Süleyman Kahraman

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

 

Afrika, siyahın tüm kötülüklerin rengi olmasına karşılık, tüm kötülüklerin kendinde yaşandığı, beyaz insanların siyahları mezalime uğrattığı topraklar... Tarih boyunca sömürgeciliğin anayurdu olmuş olan bu topraklar, acıların başkentliğini yapmıştır. Beyaz insanların tüm dünyadaki maddiyat tapınmalarından bu topraklarda nasibini almıştır.

Dilin bir milletin bağımsızlık noktasında en önemli etkenlerden biri olduğunu bahsettiğim yazımda (moda ve dil), bu bağımlı olmanın getirdiği insana bakan en önemli sonuçta fakirliktir. Fakirliğin bu siyah insanların kaderi olmasına sebep olan her beyazın ve siyahın bugünkü felakette payının olduğu unutulmamalıdır.

***

Bugün Afrika’da yaşanan felaketten herkesin bir şekilde bir haberi var. “Haberim yok”  diyenlerin yaşama belirtisi olmadığının bile farkına varması gerekir. Zira bu felakette ortaya çıkan tablo ölülerin bile kemiklerini sızlatacak cinsten.  Şöyle genel başlıklarla oradan gelen haberleri sizlerle paylaşmak isterim...

Bir annenin çocuğunu oraya giden bir yardımsevere vermek istemesi. “al çocuğumu kurtar.” Demesinin bir annenin ne duruma geldiğinin bir göstergesidir sanıyorum

Bizim günlük yediğimiz eti, oradakilerin bir yıl boyunca ancak yiyebilmeleri; fakirliğin ne durumda olduğu konusunda bir örnek serer önümüze.

Şu an için 11 milyon insanın kıtlık ve kuraklık yüzünden ölümle yüz yüze olduğu BM raporlarında biz beyazlara duyuruluyor.  11 milyon insanın nicelik bakımından ne yaptığını varın siz düşünün.

“Somali’de yaşanan kuraklıktan kaçarak Kenya’daki kamplara sığınan insanlar tam bir dram yaşıyor. 3 senedir tek damla yağmur yağmamış bölgelerden kaçarak 50 derece sıcakta 400 km yol yürüyen halk, sığındıkları kamplarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Yürüyüş esnasında birçok kişi hayatını kaybederken kamplara ulaşabilenler de yorgunluk, sıcak ve açlık ile boğuşuyor.” Yaşanan dramın ne olduğunu anlatan bir yazının ilk satırları...

26 Temmuz tarihinden Türkiye Gazetesinden Osman Sağırlığının attığı başlığı okumak yetti bana oranın durumunun ne olduğunu anlamak için. Başlık şöyle:

BM, güvenliği bahane edip gıda depolarına kilit vurdu, her gün 800 Somalili açlıktan ölüyor...

 

Yukarıda kendi çapımda orada yaşanan dramı gözler önüne serebilmek için birkaç satır yazmaya çalıştım.  Bir fotoğraf karesinin yazıdan daha etkili olacağına inanan biri olarak aşağıda, bizim beğenmeyip çöpe attıklarımızın orda aş olduğunu gösteren bir kare paylaşmak istiyorum.

Orada yaşanan durum hakkında genel bir bilgi verdiğime inanarak üzerimize düşenler konusunda da bir iki satır yazmak istiyorum. Genel olarak bakıldığında, halkımızın zaten üstüne düşeni yerine getirdiği kanısındayım. Buradaki fakirliğe duyarsız kalmamak için; atacağımız bir SMS veya bağışlayacağımız maddi meblağın burada ettiğinden çok daha fazla değer taşıdığını unutmamamız gerek. Çünkü ihtimal ki açlıktan ölüm döşeğinde olan birinin boğazından geçebilecek bir lokmada pay edinmek, inanıyorum ki o insanın hayatını kurtarma sevabı bile kazandırabilir. Rahman’ın bize bahşettiği bu mübarek ayda, bu şekilde sevap kapılarından boş dönmemeliyiz. Duaların makbul olduğu bu ayda da maddi desteklerimizin yanı sıra; oradaki kardeşlerimiz içinde dualarımızı eksik etmeyerek  “inanma” noktasındaki yükümlülüklerimizi de yerine getirmeliyiz

