Esra Matur

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1991 yılında, Üsküdar'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. Dört seneyi aşkın süredir Boğaziçi Yöneticiler vakfı (BYV) üyesi olan Matur, 2010 yılı itibariyle İBB Gençlik Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu'nda Avrupa ve Ortadoğu temelli sosyo-kültürel çalışmalarına devam ediyor. 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

 

Diktatörler!

Onlar da insan...

İnanması güç ama onların da duyguları var.

Bizim sahip olduklarımızdan çok farklı belki ama onları da derinden etkileyen, uykularını kaçıran korkuları var.

Öyle ki, ölümden sonra yok olma korkusuyla kendini mumyalatan yüzlerce yıllık firavunlardan bugüne; günümüzde benzer "yok olma" korkusunu taşıyarak sahip olduğu tahttan bir türlü vazgeçemeyen nice modern firavun var.

Gücün, "her şey" olduğuna inanıp; ondan vazgeçtiklerinde kendilerinin de unutulmaya/yok olmaya mahkûm olduklarını düşünerek, daha yaşıyorken "kendini tahtıyla beraber" mumyalatan acınası hükümdarlar var.

Dünya tarihinde diktatör isimler, en az halk kahramanları kadar yer edinmiş ve unutulmaz karakterler olarak kalmışlar.

Faşizm'in fikir babaları Mussolini ve Hitler'den başlayarak, yakın tarihimizin otokrat yöneticilerine şöyle bir baktığımızda; yönetimi ele geçirişleri, yönetimde kaldıkları süreçler ve yönetim sonrasındaki akıbetlerinin genel anlamda bir paralellik gösterdiğini fark ediyoruz.

Hemen hepsi; ülke genelindeki istikrarsız gidişattan yararlanıp, yönetime el koyuyor ve içinde bulundukları sıkıntılı dönemi en yakın zamanda atlatacaklarına dair yüce vaatlerle monarşik bir sistemi uygulamaya koyuyorlar. Bu sistem, Mussolini’nin egemenliğindeki İtalya'da kısmen işe yarıyor, işsizlik bir süreliğine azalıyor ve Mussolini kısa süreli de olsa bir popülerlik kazanıyor. Ancak İtalyan partizanların onu ele geçirip öldürdükten sonra, cesedini baş aşağı asmalarından ve "devrik lider" akıbetinden kurtulamıyor.

20. yüzyılın ilk yarısı için Mussolini örneğini verirken, aynı yüzyılın ikinci yarısına ve son zamanların dünya gündemine damgasını vurmuş bir isimden bahsetmeden olmaz. Kendisi, belki de şimdilerde bilinen en ünlü diktatör: Hüsnü Mübarek!

Mısır denince, piramitlerden ve Nil nehrinden sonra akla gelen ilk şey, Mübarek!

1981'de Enver Sedat'ın bir suikast girişimi sonrası ölümüyle, cumhurbaşkanlığına gelen ve 1987, 93, 99 ve 2005 yıllarındaki seçimlerin her birinde tekrar tekrar seçilen(!) ve ülke halkının 25 Ocak'ta başlattığı protesto hareketiyle resmi olarak 11 Şubat'ta görevi bırakmak zorunda kalan bir başka "devrik" diktatör!

İstifasını verdiği günden bir öncesine kadar yaptığı her konuşmada, görevinin başında olacağını ve hiçbir yere gitmeyeceğini ima edip, soğukkanlı bir lider duruşu sergiliyor. O bu sözleri söylerken; kendilerine hizmet(!) etmeye devam edeceğini söylediği Mısır halkı, dışarıda "BIRAK / GİT" diye bağırmaya devam ediyordu. Tüm bu yaşananlar, aslında klasik diktatör & halk ilişkisini gösteren bir resim!

Diktatörlerin genelde benzer dediğim akıbetlerinden biridir bu: Yönettikleri halkın, onlardan nefret etmesi!

