dikkatle düşünmesi gereken şu oldukça enteresan cümleleri söyler:

"...Bu kış muhakkak surette buraya Fransız gemileri gelecek. Bunlar gelince 500 kadar Kölemen topla. Bir günde onları Kahire'de tevkif et. Gemilere bindirip Fransa'ya yolla. Eğer Kölemen bulamazsan şeyh çocuklarını bir bahane ile toplayıp gönder. Bunlar rehine olurlar. Hem de iki yıl Fransa'da kalıp milletimizin azametini görürler, bizim ahlâkımızı alırlar, dinimizi Öğrenirler, sonra da Mısır'a gelince bize taraftar olurlar.
...Zaten ben bir komedyacı grubu istemiştim. Fransa'ya gidince kendim gönderirim. Bu çeşit meta çok iyidir, hem orduyu eğlendirir, hem de Mısırlıların ahlâkını değiştirir"

Ordusunu bırakıp Fransa’ya döndükten sonra 9 Kasım 1799 da hükümet darbesi oldu ve Fransa tarihinde yeni bir dönem başladı. Anayasa da yapılan değişiklikten sonra Fransa yönetimi 3 konsülün eline bırakıldı ve Napolyon 1. konsül olarak görevlendirildi.1. konsül en önemli konsüldü. Ekonomi ve yasal alanda reform çabaları içinde girdi. Napolyon I. Konsül olarak çok geniş yetkilere sahipti. Bu yetkilerden yararlanarak devlet mekanizmasının işleyiş etkinliğini artıracak yönde geniş düzenlemeler yaptı. Fransız Merkez Bankası’nın kurulması, devlet okullarının açılarak eğitimin bir kamu hizmetine dönüştürülmesi, 'Code Napoleon'u (Napolyon Kanunları) olarak da bilinen Fransız Medeni Kanunu’nun hazırlanması çalışmalarına başlanması, subay okulları açılması, onun dönemindeki gelişmelerdendir. Reform ve yasa çalışmaları halk tarafından da desteklendi.

Aynı zamanlara Avusturya ve İngiltere hala silah bırakmamışlardı. Napolyon 1800 yılında tekrar İtalya’ya girmiş ve burada Milano’yu almıştır. Buradan Avusturya üzerine yürüyen Napolyon’un Fransız orduları Avusturya’ya karşı parlak zaferler kazanmışlar ve Avusturya’nın İngiltere ile olan ittifakının bozulup Fransa ile barış anlaşmasını imzalamasına sebep olmuştur. 1801 de İngiltere ile imzalanan anlaşmalar ile Avrupa da savaşlar sona ermiştir.

Barış fazla uzun sürmüyordu Fransa’nın Avrupa’daki ekonomik ve politik gücünün artması İngiltere açısından büyük tehdit oluşturuyordu. Nihayetinde de 1803’te İngiltere Fransa’ya savaş ilan etti.

1804 yılının Mayıs ayında, kralcıların bir komplosunu bahane eden Napolyon kendisini imparator ilan etmiştir. Kendi eliyle taç giymiştir ama, Paris'teki Notre Dame Katedrali'ndeki törende Papa VII. Pius'un da bulunmasını sağlamıştır. Kendinden sonra da Josephine’ye taç giydirerek onu da imparatoriçe ilan etmiştir. Mart 1805’te ise İtalya’da kendi kurduğu cumhuriyeti lağvederek ve kendini İtalya kralı ilan etmiştir.

İngiltere’nin baskılarıyla Napolyon’a karşı yeni bir ittifak oluşturuldu. Fransız Filosu’nun Kraliyet Donanması’nı alt edemeyeceğini bilmesine rağmen, teoride İngiliz Donanması’nı yanıltıp, İngiliz Kanalı’ndan uzağa sürükleyerek, İspanyol ve kendi donanmalarını İngiltere’ye ulaştırmayı planlayan Napolyon, deniz koşullarında savaşma konusunda tamamen bilgisizdi. Verdiği emirler çelişkili ve işe yaramaz olan Napolyon’un ordusu hiç karşı kuvvetle karşılaşmasa bile İngiltere’ye ulaşması en az üç gün sürecekti.

