Taviz Vermeden Uzlaşabilme Kültürü ve Yeni Anayasa - Halil Çiçekfidan

Halil Çiçekfidan tarafından yazıldı. Aktif .

Her toplum,kendisinden önceki jenerasyonların bilinçli ya da bilinçsiz tercihleriyle başa çıkmak zorundadır. Geçmişteki olumlu hamlelerin avantajlarıyla birlikte, her kuşak, ertelenmiş, önemsenmemiş, ihmal edilmiş konuların ağırlığını sırtlamış bir halde doğar.

Tanzimat’tan başlayıp günümüze uzanan süreçte devlet ve toplum yapımızı derinden etkileyen gelişmelerin dönüp dolaşıp “din” ile bir şekilde bağlantılı olduğunu görürüz.

Sürecin başında, yüz elli yıldır şeriata tam uyulmadığından ülkenin karışıklıklara sürüklendiğini iddia etmekle başlayan Tanzimat Fermanı [1] , şeriata aykırı hükümleriyle birlikte devlet mekanizmamızın kalbine yerleşmişti. Osmanlı’nın teokratik karakteri dolayısıyla icraatlarının din eksenli olması normaldi diyelim. Fakat bu ifade, sonraki dönemi açıklamaya yetmeyecektir.

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle itilaf devletlerinin işgallere başlaması ve buna mukabil milli direnişin ortaya çıkması sonucunda kurulan I.TBMM’nin amacı şu şekilde belirtiliyordu:

“Hilâfet ve Saltanat makamının bağımsızlığının korunması, ulusal bağımsızlık ve ulusal sınırlarımız içerisinde yaşama olanağı verecek bir barışı sağlayacak önlemleri geliştirmek ve uygulamak." [2]

Milli direniş, Hilafet ve Saltanat kurumlarını koruma amacı üzerinden örgütleniyordu. Yurdun hemen her bölgesinde, dini değerlere/sembollere yapılan saygısızlık milli mukavemet bilincini uyandırıyordu. Sonuçta, bayrak inmemiş, ezanlar dinmemişti(!)

Silah seslerinin dinmesiyle birlikte ülke, hesapta olmayan hesapların ortaya çıkmasına sahne oldu.

Savaş sırasındaki pragmatik tercihlerin sonunda sivrilen iktidar kudreti alternatifsiz bir konuma erişti. Bu konum, kurucu zümreye yorgun zihinlerde ve acıların uyuşturduğu kalplerde çok da sorgulanamayacak bir değişim harekatı başlatma fırsatı sundu. “Halkın talebi” gibi önemli bir halkası eksik olan devrimler “halk için” çoğunlukla “halka rağmen” gerçekleştirildi.

Din eksenli kurumların ortadan kaldırılması ve yerlerine laik nitelikte kurumların geçmesiyle yeni bir toplum yapısı neşvünema buldu.

Laiklik Sonrası Yeni Toplum

Tüm bu gelişmelerin acı bir meyvesi olarak ortaya çıkan yeni toplumda bireyler, kendilerini yine dine göre konumlandırmayı seçti, bilerek ya da bilmeyerek. Kurucu iradenin kademeli olarak devletin temel ilkelerinden birisi haline getirdiği laiklik -her yaşam ve düşünme tarzı gibi- destekçilerini ve karşıtlarını üretti.

Sert laik tutum cepheleşmeyi, bu cepheleşme de radikalliği beraberinde getirdi. Toplumun temel kimlikleri kendi içlerinden çıkan marjinallerle bilinir oldu. Dindarlar “dincilerle”, laiklik yanlısı olanlar “laikçilerle” aynı kefede değerlendirilmeye başlandı.

Zaman içerisinde dini hassasiyetleri muhafaza edenlerle laiklik savunucuları, farklı düşünme biçimlerinin yanında farklı yaşam tarzları geliştirdi. Olayları algılama biçimindeki farklılaşma da, bu iki kesimi “biz ayrı dünyaların insanıyız” noktasına getirdi.