Bir diğer değinmek istediğim nokta da; “Efendim bizde fakir Ali yok mu da, taa somAli’lilere yardım ediyoruz?” diyen dalkavuklar. Öncelikle bu soruyu duyunca insan aptallaşıyor ve tüm aklı melekelerini yitirerek cevap bulamıyor. Bu itirazda bulunulanlar sanki Türkiye’de fakirler için bir adım atmışlar gibi, Afrika’da yaşanan bu drama yapılan yardımları baltalamak için tüm fesatlıklarını dökerek, insan nazarında maymunlaşmayı göze alabiliyorlar. Pes dedirten bu itirazlara kulak asmamalı ve yapacağımız yardımlardan kazanacağımız sevapları bu tiplere kötü söz söyleyerek harcamamalıyız kanısındayım.

Biz, dedelerimizin yaptıklarıyla övünç duyup, onları örnek alan bir gelenekten geliyoruz. Osmanlı’ya bakıldığında, nerde bir felaket varsa oraya koşuşturmalarının örnekleriyle dolu bu tarih. Ayrıca biz deccal ile su pazarlığına ramak kala son damla suyunu dostlarıyla paylaşan Sahabe efendilerimizin rehberliğinden yoğrulmuş bir kültürden geliyoruz. İşte bu yardımları baltalamaya çalışanların, ceviz kabuğu kafalarının almadığı da budur!

Saygılarımla…

 

Kimisine cennet olan kimisine cehennem bu hayatta. Olayların kimin için, ne anlam ifade ettiğinin tayinini insanın ruh mekanizması yapmaktadır. Ruhtan kastetmek istediğim vicdan, daha derin manada kalb sistemi. Tabi bu sistematik, insanın onu ne kadar özgür bıraktığıyla alakalı bir vakıa

İnsanların diline son zamanlarda pelesenk olmuş bir saçmalıktır özgürlük.

“Yukarıdaki cümledeki anlatım bozukluğunu bulunuz?“ diye bir soru sorulduğunu düşünün. Benim cevabım:

Özgürlük son zamanlarda saçma insanların diline pelesenk olmuş.“ derdim.  Zira insana en aykırı hislerini ortaya koyamamasından kaynaklanan kısıtlamayı, sanıyor ki mahkûmiyet. Hâlbuki farkında bile değil nelerinin esareti altında olduğunun. Paranın, cinselliğin, uyuşturucunun ve daha nelerinin. İşte bu haltları rahat yiyememenin vermiş olduğu rahatsızlık, behimi hissiyatla birleşince ortaya günümüz özgürlük savaşçıları çıkıyor. Ve daha da kötüsü bunlar itibar görüyorlar, sarakaya alınacakları yerde.

Özgürlüğün tanımını yapmayacağım; ancak ilk cümlede söylediğim gibi, cenneti cehenneme eşitleyen durumun esbab-ı mucibesinin en derinini söylemiş olduğum: kalp.

Eskilerde çok önemli olan, bugünlerde ona vakit ayırmayı ertelemekte veya hiç yapmamakta fütursuzca davrandığımız şey.  Aslında bir tek ona önem verip mutlu olabileceğimiz, onsuz ne yaparsak yapalım, aslında çok bir şey yapmamış olduğumuz şey.

Onu esas tuttuğumuzda hayatın karanlık kısmı olan geleceğe çok daha rahat bakabileceğimiz şey.  Onu merkeze koyduğumuzda, çevremizde nelerin döndüğüne önem vermeyecek kadar olgunluk kazandıran şey. İnsanın kalbi bu kadar önemliyken, günümüz insanı, ekonomik bir ton zırvadan bahsetmesine rağmen sonsuzla sonlu ayırt edemeyecek kadar zavallı olduğu kanısı ortaya çıkmaktadır.