1805 yılının Ekim ayında Fransız-İspanyol birleşik donanmasının Trafalgar Deniz Savaşı’nda(21 Ekim 1805'de İngiliz donanması ile Fransız ve İspanyol donanmaları arasında, İspanya'nın güneyindeki Trafalgar Burnu'nun batısında gerçekleşen deniz muharebesi. Muharebe, İngiliz donanmasının kayıpsız zaferi ile sonuçlanmıştır.) İngiliz donanması karşısında yenilmesi üzerine Napolyon İngiltere yerine müttefiklerini dize getirme yolunu seçmiştir. Fransız ordusunu Manş kıyılarından Orta Avrupa’ya yürüten Napolyon, Ulm(19 ekim 1905 tarihli fransa- avusturya savaşıdır. trafalgar deniz savaşını kaybeden napolyon hızla güney almanya'ya girdi. karşılaştığı avusturya ordusunu hezimete uğrattı. 40000 kişilik bir avusturya napolyon'a esir düştü. Koalisyon, Avusturya ve Rus ordularının birlikte Fransa’ya saldırması yönünde bir plan yapmıştır, ancak Avusturya komutanı Rus ordularını beklemeden saldırıya geçmiştir. Manş kıyılarındaki ordusunu toplayan Napolyon, çok hızlı bir şekilde Bavyera’ya ilerlemiş ve Avusturya ordusunun geri bağlantısını kesecek bir manevra yapmıştır. 22 Ekim 1805 tarihinde Avusturya ordusu 60 bin asker ve 120 topla teslim olmak zorunda kalmıştır. Napolyon’un bu manevrası, düşmanın doğrudan cephesine bir saldırıya girişmek yerine, geri bağlantısını kesmeye dayanan, tam anlamıyla bir Dolaylı tutum stratejisidir. Sonuçta, büyük çaplı bir çatışmaya girmeden ve önemli bir kayba uğramadan Avusturya ordusunun savaşma azim ve gücünü kırmıştır.
) ve Austerlitz savaşı(ulm'da avusturya ordusunu yenen napolyon hemen viyana üzerine yürüdü. 2 aralık 1805'te ortak avusturya-rusya ordusunu hezimete uğrattı. bu savaşta her 3 ülkenin de imparatorları ordularının vaşında olduğu için bu savaşa "üç imparatorlar savaşı" da denir. bunlar ı. napolyon, ıı. françois ve ı. aleksandr idi) zaferleriyle Avusturya’yı ve Napoli’yi savaş dışı bırakmıştır.

Eylül 1806 da Prusya ordusunu Eylau(Napolyon fransası ile rusya arasındaki şubat 1807 tarihli savaştır. jena savaşı'nda prusya'yı ezen napolyon hemen rusya üzerine yürüdü. eylau savaşında çok kanlı muharebeler olmasına rağmen napolyon sonuç alamadı, ruslar geri çekilmişti fakat ortada bir galip yoktu.) Savaşı'nda, hemen ardından da Rus ordularını Friedland(şubat 1807’de eylau savaşında çok kanlı muharebeler olmasına rağmen napolyon sonuç alamadı, ruslar geri çekilmişti fakat ortada bir galip yoktu. ordusunu tekrar hazırlayan napolyon haziran 1807’de friedland savaşında rusları mağlup etti. çar 1. aleksandr ile 7 temmuz 1807’de tilsit anlaşmasını imzaladı) savaşında bozguna uğratmıştır. Temmuz 1807 de Rus çarı I. Aleksandr’la Tilsit Antlaşması (Tilsit Antlaşması 1807 yılında Fransa ile Rusya arasında imzalanan antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre Rusya Avrupa'da Fransa'nın yanında yer alacak (İngiltere ye karşı kıta ablukası) Buna karşılık Fransa da Rusya ile Osmanlı Devleti arasında arabuluculuk yapacak eğer Osmanlı Devleti kabul etmezse, Fransa Rusya'nın yanında Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açacak ve onu aralarında paylaşacaklardı. Sadece İstanbul ve Rumeli'ye dokunulmayacaktı.)  imzalanmış ve Rusya savaştan çekilmek zorunda kalmıştır.