Marjinalleri bir tarafa bıraktığımızda dahi, bu iki kesim arasında gerçek bir ayrışma olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Dine göre kendini konumlandırma itibariyle ortaya çıkan bu manzara, birlikte yaşama arzusunu törpüler nitelik taşımakta.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, hantallaşmış kurumları yenileme fırsatı doğmuştu. Fakat, inkılap hareketleri, onu doğal bir sürecin sonunda ortaya çıkaracak birikimden/alt yapıdan tamamen yoksundu. Söz gelimi, Fransız devriminin mimarları göz önüne alınırsa, bizdeki hareketlerin köksüz,temelsiz ve tepeden inmeci karakteri açıkça ortaya çıkar.

Her şey bir yana, cumhuriyetin ilanı aslında yine bir tercih noktasıydı. Rotası batıya dönmüş bu devlet Batı’nın hangi yüzünü benimseyecekti?

Karşılaştırma yapabilmek adına daha yakın örneklere bakılırsa; peçeyi toplum düzenine bir tehdit olarak görüp yasaklayan Fransa laikliği mi; yoksa motosiklet sürücülerinin kask giymesini emreden bir yasaya “Sihler” için istisna getiren Britanya laikliği mi esas alınacaktı? [3]

Tercih Fransız ekolünden yana kullanıldı. (Bu yazının kaleme alındığı tarihten bir gün sonra (15-09-2011) laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle Fransız hükümeti “sokakta namaz kılmayı” yasakladı.[4] Şaşırtıcı olmasa gerek.)

Bu, birlikte yaşamı tesis edip sürdürecek “uzlaşı kültürü” açısından büyük bir hamle hatasıydı. Fransız tipi laikliğin, toplumsal kodlarımızla uyum sorunu oluşturacağı göz önüne alınmadı. Baskı yoluyla yerleştirilmeye çalışıldıysa da geldiğimiz nokta ortada.

Devlet teşkilatını kuran zümreyle aynı hayat görüşünü paylaşanların oluşturduğu bürokrat sınıfı, siyasal elitler ve genel ifadeyle laik kesim, oluşturdukları düzenin ordu garantörlüğünde devam etmesini arzuladı. Fransa’daki peçe örneğine rahmet okutacak tedbirlerle mütedeyyin kesimin devletle ilişkilerini geliştirmesine engel olunmak istendi.

Diğer yandan, seçimler demokratikleştikçe halkın dini duyarlılığı olan partileri iktidara taşıması, laikler için işlerin çok da yolunda gitmediğinin bir göstergesiydi. Bu dönemlerde, anti demokratik yöntemler de dahil olmak üzere, bir şekilde, iktidarın kendi yaşam tarzlarına müdahale etmesinin önüne geçmek için seferber oldular. Çoğunlukla paranoya diyebileceğimiz bu anlayışa samimiyetle bağlanmaları mütedeyyin kesimin kendi nefsinde sorgulaması gereken bir durumdur.

Laik duyarlılığı içselleştirmiş, samimi bir kitleye sahibiz ve bu durum bir “sorun” değil. Sorun olan, yeni topluma model olarak sunulan laiklik anlayışının uzlaşıya imkan vermeyen karakteristiğidir.

Bizde anlaşılan şekliyle laiklik, dindarlara dinlerinden taviz vermelerini dayatıyor. Başını açmayana eğitim hakkı tanımamak, bir şekilde eğitim alsa bile kamusal alanda iş sahibi olamamak şeklinde tezahür eden bir laikliği hangi dindar birey benimseyebilir?

Öte yandan, İslam Hukuku profesörü Hayrettin Karaman’a göre, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bizde de farklı inanca, dünya görüşüne sahip toplulukların bir millet olarak birlikte yaşama zorunluluğu vardır. Bu durum ister istemez bir uzlaşı kültürüne sahip olmayı gerekli kılar. İki tarafın da dünya görüşlerinden ve yaşam tarzlarından taviz vermesini beklemek faydasızdır ve bundan bir an önce vazgeçmek gerekir.

Bu şartlar altında dindarlar bakımından zaruret ilkesi devrededir ve bu ilkeye dayanılarak farklılığa tahammül etmek, İslam’ın gayrimeşru olarak nitelediği uygulama ve davranışlara müdahale etmemek, kimseyi mecbur etmeden kendi inancına göre yaşamak en doğru olandır (Karaman,2003) [5].