Kalp’ten kastımla özgürlük arasında ya da özgürlük sanılanla arasındaki ince çizgiyi kavrayınca kalbe dair „şeyli“ cümlelerimden, aslolanın ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Mesela bugünlük gidin özgür olun. Özgürlüğünüzü yaşayın. Yarında yaşayın. Daha sonra da. Sizin özgürlük dediğinizi! Ya sonra? Sizin yaşadığınız gerçek olsa, yani aslolan o olsa zamanla, mekânla ya da fiille tartılamaz. Asıl olan şey her zaman perdeler arkasında gizlidir. Sizin inanmış olduğunuz; perdeye bir tarafınızı dönüp, nerenizi beyin olarak kullandığınızı göstermek gibi bir şey.

Gerçek olan özgürlüğe ulaşmak için, önce beyninle yola çıkacaksın. Maddeye bakıp ruhunu kavrayacaksın. Sonra anlayacaksın ki beyin bunları anlamada yetersiz... İşte o zaman karar vereceksin ki gerçeğe ulaşmak için beyni öldürmek gerek. Sonra da kalbin yolu açılacak.

Bütün bunları aklıma almıyor ama kalbime sığıyor.“

Bu anlattıklarım aslında çok karışık konular. Çizilmiş bir resmi kelimelerle anlatmaya çalışmak gibi bir şey. Ne kadar anlatırsan anlat, yazdıklarının hiçbir zaman resmi tanımlayamaz misali. Zaten tüm bu yazdıklarımla, yazmak istediğim aynı şeyler değil. Ben sadece duruma, mekâna göre kişilik değiştiren insanları görünce, rabbimin bukalemunu yaratmasındaki sırdan mütevellid etmiş olduğum tefeffürden bahsedecektim. Ancak bahsetmek istediğimin daha geniş bir kümesine karalamalar yapmış bulundum. Bukalemunla alakalı sövgü ve karalamalarımı belki başka bir baharda değinirim.

Saygılarımla…

 

Kaç santim yukarıdan, kaç santim sağdan-soldan boşluk bırakmam gerektiğini hatırlayamamaya  inat bir mektup yazmak istedim. Ancak mektup zarfının alıcı kısmını boş  bırakmak zorunda kalışım; bu santimetreleri bilemeyişimden daha kötüydü; daha doğrusu acı.

Sadece bu gurbetlik zamanımda, birinin posta kutusuna bakınca, benden gelecek iki satıra yüzü tebessüm edebilecek; temiz duygulardan hasıl bir sevginin ürünü bir sevgiliydi aradığım tek şey. Hani eskiden... Eskiden... yani henüz insanlar bu kadar insanlıktan uzak olmadığı zamanlardaki gibi bir sevgili.

Kara tren dumanında uğurlanan, tahtadan bavulun yanında tek yoldaş olduğu zamanlardan kalan bir şey olan mektubu da; o zamanlardan kalan bir sevgiye meyletmek istemiştim. Gözden ırak olmayı, gönle perçinleyen satırların bulunduğu o kağıt parçasının kadri kıymetini bilecek, yoldaşı olan zarfın içinden çıkabilecek kurumuş bir gülü göz yaşlarıyla yeşertmeye çalışacak bir çift gözdü sadece aradığım.

Tabii ki bulamadım. Bulamayışımın aramamak mıydı yoksa;  aranan şey zaten mi yoktu bilmiyorum.  Ancak matematiksel gerçeklikte olayın sonucuna bakarsak; „yoktu.“ Zira hayat; lisedeki matematik sınavlarından farklı olarak, çözüm için gidiş yoluna puan vermiyordu. Böyle olunca niyet eylediğim mektup yazma işini kenara bıraktım. Seccademi; yani boş kağıdı geri koyup tesbihi yani kalemi de  yerine teslim edip, kazaya bıraktım bu hevesimi de.

Söylemek istediğim ne çok şey olurdu halbuki...