1810’un Mart’ın da Habsburg hanedanından ikinci eşi Marie-Louise ile evlendi, yasal varisi Napolyon II, 1811'de doğdu

22 Haziran 1812 tarihinde 453,000 kişilik ordusuyla Rusya'ya giren Napolyon, Polonya’lı milliyetçi ve yurtsevelerin desteğini alabilmek için savaşa, II. Polonya Savaşıadını koydu. Mikhail Bogdanovich Barclay de Tolly komutasındaki Ruslar, Napolyon’un elde etmeyi umduğu bitirici çatışmadan kendilerini ustalıkla korumayı başardılar ve Rusya’nın iç kesimlerine doğru geri çekilmelerini sürdürdüler. Rusların giderken de Moskova'yı yakmaları ve kışın da bastırması neticesinde Napoleon, ordusunu barındıracağı bir yer olmadığını anlamış ve Çar'ı antlaşma yapmaya davet etmiştir. Ancak I. Aleksandr bu teklifi reddeder. Napoleon ise tek çareyi orduyu Fransa'ya geri götürmekte bulur. Fakat sert kış koşulları geri dönüşü neredeyse imkânsız hale getirir ve Fransız ordusunun yaklaşık olarak dörtte üçünün telef olmasına sebep olur.

Ordusunun büyük bir bölümünü Rusya Seferi sırasında kaybeden Fransa, yeni bir ordu oluşturmanın zorluklarına katlanmaya mecbur olmuştur. Üretimden çekilen işgücü ve artırılan vergiler, halkı da Napolyon’a karşı bir tutuma itmiştir. Napoleon, bu dönemde kendisine karşı düzenlenen hükümet darbesini bastırdı ve yeni bir ordu kurdu. Ancak 1813 ve 1814'te baskılar arttı ve halk desteği düştü. 1813 yılının Ekim ayında Napolyon’un Leipzig Savaşı'nda(16-19 Eylül 1813 tarihlerinde gerçekleşen, tarihte “Ulusların Savaşı” olarak da bilinen bir savaş olmuştur. Napolyon’un 195 bin kişilik ordusu, Koalisyon güçlerinin 365 bin kişilik ordusu karşısında tutunamamıştır. Napolyon, dört kolorduyu ve Alman prenslerinin desteğini yitirerek savaş alanından çekilmek zorunda kalmıştır. apolyon'un rusya seferinin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra tüm avrupa ittifak yaparak fransa üzerine yürüdü. bunun üzerine napolyon çoğu çocuk yaşta 180 bin kişilik bir ordu kurdu ve 300 bin kişilik koalisyona karşı taarruza geçti, 1-2 savaş kazandıktan sonra asıl savaş olan 19 ekim 1813 leipzig savaşını kaybetti. 1795 sınırlarına çekilmek şartıyla yapılan barış anlaşması teklifini napolyon reddetti. bunun üzerine müttefikler fransa’nın 1792 sınırlarına dönmesine kadar savaşa devam kararı aldılar. kuzeyden ve doğudan prusya ve avusturya’nın 3 ordusu, güneyden de ingiliz ordusu fransa içlerine doğru ilerliyordu. 31 Mart 1814’te paris teslim oldu. talleyrand senatoyu toplayarak napolyon’u azletme kararı aldırdı. elbe’ye sürgüne gönderildi.) uğradığı yenilgi, onu iktidarının sonuna iyice yaklaştırmıştır. 1814'te düşman orduları Paris kapılarına dayandı. Napolyon imparatorluk tahtını bırakarak Elbe adasına sürgüne gönderildi.