Halk ya da devlet için "en iyi ve doğru olanı" yaptıklarına olan inançlarından olsa gerek; ben onların halkın sevgisini kazanmak, gönüllerde yer etmek gibi yersiz(!) endişelere kapılmayacaklarını düşünüyorum.

Çünkü diktatörlerde hâkim olan en etkin duygu, korku!

Gücünü kaybetme, itibarını yitirme ve bunları takiben "yok olma" korkusu.

Bu korkuyla daha sert, daha katı yönetimler uyguluyor ve sevgi kazanmaktansa itibar kazanmayı öncelikli buluyorlar.

Ama farkında değiller, dünya değişiyor.

Artık daha bilinçli halklar var. Kendi haklarından haberdar olan gençler yetiştiren halklar var.

Medyayı kullanıyorlar, interneti kullanıyorlar ve bugüne kadar görülmemiş direniş sergiliyorlar. Ve en güzeli de ne biliyor musunuz? Bu direnişler işe yarıyor!

Bin Ali Tunus'dan ayrıldığında; Mübarek'in yüreğine bir korku düştüğüne eminim.

Mübarek istifasını açıkladığında, Libya, Bahreyn, Yemen, Cezayir liderlerinin endişelendiğine eminim!

Kader ağlarını örüyor, dostlar!

Yok oluşun kendileri için bir kader olduğu diktatörlerimize Euripides'den bir alıntı yaparak yazımı sonlandırıyorum ben de :

"Her şey değişir. Her şey yerini bulur ve sonra yok olur."

 

Günlük sıradanlıklarımızın en yoğun olduğu zaman dilimi, şüphesiz ki belediye otobüslerinde geçirdiğimiz vakitlerdir. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum.

Gideceğiniz yerin uzaklığına ve trafiğin olağan akışına bağlı olarak değişen yolculuk süresi boyunca, biraz dikkatli bir gözlemci olduğunuz takdirde etrafınızda olagelen hadiselerin bir sıradanlıktan ibaret olduğunu fark edebilirsiniz.

Her sabah evinize en yakın olan durakta bir türlü gelmek bilmeyen otobüsünüzü beklerken, sizinle beraber aynı İETT otobüsü için dakikalardır bekleyen insanları gözlemleyerek işe başlayabilirsiniz. Bir iki sabah sonra genelde “aynı” insanlarla, “aynı” otobüsü, “aynı” uzun sürelerle beklediğinizi fark edeceksiniz. Bu sıradanlıklarınızın başlangıcını teşkil edecek.

Otobüsünüze bindikten ve öğrenci AKBİLinizi basıp, her zamanki “DİİT” sesini duyduktan sonra koridorda kendiniz için en uygun yeri aramaya koyulursunuz. Ayaktasınızdır, çünkü otobüsünüz her zamanki “aynı” kalabalık yolcu kitlesine ulaşmıştır. Yolcuların çoğu; sabah dersine yetişmeye çalışan uykusuz üniversite öğrencilerinden ve çalışma hayatına atılmış yorgun görünümlü bay ve bayanlardan oluşur. Sabahın ilk saatlerinden olsa gerek, otobüse genel bir sessizlik, bir nevi uyku-hali hâkimdir.

Derken, otobüsünüz daha da kalabalıklaşmaya, hatta kapasitesini zorlamaya başlar. Ve o anda sıradanlıklarınızdan biri daha patlak verir…”Otobüsün arkası boş, ilerleyin lütfen!” Konuşan, muavindir. Her sabah “aynı” sözlerle “aynı” uyarılarda bulunur…”Şurası boş, ilerleyelim lütfen… Ortada bekleme yapmayın, bakın arkası boş ablacım, bir zahmet ilerleyelim!”… Muavin, her sabah “aynı” ısrarcılıkla otobüste kendisinden başka kimsenin göremediği “boş olan”(!) o yerlere ilerlememizi ister. Elbette yolcular her sabah aynı değildir ama değişmeyen bir şey vardır ki; o da muavine karşı alınan “aynı” cephedir. İnsanlar benzer homurdanmalarla muavini eleştirmeye, bazen dozu aşıp otobüsün sevilmeyen bu karakteriyle kavga etmeye kadar gidebilirler.