„Bir mevsim  geçti sensiz  sevgili.“ derdim mesela.  „Akrebin yelkovanın takip etmesindeki tek tesellim sana kavuşmaya gitmesiydi.“ gibi süslü cümlelerle duyduğum özleme mürekkebi şahit tutardım ama..

 Daha ne çok şey söylemek isterdim.  Ancak bütün bunları şimdi dil bilgisinden tam hatırlayamadığım „olmamış şeyin  hikayesi“ konusunu içeren „zamanda“ yazmak istemem. Zaten de yazamam. 

Hulâsa-i kelâm herşeyim hayırlısı arkadaşlar. Eksikliklerinmize isyan etmek yerine, sahip olduklarımızla şükretmeyi  öğrendiğimiz gün , zannederim ki mutlu olmayı başarıcaz.  Öğrendiğimiz günde buluşmak ümidiyle...

Saygılarımla…

 

Sen!

Hayatın senin arkadan işleri çevirdiğini mi düşünüyorsun? Kaderinin hiçbir satırının senin için yazılmadığını, felekle tebelleş olmayı hayat CV’nin başköşesine tecrübe olarak yazabilme ihtimalinin yüksek olduğunun farkındalığına eriştiğini mi düşünüyorsun?  Kimsenin seni anlayamayacağını; anlasa bile anlamanın çözmeye yetmeyeceğini mi öğrendin? Yani öylesin ki... Öyle yani yazamaz, yazılamaz, kelimeler kifayesiz...

Söylemek istesem gönüldekini; dilime dolanan ıstırap olur

Yazsaydım derdimin ben bir tekini; ciltlere sığmayan bir kitap olur

Çoğu insan yukarda mübalağ ile sorulan soruları belki, modernizmin getirdiği bireyselliğin daha doğrusu bencilliğin verdiği at gözlüğü ile sadece kendi ile meşveret etmenin bohemyasında evet diyebilir.  Evet... Evetse eğer sen yüzde çok yüksek bir ihtimalle, dizginlerini çoktan sana dayatılan şeylere kaptırmış, küheylan gibi koşan ama gerçeğe veya asıl olana karşı duruşun eşekten ziyade kaplumbağa...

Zira dayatılan o dur ki; Kulakların senin için dinlemeli, gözlerin işine geleni görmeli, beynin senin için ne yapıyorsa yapmalı vs... Bu da böyle olunca sıkıntılarda ya da senin sıkıntı zannettiğin şeylerde haddinden fazla abartılı olarak algı mekanizmanda yankı buluyor. Çünkü sen, sadece sende olanın farkındasın ve yine sen zannında sıkıntı olarak hâsıl olan şeyi, başkalarınınkiyle karşılaştıramamandan ötürü cevabın evet. Çünkü senin en büyük birimin sıkıtıyla alakalı, senin en büyük sıkıntı saydığın şeyden başlıyor.

Şunun farkına varalım. Herkesin hayatında zorluklar var. Ama hepsinin illa ki bir çözümü var. Zaten ispat odur ki sen insansın. Başka bir şeye gerek yok. Biz çözüm zannettiğimiz şeyi her zaman istediğimiz şey ile karıştırıyoruz. Olmayan, olması nâmümkün olan şey olmayınca onu imkânsız görüp, sıkıntılara gark ediyoruz kendimizi.  Sadece ve sadece bir kere nelere aldandığımız hesaplayalım. O zaman göreceğiz ki içimizi burkan bunca şey, aslında zahiri bir göz yanılmasıdır.

Bu bohemiyanın en üstü noktası, çözümsüzlüğün artık tek çözümünün ölüm olduğu belirsizliği de var maalesef. İnsanın hayatta yapabileceği en büyük hata! Dönüşü olmayan tek yol. Dediğim gibi elbette insan hayatta zorluklar çekecek; ama hiç bir zaman unutmamalıdır ki,  hiç bir insanın başkasına göre sahip olduğu şeylerden ötürü ümitsizliğe kapılmasına veya isyan etmesine hakkı yoktur. Bunlar en ucuz çözüm sanılan çözümsüzlüklerdir. Pişmemişlik Mevlana deyimiyle hamlıktır.