Laik kesimden beklenen ise, din kaynaklı talepleri tümden reddeden anlayışı bırakmak, inancını her alanda yaşamak isteyenlere özgürlük sağlayacak düzenlemeleri laikliğe aykırı görmemek, kendileri herhangi bir şekilde zorunda bırakılmadıkça mütedeyyin kesimin inanca dayalı uygulamalarına müdahale etmemektir. Diğer bir değişle, Anglo-Sakson laikliğinin toplumsal kodlarımızla daha uyumlu olduğunun farkına varılmalıdır.

Çözüme İlk Adım : Yeni Anayasa

Türkiye yine bir tercih noktasıyla karşı karşıya ve sanırım yeterince bedel ödendi şimdiye kadar.Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir anayasa tamamı sivil iradenin yansıması olan bir meclis eliyle yapılacakken, temel problemler cesaret ve basiretle irdelenmeli.

Katıldığım bir konferansta Anayasa Hukukçusu Doç.Dr.Osman Can’ın şöyle dediğini hatırlıyorum: “Anayasayı kim yaparsa, bu onun anayasası olur.” Sivil anayasa bu ülkede artık önüne geçilemeyecek bir halk talebi. Zaman ve zemin bu kadar uygunken sivil anayasanın “sivilliği” yöntem yanlışlığına kurban edilmemeli. Halkın anayasasına “halk” doğrudan etki edebilmeli.

Yeni Anayasa süreciyle, “dini kontrol altında tutan” ve “dini devlete karıştırmazken devleti dine müdahil kılan” laiklik anlayışı terk edilmeli ve bunu temin edecek ifadeler yeni anayasada açıkça belirtilmelidir. Bununla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı özerk bir kurum hüviyetine kavuşturulmalı, okullarımızdaki zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi seçmeli hale getirilmelidir.

Sonuç olarak, mütedeyyinler ve laikler birlikte yaşamı uyumlu bir şekilde sürdürebilmek adına gereken değişimi yeni anayasa vesilesiyle başlatabilirler. Zorluğu ‘rafa kaldırılmasına’ sebep kılınmadan emek verilen, hak ve özgürlükleri halktan yana koruyan, laikse “inanca saygı” esasıyla laik, kanunu/devleti/statükoyu/yandaşı/candaşı değil “adaleti” gözetecek bir anlayışla “birlikte yaşama sanatımızı” yeniden canlandıracak bir “eser” bekliyoruz.

Bu fırsat kaçarsa, bir sonraki fırsatta –yaşarsak- yaşlanmış olacağız. Hadi bizi boşverin, bari şu acı gerçekle bir kez daha yüzleşmeyelim: Geciken adalet “adalet” değildir.

Doğru tercihleri doğru zamanda yapabilmek ümidiyle..


Halil Çiçekfidan

[1]http://www.osmanli700.gen.tr/olaylar/olayt2.html

[2]http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=151

[3] http://www.mustafaakyol.org/din-devlet-ve-laiklik/fransiz-laikliginin-sefaleti

[4] http://www.ensonhaber.com/fransada-sokakta-namaz-kilmak-yasaklandi-2011-09-15.html

[5] İslam ve Türkiye, Hayrettin Karaman, Ufuk Kitapları, 2003.

Yazar Hakkında

Halil Çiçekfidan

Halil Çiçekfidan

Ailenin ilk çocuğu olarak Fatsa’da doğdu. Akşam ezanından sonra sokakta olmama ilkesiyle yeşillikler arasında bir çocukluk geçirdi. Süper solak olduğu halde sağ elle yemek yeme çalışmalarına kendini adadı ve başardı. İlkokulu İnegöl’de, liseyi Bursa Anadolu Lisesi’nde tamamladı. On sekiz yaşını henüz doldurmuşken dil eğitimi için Washington D.C.’nin yolunu tuttu. Şimdilerde Galatasaray Üniversitesi'nde Kamu Hukuku Yüksek Lisans talebesi, FSMVÜ'de araştırma görevlisi. Annesine sesini yükseltip odadan hışımla dışarı çıkarken ayağının yine eşiğe çarpacağından emin.

Kafa Kâğıdı:       

 
Online dergiler Online dergiler