Tabi tüm bu sıradanlıklarınız cereyan ederken, içinde bulunduğunuz İETT otobüsü kendi güzergâhında yol almaya devam eder. Siz “aynı” durakta iner,”aynı” yoldan karşıya geçer ve geride bir İETT seferi daha bırakarak yeni bir okul gününe başlamak üzere üniversite kapısından girersiniz.

Sıradanlıklar, onları fark ettiğimiz anda var olurlar. Ve biz o anı yakalayana dek, bizim için yeni yaşantılar olmaya devam ederler. Hangisi daha iyi bilmiyorum: Sıradanlıkları fark etmek mi, ya da onlara aldırış etmemek mi? Senin için hangisi derseniz, söyleyeyim…”Sıradanlık” sıkıntı verir gibi dursa da, bazen bir denemeye konu olacak kadar komik gelebiliyor insana!

 

“İnsan ne ırkının, ne dilinin, ne dininin, ne nehir mecralarının ne de sıradağların istikametinin esiridir.” diyor Ernest Renan. 

Renan, Fransız bir filozof ve yazar. Erken Hıristiyanlık tarihi ve siyasi teoriler üzerine etkili araştırmalar yapmış, tarihin önemli isimlerinden biri.

“Millet nedir?”  isimli makalesiyle zihinlerde millet kavramı adına yepyeni ufuklar açan değerli bir şahsiyet.

Bir milleti millet yapan kavramlardan bahsederken ırk, dil, din, coğrafyadan söz etmiyor.

Aksine bu kavramları savunanları eleştiriyor, farklı teori ve kuramlarla onlara yanılgılarını gösteriyor, tarihten örnekler sunuyor… Ortak ırk, ortak dil, ortak din millet olmak için şartsa eğer, nasıl oluyor da üç dili, iki dini, üç ya da dört ırkı olan İsviçre bir millet oluyor da, mesela pek homojen bir bölge olan Toscana neden bir millet olmuyor?

Renan, saf ırkın hiçbir surette var olmadığını söylüyor. Asillerin bolca olduğu İngiltere, Fransa ve İtalya kanın en karışık olduğu milletlerdir, diyor. O’na göre, insanlık tarihi “zooloji”den ayrı tutulmalı. Dünya üzerinde herhangi bir yere gittiğimiz vakit, insanların kafa ölçülerine bakıp yüz / alın / (Türkler için bıngıldak) kontrollerini yapıp ortak ırklardan gelip gelmediğimizi tespit etmek saçmalıktan başka bir şey değil.

Etnografya ( ırk bilimi) hiç şüphesiz değerli bir bilimdir. Ama ne zaman siyasete / diplomasiye bulaştırılır, o zaman bir bilim olmaktan çıkıp yanlışlıklara sebebiyet verecek bir kavram olma yoluna gider. Dünya’nın insan hakları ve barış için mücadele başlattığı ırkçılık (racism), ırk biliminin farklı mecralara yanlış entegre edilmesiyle türedi.  Bir “bilim dalından” bize hakikati vermesinden öte, bizim politik / ideolojik amaçlarımıza hizmet etmesi istendi ve ırk biliminin masumiyeti yok edildi.

Irktan bu kadar söz etmişken, benzer mevzu “dil” için de geçerlidir. Eğer söylenildiği gibi, dil birleştirici / millet yapıcı bir işlerliğe sahipse, neden aynı dili konuşan İngiltere ve ABD diye iki ayrı devlet görüyoruz? Neden aynı dili konuşan İspanya ve Latin Amerika devletleri tek bir millet oluşturmuyor? Ya da ülke sınırları içinde 4-5 ayrı dilin konuşulduğu ülkeler / milletler var… Onlar bu dil konseptine nasıl oldu da ters düştü o zaman?