İntihara sebep nedir? İnsan kavram mekanizmasını hep “ben”li kurarsa, sebep denen şey çok. Ama şöyle bir nokta var. Sen artık kendine saygı duymayabilirsin, kendinden nefret dahi ediyor olabilirsin. Bu hayata gelmenin ananın babanın lanet olası bir gecelik zevki olarak ucube düşüncelerin olabilir. Tüm bunlar böyleyken bile senin kendi canını almaya hakkın yoktur. Bu hak kimseye verilmemiştir. Zira sen, seni seven insanlara yokluğunla kahredemezsin.  Bunu da bileceksin!  Hayatını “senin nazarında” iki tarafı b.klu deliğe sen getirmişsin ya da muhtemelen sana öyle geliyor; ama en büyük korkaklık olan çekip gitmek senin hakkın değil. Sadece bunun farkında olmak zorundasın.

Zorunluluklarını sen seçemez, red edemezsin. Yapmak zorundasın. İnsanla insan olmayan her şey arasındaki tek fark.  

Saygılarımla...

Özgüven ve geçmişine karşı olan bilgi eksikliğinin birleşmesiyle tekâmül etmiş bilinçaltı bohemiyasından kaynaklı bir ön yargıdır bizdeki „Avrupalı“ sitayişi.  Aslında gerçeği anlamak için çok çaba sarfiyatına da gerek yoktur; ancak bize dayatılan yön ve bunu şuursuz kabulleniş ve daha ötesi burun büyüklüğü bize Avrupa‘yı da Avrupalıyı da üstün gösterir.

Avrupalının bugünkü çehresiyle dünkü çehresi arasındaki tek fark, kıyafetten gayrı bir şey değildir aslında. Bize söylenen, dayatılan „adam Avrupalı“ eşittir“ kültürlü canım „ lafzı, içimizdeki daha Avrupalıların söylemiş olduğu bir şeydir. Yoksa kültür ve medeniyet babında Avrupa, doğu ile kıyaslandığında, çok üstün vasıflara sahip olduğu gerçeği bir yalandır.  

Bunları söylerken şu iki noktayı temel unsur olarak almak zorunludur. Birinci temel: Teknolojide gelişmişlik,  medeni olarak da ilerde olunduğunun göstergesi değildir. Bu iki durumun değeri aynı skaladan okunamaz. Biri elma, biri armuttur. Tarihe bakıldığında da görülecektir ki, buradaki her teknolojik gelişme ilk önce askeri sahada olmuştur. Daha sonra insanlığın hizmetine sunulmuştur.  Gerçi bu hizmette modernitenin dayattığı birçok batıl insanlık anlayışına paralel hizmet etmiştir. Askeri alanda insanların canları alındı, daha sonra da insanlığın kendisi. Neyse bu ayrı bir konu.

İkinci temel: Doğu kültüründen kastım da; bugünün Türkiye‘si veyahut doğu kavramının içine alacağı; Arap, İran.. Toprakları da değildir. En başta bizi düşünürsek, bizim kuruluşla külli olarak inkâr ettiğimiz ve yasakladığımız o kültürdür benim tam olarak anlatmak istediğim. Çünkü biz onu jilet gibi kesip Avrupa'yla entegre olmaya çalışan, Avrupa Yakası‘ndaki Burhan misali, „ben de Avrupalıyım ben de Avrupalıyım“ naralarıyla nadan olmuş bir kültürün çocuklarıyız. Bu ikinci temelden de anlayacağımız; önce Avrupa'ya bakıp, sonra dönüp kendine bakarak kıyaslama yapılmaması noktasıdır.