7 Mart 1815'te ise tahtına geri döndü. Elbe adasından kaçtı ve gizlice Paris'e döndü. Halk desteği tekrar yükseldi. Böylece Napolyon ikinci kez tahta çıktı. Bir ordu topladı ve Belçika'ya saldırdı. Ancak haziran ayında İngiliz ve Prusya kuvvetleri tarafından Waterloo'da büyük bir yenilgiye uğradı. Paris'e dönünce tahtına ikinci kez veda etmek zorunda kaldı. Napolyon, Amerika'ya kaçmak istedi, ancak bunu başaramayınca İngilizler'e teslim oldu. İngilizler tarafından Atlantik'teki St. Helena Adası'nagötürülen Napolyon, son yıllarını bu küçük adada geçirdi ve anılarını yazdırdı.

5 Mayıs 1821'de, 51 yaşındayken ölen Napolyon’un cenazesi ancak 1840 yılında Paris'e getirilebildi ve İnvalides'e gömüldü. Ölüm nedeni tam olarak bilinmeyen Napolyon’un uşağı tarafından zehirlendiği de öne sürülen sebepler arasındadır.

Kısa zamanda Fransa Halkı'nın sevgisini kazanan ve yabancı ülkelerdeki Fransızlar'ın, ülkelerine dönüp devletin modernleştirilmesinde kendisine yardımcı olmalarını sağlayan Napolyon, imparatorluğu boyunca sayısız zafer kazandı. Ancak Napolyon’un, Fransa içindeki bazı huzursuzluklara ek olarak, güçlü İngiliz Donanması’na, İspanya ve İtalya'da tahta geçirdiği akrabalarına halk tarafından duyulan kin ve nefrete ve kendine bağladığı devletlerde beliren milliyetçilik akımlarına da göğüs germesi gerekmekteydi.

Napolyon Savaşları tarihte görülmüş büyük bir savaştır. Savaşta ~Fransa ve Müttefikleri 1.000.000 ölü, ~Rusya 400.000 ölü, ~Prusya 200.000 ölü, ~Avusturya 300.000 ölü, ~İspanya 300.000 ölü ~Birleşik Krallık 311.806 ölü olmak üzere 2.511.806 asker ve toplam 1 milyon sivil de dâhil edilirse 3.511.806 kişi hayatını kaybetmiştir.

İHTİLAL SONRASI NAPOLYON DÖNEMİ FRANSIZ ORDUSU’NUN YAPISAL ÖZELLİKLERİ

18.yüzyılın diğer Avrupa ordularından büyük farklılıklar gösteren Fransız Ordu’su özellikle Napolyon Savaşları sırasında Fransız Orduları’nın elde ettiği büyük başarılar da büyük pay sahibidir. Buna ek olarak da Napolyon’un kişisel becerisi de başka bir etkendir.

 

  • 18. yüzyıl ordularını oluşturan askerler, serflerden oluşan, zorla silah altına alınmış, ölmemek için öldürmek zorunda kalan insanlardır. Bir sorumluluk, bir ideal uğruna değil, zorunlu oldukları için savaşırlar. Bu askerlerden oluşan birlikler, dağılma eğilimi gösterirler. Yanaşık düzen savaşa sürülmeleri ve sıkı bir disiplin altında tutulmaları gerekir. Bu ise, birliklerin hareket yeteneğini ciddi biçimde sınırlayacaktır.

Oysa Fransız ordusundaki askerler, her ne kadar “zorunlu askerlik” dolayısıyla silah altına alınmış olsalar da, özgür yurttaşlardır. Bu insanlar, ulus devletinin yurttaşlarıdır, yurttaş-ordunun askerleridir. Bir ulus devletin yurttaşı olmanın sorumluluğuyla, bir ideal uğruna savaşırlar. Sıkı bir disiplin altına rahatlıkla girebilirler, eğilimleri bu yöndedir.