Ve din.. Siz aynı dine inanan insanları toplayıp bir millet oluşturamazsınız. Din, bireysel bir mevzudur. Kul ile Rabbi arasındaki özel / mahrem bağdır. Şimdi kalkıp herkesten aynı “bağ”a sahip olmasını bekleyip, tek millet oluşturma sevdasına kapılmak size de tuhaf görünmüyor mu?

Renan, ek olarak ortak coğrafya ve ortak menfaatler mevzusuna da değinmiş. Millet oluşturabilmek için ille de ortak bir coğrafyaya sahip olmanın gerekmediğini savunuyor.. Belki de bu yüzden insan nehir mecralarının ya da sıradağların istikametinin esiri / kölesi değildir, diyor. Aralarından bir nehir geçtiği için iki ayrı toprakta yaşan bir halkın da “millet” oluşturabileceğini iddia ediyor.

Ve menfaatler… Bunlar ticari söylemlerdir. Millet ise, ticaret gibi maddesel kuramlardan uzak, daha duygusal ve daha ruhsal bir yapıdır. Bu tanımla millet daha yüce tutulur.

Peki, millet için gerekli olduğu söylenen onca kavramın “çürütülmesinden” sonra, ne diyebiliriz?

Sahi millet nedir?

Sandığımızdan çok daha ulvi bir yapıdır. Ortak yaşanmışlıklar / ortak geçmiş / ortak başarı ve başarısızlıklar gerektirir. Diline, dinine bakmadan ırkını sorgulamadan yalnızca müşterek bir geçmiş, şimdide ortak bir irade talep eder. Millet budur. Birlikteliktir, birlikte başarma isteğidir.

Belki de bu yüzden radikal söylemleri olan kişi ve grupları ben hep soğuk ve itici buldum.

Hiçbir zaman ırkçı / dilci / dinci olmadım… Ve “millet” kavramından bu kadar söz etmişken belirteyim : “Ben hiçbir zaman milliyetçi de olmadım!”.

Pembe bulutlarla donattığım dünyamdan hayat ütopik görünüyor bazen… Ama emin olun çok daha huzurlu çok daha barışçıl ve çok daha kapsayıcı bir dünya bu!

Öteki” diye bir kavram türetmeden, “millet” üretiyorsunuz. Bu harikulade bir iş! Çünkü başta sözünü ettiğim kavramların ( dilin, dinin, ırkın…) esiri olursanız, etrafınızda her zaman sizden olmayan “Ötekiler” göreceksiniz. Sizin dilinizi konuşmayan “öteki” olacak… Sizin dininize inanmayan “öteki dinden” biri olacak. Ötekilerle dolu bir dünyada yaşamak nasıl bir his? Bunu tatmayı istediğimden emin değilim.

Buyurun Renan’a kulak verin, diyorum. Millet, sandığınız kadar çok ortaklıklara sıkıştırılmış bir kavram değil. Zaten öyle olmaması da talep edilen ve beklenendir…

Kavramlara bu kadar bağlandıkça, onların esiri oldukça birbirine daha yabancı / daha çok tabusu ve önyargısı olan toplumlar olmaya başlıyoruz. Ve bu görüldüğü üzere hiç de iyi bir şey değil.

Ortak dilekleri olan insanlar da millet oluşturabilir. O zaman teklifimi yapıyorum: Yeni bir millet oluşturmaya var mısınız? Tabusuz toplumlar oluşturmayı dileyen insanlar milleti!

 

 

“Ya Araplara ne oluyor? Haberlerde gördüm, bir kargaşadır gidiyor. Ne iş? ” diyen üniversite öğrencisi için sözün bittiği yerdir.

Toplumun geneline yakıştırmak istemem ama ortada büyük bir çoğunluk için genel geçerliliği olan çok ciddi bir durum var: Karşımızda habersiz, ilgisiz, bilgisiz bir gençlik var!

Kimse, mesele üzerinde derin sosyolojik araştırmalar yapacak denli bilgi sahibi olmak zorunda değildir; ama iş, yanı başınızda aylardır devam edegelen bir hareketin genel hatlarını bilmeyecek raddeye geldiyse, işte problem orada başlar.