Avrupa gösteriş meraklısıdır. Doğu daha çok tevazunun anlam bulduğu toraklardır. İlimden boynu eğilen utangaç bir çocuktur o. Enaniyet, onların deyimiyle ego, bize ait bir şey değildir. Mesela mimari anlamda bizim camilerimizdeki sadelikle Avrupa kiliselerindeki makyajlı yapılar kıyaslandığında anlaşılabilir bu durum. Avrupa‘nın her şehrinde görmekten bıkacağınız, artık kusma noktasına getiren bir debdebe vardır.  Belediyecilik anlayışını takdir ederim Avrupa’nın ancak; kültürel anlamda camilere kedileri beslemek için bir yer yapan, güvercinlerin su içmesini düşünen, Leyleklere evinin bacasında yer ayıran Osmanlı mimarinin mantalitesiyle karşılaştıramayacak kadar sığlık vardır.

Sevgi, aşk gibi kavramların doğuda daha farklı anlamlara sahip olması edebiyatını da etkilemiştir hiç kuşkusuz. Bu etki de ona daha derin anlamlara sahip eserler ortaya koşmasına itmiştir. Batıda madde ve göze göre hitap etme,  daha geniş anlamda akla yatkın eser verme çabası, betimlemelere sıkıştırmıştır daha çok kendisini. Ancak bizde bu tür kavramlar gönle hitap ettiği için algı mekanizması akla göre değil kalbe göre şekillen eserler ortaya konmuştur.

Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni

Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni

Az eyleme inâyetüni ehl-i derdden

Yani ki çoh belâlara kıl mübtelâ meni

Resim ve heykel sanatının menşei Avrupa’dır. Bu sanatları alıp bizde yapmaya çalışanların, aslında ne kadar beceriksiz olduğunu da gördüm ayrıca Avrupa’da. Dedik ya Avrupalı görmek ister, duymak ister tatmak ister. Hissetmek felan ikinci plandadır, duygularda keza. Bu bakımdan Kilise’de bile Hristiyanlık için önemli olan vakıalar resimle gösterilir, önüne geçip hac çıkardıkları da heykeldir. Yani Tanrının oğlu dedikleri insanı bile, bir faninin fırçasından çıkacak resimden, teşhir etmekten utanmayacak kadar kitapsızlar yahu bunlar! Bu şahsım adına trajikomik bir durum; ama değineceğim nokta şu: bizim kutsal addedip, yücelttiğimiz şeylerin aynısının Avrupa versiyonu ile doğudaki saygı kavramının derinine vurgu yapmak istiyorum.

Bu konuda bence bizdeki ebrulideki derinlik bence kat kat fazladır. Anlamsız şekillerle bir şey anlatmaya çalışan resim katliamına kıyasla, ebrulideki estetik ve üstünlük kuşkusuz öndedir. Camilerimizdeki hat sanatları ve onlardaki anlam derinliği ve hepsinin tek tek bir hikâyesinin varlığı da muazzam bir zevk abidesidir bence, bir insanın ruhunda oluşacak. Tam olarak bilemiyorum ama kabaca tabirle; çıplak bir kadının memesinden özgürlük, rahminden çağdaşlık, kıllarından bereketi sembolize eden bir toplumdan bahsediyoruz.  Böyle bir teşhir sanatına sahip olmakla,  sevgi ve hoşgörüyü bünyesindeki her sanatta vurgulayan bir sanata sahip olmak arasındaki gelişmişlik, insanî değer noktasında ne kadar önde olunduğunun kanıtıdır sanıyorum.

İnsanî anlamda Avrupa‘yı, doğu ile kıyasında Osmanlı’dan geri kalan yerlerde yaşanan dramlar karşılaştırabilirsiniz. Yani Batı’nın insanlığını, yine kendi sanatından görürsünüz. Şöyle ki:  Rijks Müzesi’nde Hollanda kültürünün tanıtımının yapıldığı bölümde resimlerde, efendisinin arkasında duran bir zenci mevcuttur mesela.  Kölesidir bu şişman efendinin! Özgürlük, eşitlik vs gibi hakların sözüm ona savunucusu olan Avrupa, bunu sadece kendi insanı için ister. Nitekim sömürgecilik mantığını oluşturan bilinçaltında da bu yatar.  Buna karşılık Osmanlı’nın mahallileşme politikasının derinliğinde ise; gittiğin yerde sükûneti sağlamak için oradaki toplumun değerlerine göre şekillenen bir sistematik söz konusudur.  Bu gibi durumlardan yaşatma olgusunun devlet politikası haline gelmiş bir felsefeden bahsediyoruz ki o ne kadar engin…