Askerlerin bu eğilimleri, komutanların birliklerini sevk ve idare tarzını kökten değiştirmektedir. Onlara çok daha geniş bir alanda inisiyatif kullanma olanağı vermektedir. Napolyon ordularının başarılarının nedenlerinden biri de Napolyon'un generallerinin geniş inisiyatifleri olmasıdır.

·         Fransız İhtilali öncesinde, tüm Avrupa monarşilerinde olduğu gibi Fransız Ordusu’ndaki subaylar da aristokrat ailelerin tekelindeydi. Ancak ihtilal sırasında aristokrasi tasfiye edildiği için halktan insanların subay atanması zorunlu olmuştur. Bunun sonucunda Fransız İhtilal Ordusu’nun subay kadrosu, genç, yeteneğe göre terfi eden, dinamik unsurlardan oluşmuştur.

  • Fransız İhtilal Ordusu’ndaki düzenlemelerle tümenler halinde yapılandırılmıştır. Tüm askeri sınıfları bünyesinde barındıran, bağımsız, herhangi bir operasyonu ya da manevrayı bağımsız olarak gerçekleştirebilecek birimler olan tümenler, kolordular düzeyinde birleştirilmişti.
  • Özellikle Napolyon orduları, Napolyon’un izlediği yöntem gereği, ağırlıklı olarak “yerinde ikmal” ilkesiyle hareket eden ordulardır. Napolyon, ordularının ikmal meselesini, uzun ikmal kollarına değil, istila edilen topraklardaki kaynaklara dayandırmıştır. Bu tutum, orduların manevralarını, ikmal olanaklarının sınırlayıcı baskısından kurtarmış, daha hızlı manevra yapabilir hale getirmiştir.

Lakin bu durum ancak, Avrupa’nın verimli ve yoğun nüfus barındıran bölgelerinde başarılı olmuştur. Yerinde ikmal olanaklarının son derece kısıtlı olduğu Mısır, İspanya ve Rusya’da ise geri tepmiştir. Özellikle Rusya’da durum daha da vahim bir hal almıştır. Rus ordusu, II. Dünya Savaşı’nda da uygulanan “yanmış toprak” taktiğini uygulamış, çekilirken Napolyon ordularının kullanabileceği her şeyi ya beraberinde götürmüş ya da yerinde imha etmiştir.

Napolyon ordularında hızlı manevra ve yürüyüş hızı konusunda etkin olan bir başka unsur da subay kadrosunun asillerden oluşmamasıdır. Asiller, kendilerine son derece rahat bir ortam sağlayacak tüm ağırlıklarıyla birlikte hareket ederler. Ağırlıklarını taşıyan atlı arabalar, ordunun hızını düşürür. Özellikle zor arazi ve yol koşullarında bu durum daha da belirgin bir etki yaratır. Askerler yol kenarında bekler, öncelik tanınan aristokrat subayların ağırlıklarıyla yüklü arabalar yolu kullanır. Oysa Fransız ordularında öncelik piyadenindir, asker yoldan yürür, subay yolun dışından atının üstünde yolculuk eder.

Sonuç olarak 18. yüzyıl Avrupa ordularında standart yürüyüş hızı dakikada 70 adımken, Fransız İhtilali ordularında dakikada 120 adımdır.

  • 1776 yılında Topçu Genel Müfettişi olan Gribeauval, Fransız İhtilal Ordusu’nun topçu unsurlarında önemli düzenlemeler yapmıştır. Orduda kullanılan top çapları standartlaştırılmış, ilave olarak havanların kullanılmasına geçilmiş ve top arabalarında yapılan geliştirmelerle topçu bataryalarına hareketlilik kazandırılmıştır. Bu düzenlemelerle Fransız İhtilal Ordusu, yüksek atış gücüne sahip ve hareketli topçu bataryalarıyla savaş alanına hâkim olabilmiştir.