Tunus’da Mohammad Bouazizi’nin Sokak ortasında kendini yakmasıyla ilk ateşini alan Arap devrimi; sırayla Mısır, Yemen, Libya, Suriye üzerinden alevlenmeye devam etti. Tunus’da

Bin Ali uğurlandı, Mısır’da Mübarek... Libya’da insanlar günler boyu, Kaddafi güçlerince ateşaltına alındı. Suriye’de Esad şovunu yaptı. “Gitmem,dedi… Değişim gelecek, bekleyin” dedi.

O gitmedi. Ve vaat edilen değişim de gelmedi.

Gerek önceki yazılarımda, gerekse envai çeşit sosyal paylaşım sitelerinde Arap Devrimi / Hareketi / Baharı üzerine sayısız yorum, haber vb. paylaştım. Bunun bir sosyal sorumluluk olduğu inancını taşıdım. Elimdeki tek güç olan medyayı kullanarak dünya genelinde bu harekete destek veren kitlelere katılmaya çalıştım.

Neyi başardım? Niye yaptım?

İdealim, Hz. İbrahim'in ateşe atıldığını görüp ağzıyla su taşımaya çalışan karıncadaki iradeye sahip olmaktı. Ona“senin taşıdığın su ne işe yarayacak?” diyenlere, “olsun, ben safımı belli edeyim” demesi gibi, bir yerlerde özgürlüğü için mücadele veren halkların yanında olduğumu kendimce itiraf etmekti tek gayem. Ama gelin görün ki, bu harekete olan ilgi “aşırı, gereksiz ve anlaşılmaz” bulundu. Sanki Arap dünyasında olan şeyler, bizim dünyamızı ilgilendirmiyordu. O zaman, sürekli küreselleştiğini söylediğimiz dünyada, Arap ülkeleri yer almıyor muydu?

Gelişmeler ülkemizde cereyan etmiyor olabilir, topraklarımızdan çok uzak bir yerlerde, hatta bir başka kıtada, Türk’lerle / Türkiye’yle ilgisi olmayan işler yapılıyor olabilir veyahut o işleri başaran Arap’ların bizatihi kendilerine haz etmiyor olabiliriz. Her türlü ihtimali düşünmeye çalışıyor ve –yeterince başaramasam da- empati kurmaya çalıştığımı söylemek istiyorum.

“Neden ilgisiz kalınır?” sorusunu kendimce cevaplamaya uğraşıyorum. Ve üzülerek bildiriyorum ki, bu sorum beni toplum geneline hâkim olan habersiz / ilgisiz / bilgisiz gençliğe götürüyor. Gençlik haber takip etmiyor, gençlik dünyayla ilgilenmiyor, gençlik bilmiyor!

Yakın zamanda yapmayı planladığımız bir panel var. Konumuz, Arap Devrimi. Uzman kişiler eşliğinde Türk & Arap gençlerinin katılımcısı olacağı programla beraber, toplum genelinde duyarlılığımızı arttırmak ve bir bilinç uyandırmayı planladık. İnşallah yapacağımız işler hayırla sonuçlanır.

Daha haberli, daha ilgili ve daha bilgili olan bir toplum olmak dileğiyle…

 

“Beş haftadan beri bu düşünceyle yaşıyorum. Varlığı beni dehşet içinde bırakıyor, ağırlığı altında eziliyorum.” diyor, hakkında infaz kararı çıkarılmış kişi.

***

Victor Hugo’nun eserlerinde ağırlıklı olarak değindiği O’nun için özel bir konu vardır, tutuklu kişiler ve idam mahkumları. Nitekim “Sefiller” romanında bu durum Jean Valjan ile karşımıza çıkarken, hususen bu konuyu temel aldığı “Bir idam mahkumunun son günü” adlı romanında “infaz” süreci tüm detaylarıyla işlenir. Hugo bir nevi mahkum-dostu ya da “mahkumların sesi” denebilecek hümanist bir yazardır.