Daha birçok başlıkla bu konu incelenebilir. Eğlence anlayışının sadece sex ve alkolden oluşması, sosyal olarak birbirinden kopukluk, aile kavramının neredeyse olmaması, şeref, haysiyet, vatan kavramının yerini koca bir sıfırın alması gibi, bu başlıklar çok uzatılabilir.

Sonuç olarak varmak istediğim nokta şudur: Bugüne kadar bizdeki Avrupa’ya karşı oluşmuş eziklikten kurtulmanın tek yolu yine kendimizden geçmektedir. Biz şuan bile birçok tahribe uğramasına rağmen insanlık konusunda çok ilerde olduğumuz noktalar vardır. Hele bu hal böyleyken bir de aslolana döndüğümüzde onlara ne kadar fark atacağımızı siz tahayyül edin. Umut ediyorum ki o günler çok uzak değildir.

Saygılarımla…

 

Bugünün insanın en büyük sorunu modern yaşama çabasıdır. Bugünün Türkiye’sinde iğreti duran bu anlayış artık haddini  çok aşmış bir vaziyettedir. İnsanlar artık olduğu gibi görünmekten çoktan vazgeçmiş, “olması gerektiği gibi” yaşamaya çalışma çabasında bocalayan bir ruh hastası portresi çizmeye başlamıştır.

Modern yaşama standartının nerden nasıl çıktığı konusunda çok bir fikrim yok; ancak sonuçları karşısında ortaya çıkan durumu gözlemlemek artık çok basit bir hal almış durumdadır. Herkes kendi hayatını, amaçlarını sorgulayınca bunu kolayca anlayabilir. Olaya kal-ü beladan bir bakış atacak değilim. Zaten bu zaviyeden bakışın, konu olan modern yaşama saçmalığıyla karşılaştırılamayacak kadar ulviliğidir ki, bunu engeller.

Gelelim gerektiği gibi yaşama mevzuuna. Genel anlamda özgür bireyler olarak inandırılan modern toplum, farkında olmadan iki organı arasına sıkıştırılmıştır ve özgürlük mahkumu olmuştur aslında.  Bir çoğu bunun farkında değildir. Birincisi başkalarının ağzı. Her hangi bir eyleminde “felanca ne der acaba?” baskısı, ikincisi ise; apış arasıdır. Öyle ki insan vücuduna bile boyut getirme, dişine göre sevgili sahibi bulma vs  bu işin basit bir göstergesidir. 

Maddeye tapınmanın temelini oluşturduğu bu sistemi  tam olarak kavramak, anlatmak için hayat anlayışımızı değiştirmemiz lazım. Hayatımızı düzenleyen, kriter olarak beynimizde yer eden şeyleri sorgulamamız gerekmektedir.  Toplumun artık çok basit mühendislik manevralarıyla değiştiği günümüzde bilinçli eşeklik vasfına sahip bireyler olmamamız gerekir. Bu gerekliliğin sebebi ruhumuz bünyesinde bulunan vicdan mekanizmasıdır. Bu mekanizma insan olarak kalabilmemiz için işlemek mecburiyetindedir. Aksi halde toplumsal olarak doğacak her sonuç bir felaket olacaktır. 

***

Yazının bu kısmında değinmek istediğim düşünceler tamamen akıl sağlığını yitirmiş bir bireyin söylemiş olduğu ve yukarıdaki yazıyı tamamlamak adına kaleme alınmaya çalışılmış şeylerdir.