NAPOLYON’UN STRATEJİK VE TAKTİK ÖZGÜNLÜĞÜ

 

Hemen hemen bütün tarihçiler ve araştırmacılar, Napolyon’un askeri alanda belirgin bir teorisi olmadığı görüşünde birleşirler. Napolyon’un askeri başarıları, sağlam bir askeri teorik yaklaşım çerçevesinde hazırlanmış planlara değil, savaş alanındaki hareket tarzına bağlanır.

Her şeyden önce Napolyon hep saldırı savaşları vermiştir. Teorik olarak bir saldırı için, bir temel plan ve alternatif planlar hazırlanması gerekir. Ancak, Napolyon’un savaş planları yoktur. Napolyon, kolordularını birbirleriyle bağlantıları kopmayacak ölçüde araziye yayarak ilerler. Böylece rakibini, onu karşılayabilmek için yayılmaya zorlar. Bu yayılma, önceden planlanmış savaş düzeninin o anda değiştirilmesini gerektirdiği için düzensiz olmak zorundadır. Napolyon, savaş alanını rahatlıkla gözleyebileceği bir noktadadır ve düşmanının yayılmasını izler. Belirli bir anda, belirli bir bölge civarındaki birliklerini hızla, belirli bir bölgeye yönelik olarak taarruza kaldırır. Bu nokta, düşmanın kritik “bağlantı noktası”dır. Eğer bu bağlantı noktasına yönelen taarruz başarılı olursa, düşman cephesi yarılmış olur. Eğer başarısız olursa, zaten yaygın durumdaki kolorduları ona, alternatif bir plan için esneklik sağlar.

Bütün bunlar, birliklerini zaafa uğratmayacak biçimde yaymasına ve savaş alanını çok iyi izlemesine bağlıdır. O anın koşullarına uygun olarak birliklerini toplayıp bir “sıklet merkezi” oluşturması bu sayede olur.

 

NAPOLYON’A AİT SÖZLER

  

*Bir düşmanınızla devamlı savaşırsanız, ona bildiğiniz bütün taktikleri öğretmiş olursunuz

 *İnsanın olgunlaşması İçin mutlaka acılarla yoğrulması gerekir. Çünkü o hem taş, hem de heykeltıraştır.

*Güç ortaya çıkınca kanunlar zayıflar

 *Bütün başarılarımı gençliğimde çektiğim açlık ve çilelere borçluyum

 *Yaşadığım sürece çalışırım, çalışmadığım an ölmüş sayılırım

 *Büyük insanların çoğu, günde en az bir kere çocuk gibi olurlar

 *Bana göre güçsüzlük, haklının hakkını vermemektir

 *Cesaret de aşk gibi ümitle beslenir

 *İnsanlar başkalarının hayırseverliğini anormallik, kendi anormalliklerini hayırseverlik; başkalarının İyiliklerini zaaf, kendi zaaflarını iyilik olarak değerlendirirler.

*Benim için faydalı olsa bile korkaklığa yanaşmam

 *Ayrılık küçük ihtirasları unutturur, büyükleri kuvvetlendirir.

*Analar bir elleriyle bebeği, diğer elleriyle dünyayı sallarlar. 

*Bütün devletler hazımsızlıktan ölür.

*İnsan üniformasının adamı olur. 

*İstikbal de şeref gibi, kumsalı olmayan kayalık bir adadır. 

*Savunma halindeki birlik yenilmeğe mahkûmdur. 

*Sulh, "Sulh!" diye bağırmakla elde edilemez.  


     Tolga Gündoğan’ın Eski Yazıları

Bu ülkede Kürt olmak da zor Türk olmak da; ama insan olmak hepsinden zor.

Buradaki insanlar vicdanlarının sesini dinlemek yerine sahiplerin sesini dinliyor. Sahipler savaş diye bağırıyorlar.