Yazının girişinde alıntıladığım satırlar da, bahsi geçen romanın giriş cümleleridir. Hugo, yaşadığı 19. Yüzyıl Fransa’sının acımasız gerçeği olan “Giyotin”i yazmış olduğu bu romanla eleştirir, onbinlercesinin kurbanı olduğu bu ölüm şekline karşı tepkisini ortaya koyar ve O’nunla aynı yüzyılda yaşayanlardan ziyade gelecek yüzyıllara bir mesaj iletmek istercesine romanında “infaz” kararlarının ne denli yanlış olduğunu vurgular.

Peki, Hugo’nun iletmek istediği mesaj günümüz dünyasında cevabını bulur mu?

Ya bizim infaza bakışımız nedir?

Bu konu, “Türkiye” gibi hassas konularda duygusal kararlar vermekten kaçınamayan kitlelerin yaşadığı bir coğrafyada her zaman bir sorun teşkil etmiştir. Oysa “idam kararları” yasal bir düzenlemedir ve hukukta duygusallığa yer yoktur. Demem o ki,  artık idam yasası olmayan ülkemizde halen daha “idam cezalarını geri istiyoruuuuz, Hak yerini bulsun istiyoruuuz” çığırtkanlığı yapmak yanlıştır. Ve siz bunun yanlış olduğunu ifade ettiğinizde “aynı şeyler senin kardeşine yapılsa? Ya biri, anneni böyle öldürse? O zaman da idam olmasın diyebilecek misin?” gibisinden yorumlarda bulunmak duygusallığın saçmalığa dönüştüğü seviyedir.

İnsan öldürmek suçtur, bunun için bir ceza gerekir. Ve suçu insan öldürmek olan biri için verilen ceza, yine “insan öldürmek” demek olan “idam” bir ceza türü değildir. Zira ceza, “men edici” ve mağdur olan taraf için bir nevi “kefaret” yani öç alma duygusudur. Oysa yapılan araştırmalar gösteriyor ki, idam cezası uygulamasının suç işleme oranlarını azaltma yönünde hiçbir etkisi yoktur. ABD’nin idam cezası uygulanmayan 13 eyaletiyle, geri kalan eyaletleri karşılaştırıldığında suç oranlarının farklılık göstermediği görülüyor. Yani, idamın suç işlemede caydırıcı olduğu kanısı açık ve net suya düşüyor.

Üstelik üzülerek söylemeli ve unutanlar için hatırlatmalıyım ki, mükemmel bir hukuk sisteminde yaşamıyoruz. Verilen her karar, adil ve yerinde olmuyor. Tarih, haksız yere idam hükmü yemiş ve ölümünden ancak yıllar sonra masumiyeti kanıtlanabilmiş infaz mağdurlarıyla dolu. Şimdi haksız yere hayatı alınan kimseler için gerçek manada ne yapılabilir? Hiçbirşey.

Bilindiği üzere idam cezaları özel durumlarda yerini buluyor. Uygulama ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, çoğu yerde ileri düzeydeki suçlar için uygun görülmüş bir ceza türüdür bu. Kimi ülkelerde, uyuşturucu tacirleri dahi idama mahkum edilirken kimisinde düşünce suçluları da infaz edilebiliyor. Ama idamın hiçbir şeyi durdurmadığı, hiçbir ideolojiyi öldürmediği gerçeği hep göz ardı ediliyor. Bakınız, Deniz Gezmiş’lerin sesi hala duyuluyor, bakınız Adnan Menderes bir toplumsal figür olmuş durumda. Hala daha idamı “etkin” görenler için söylüyorum: Emin misiniz? Görmüyor musunuz?

Velhasıl kelam; ben idamı desteklemiyor ve ülkemde uygulanmasını istemiyorum.

İdama hayır, diyorum!

***

Hakkında infaz kararı verilmiş kişi, umudu bırakmıyor hiç. Hücresine duvar çatlağından sızan güneş ışıklarına ümitle bakıyor ve fısıldıyor:

“Kaçabilseydim eğer. Ahh! Nasıl da koşardım kırlara…"

 

1998 yılının Aralık ayı... Ben, 8 yaşında olmanın gereği, pek de iyi hatırlamıyorum. Ama büyüyünce öğrendim; Türkiye tarihinin sancılı dönemlerinde, mağdurlar listesine girdiğimiz günler, işte o günlermiş.

Babamın Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki görevine Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla son verildiği ve "disiplinsizlik" suçu gerekçe gösterilerek ordudan uzaklaştırıldığı tarihlermiş.

Disiplinsizlik... Binlerce "asker baba"nın hüküm giydiği, binlerce masum aileyi zorlu dönemlere iten suç(!), dosyalarda yazılana göre disiplinsizlik suçuymuş.

Evin en küçüğü olarak; ortada ne tür işlerin döndüğünü, babamın her sabah aynı üniformayı giyip aynı askeri araca binerek işe gitmeyi "neden" bıraktığını anlamasam da, evimizde yeni ve alışık olmadığım bir hayatın başladığını hissedebiliyordum. Babam durgunlaşmış, annem daha düşünceli görünür olmuştu. Eve uzak & yakın tanıdık ve akrabalardan telefonlar yağıyor ve insanlar duydukları haberin doğruluğunu teyit etmek istiyordu. Haber doğruydu, babam ordudan ihraç edilmişti.

Son görev yerimiz olan Elazığ'dan, memleketimiz Bursa'ya dönüşümüz de bu vesileyle vuku buldu.

Ve ben bir daha babamı üniformalı görmedim.

Bir daha hiçbir askeri hastaneye gitmedim.

Hiçbir ordu evine "yaklaşmadım".

İskender Pala'nın "İki Darbe Arasında" isimli kitabını, beni ve ailemi anlattığı için sevdim.

O'nun dile getirdiği gibi " çok şükür ki mazlum olduk, zulmeden olmadık" dedim.

Şimdilerde çok farklı hissiyatlardayım.

Bu yazıyı kaleme alma nedenim ise, yaşadığım hissiyata sizi de ortak etmek ve Türkiye'mizin geldiği noktayı bir nebze olsun gösterebilmek.

Bildiğimiz üzere, Türkiye 2010 yılının Eylül ayında bir referandum geçirdi. Benim, ailemin, yakın çevremin ve halkın %58'inin "EVET" dediği bu referandumla, ordudan haksız yere ihraç edilen binlerce aile için yargı yolu açıldı. Bu, pek çoklarının hayalini bile kuramadığı, bir zamanların Türkiye'sinde "imkânsız" denilen ama 2010'ların Türkiye'sinde "mümkün" olduğunu gördüğümüz bir olaydı. Bizi haksız yere ordudan, kurulu düzenimizden, sahip olduğumuz her şeyden "men" edenlere karşı davamızı açtık ve kazandık!

"İade-i itibar" yasası ile elimizden haksız yere alınan haklarımızı geri aldık.

Türkiye'de bir şeylerin "adil" olduğuna, adaletin tecelli ettiğine dair inancım artıyordu.

Bunun için annemin hiçbir duasında ismini unutmadığı Başbakanımıza ve referandum sürecinde ve sonrasında emeği geçenlere karşı minnettarlığımız hat safhada.

Biz aslında elimizden "çalınan" haklarımızı aldık.

Ama hakkı sahibine iade ettiren Allah'a şükrü ve O'nun bu işe memur kıldığı sebepler dairesindeki kimselere de teşekkürü (inşallah) unutmadık.

Bugünkü hissiyatım budur.

Cüzdanımda bugün bir askeri kimlik kartı taşıyorum.

Çünkü bugün yeniden, "ben asker kızıyım" diyorum.

Artık bugün ve her gün, ben Albay Savaş Matur'un kızıyım!

Online dergiler Online dergiler