Bu ülkede Kürt olmak da zor Türk olmak da; ama insan olmak hepsinden zor.

Buradaki insanlar vicdanlarının sesini dinlemek yerine sahiplerin sesini dinliyor. Sahipler savaş diye bağırıyorlar.

Niye savaş diye bağırıyorlar?

Çünkü bu savaş onları sahip, bizlerin köle kalmasını sağlıyor.

Çünkü bu savaş askeri vesayet rejimin devamlılığını sağlıyor ve bu rejimden yamalanan CHP ve MHP gibi partilerin ayakta kalmasını.

Baykal ve Bahçeli her konuşmasında savaş diye bağırıyor. Barışı bir yenilgi olarak görüyorlar.

Barışı bir yenilgi olarak niye görüyorlar? Barışınca ne olacak?

Ben söyleyeyim size, barış olunca Türklerle Kürtler eşit olacak ve onlar bu eşitliği bir yenilgi olarak görüyorlar.

Kürtleri son yirmi beş yıla gelene kadar yok saydınız, son yirmi beş yılı da son isyanı bastırmaya çalışmakla geçirdiniz ama bastıramadınız. Sadece bir kibir yüzünden, Türklerle Kürtlerin eşit olamayacağını söyleyen bir kibir yüzünden oluyor bunların hepsi.

Ama artık yeter, “Edi bese”.

Çünkü barışın geleceğimiz için ne kadar önemli olduğunu anladık. Vicdanımızın sesini dinlemeye başlamalıyız.

Fakat bu barışın önünde aşılması gereken birçok engel var. 

Milliyetçiler kibirlerini yenemeyecektir. Bu yüzden onlardan daha fazla cesaret göstermeliyiz.

Asıl iktidar olan CHP, AKP’nin Kürt sorununu çözmesiyle artık bir yüzyıl iktidarda kalacağını biliyor. Bu yüzden çözümün olmaması için elinden geleni yapacaktır.

Askerde bunun farkında.

Onlarda bu vesayet rejimini korumak için ellerinden geleni yapacaktır.

Yoksa PKK ateşkes ilan ettiği halde aynı saldırganlıkla devam edip şehit vermeye devam etmenin mantığı ne?

Eruh’ta yedi şehit verildi, Genelkurmay Eruh’ta PKK’lı teröristlerin olduğu bilgisini almış ve operasyon yapmış. Eruh’ta PKK’lıların olduğunu bilmeyen yok ki, bu operasyonlar demokratik açılımı baltalamak için yapılıyor.

Asker bu sorunu AKP çözsün istemiyor.

Çözülsün de istiyor mu?

O da şüpheli. Çünkü bu olaylar onların siyaset içinde barınmasını sağlıyor.

İktidar her şeye rağmen çok kararlı, büyük bir cesaret göstererek DTP ile görüştü. İktidar oy kaybedeceğine bile bile yapıyor bunları.

Eminim bu iktidarın sahibi MHP ve CHP gibi resmi ideolojiye sahip, kendilerini bu ülkenin sahibi olarak gören bu iki partinin elinde olsayüz yıl daha sürer bu savaş.

Bu fırsatı değerlendirelim. İktidarın gösterdiği cesaretin karşılığını verelim.

Zülfü Livaneli ”iyi olan bir şeyi karşı ideolojiye sahip birileri yapıyor diye kötüleyemeyiz” dedi ve destekledi.

Aynı şekilde Sezen Aksu’da karşı ideolojiden ama o da destek verdi. Bu barış fırsatını kaçırırsak ”Kader bizi affetmez” dedi.

Bunlar harika şeyler, toplum kendi silkelemeye, pisliklerinden arınmaya başladı.

Temizlenme vakti geldi. Sizce de gelmedi mi?

Daha ne kadar yaşayabiliriz bu pislikle?

Online dergiler Online dergiler