Diktatörlük rejimine bugünkünden fazla ihtiyaç duyulmuş bir zaman yoktur bence. Düşünün bir kere; Bir diktatöre sahip bir ülkedesiniz. Eğer sizin mantığınız, tavrınız vs diktatör ile uyuşursa çok kralsınız.  Şöyle ki: Mesela adamın (dikta edenin ) kafası esti, o ülkedeki tüm Nissan Juke araba kullanımını yasakladı. Güzel olmaz mıydı? Böyle tasarımı olan bir araba olabilir mi yahu? İğrenç! ya da tüm çakma sarışınların saçlarını kazıttsa. İnsan saç renginden rahatsız olur mu? Saçını boyatan bir insan bundan nasıl mutlu olup kendini iyi hissedebilir? Kendini bir boyayla iyi hisseden insanın düşünce kapasitesi ne kadar derin olur? Mesela ülke vatandaşı olan herkese IQ testi uygulasa, Belli kriteri geçemeyen insanları o ülkeye vatandaşı yapmasa. Trafikte klakson çalmayı yasaklansa. Kötü mü olurdu bunlar?

***

Dil çok önemli bir mevzu arkadaş! Dil canlı bir şeydir. Şeydir ama nedir kimse bilmiyor ve onu şey edip duruyor. İnsan yaşantısıyla daha doğrusu toplumsal ve kültürel  yaşantının kalite ve ağırlıyla paralel gelişen ya da gelişemeyen dil, günümüz Türk toplumunun özünden kopan halini en güzel yansıtır.  Mesela argo dilin bir parçasıdır ya da küfretmek. Biz bugünlerde kullandığımız dil bundan 50 60 sene öncesinin argosuna bile yetişemez hale gelmiş ki bir de Türkçe bilim dili olacak! Olmaz demiyorum ama  bugünün insanıyla çok zor. Bence hazır gıda, giyim gibi adetlerin topluma girmesiyle bizim dilimizin bozulması aynı eksende düşünülebilir. Zira yeni çıkan kelimeleri biz hazır olarak yabancı dilden kendi ağzımıza pelesenk etmişiz. Mesela: Organizasyon! Ne orospu çocuğu bir kelime düşünülünce!?...

***

Bu satırları yazarken bir durumla karşılaştım. Arkadaşıma çok çalışıyorsun dedim. Onun cevabı da; “para lazım evlenecez.”oldu. Şimdi  evlilik gibi bir müessesenin sağlanması için bile para olmazsa olmaz bir koşul olmuş vaziyette artık. Ne gerek var bu kadar paraya? Gerek var çünkü; düğün yapmak zorundasın, balayı ev düz vs… çünkü çevrenin ne diyeceği bizim saçma sapan bir sürü masraf yapmamıza sebebiyet  vermekte;halbuki huzur kaç para?

Yeri gelmişken bu konuda şunları söylemek istiyorum. Günümüz kızlarının kendini beğenmiş ve akılsız tavırları bir aile kurup huzurlu yaşama ümidi içersinde olan bir erkeği evlilikten soğutuyor. Bakın arkadaşlar, siz aileyi koltuk kanepe takımıyla veya LCD ekran televizyonlarla kuramazsınız. Bu çok basit matematiksel problem gibidir. Aşağıda vereceğim problemi çözebilen bayan arkadaşlar kendi içlerin bu durumu düşünsün. Çözemeyenler kaldıkları yerden yola devam etsin:

X+4=7 ise x=?

***

Bu dünyada üç tip insan vardır. Biri okumadan fikir sahibi olan insandır. Buna biz cahil der geçeriz. NŞA’da ( kimyadan hatırlayın!) bu tipler pek önemsenmez, saygı duymaz, herkes tarafından bilinir. Bunun karşıtı olan ise, okuyan araştıran bir fikre sahip olmak için ayrıntıya takılan ve beyin sancısının ardından bir şeyler söylemeye çalışan ve bunu beceren insan tipidir. Bunu yapabilen insan sayısı çok azdır. Anlaşılmasalar da, daha doğrusu karşılarında muhatap olan kişilerin kapasitesi anlaşılmalarına engel olsa da, “her köle efendisine benzemek ister.” Kaidesince saygı duyulurlar.  Bunlar normal bir toplum için insan tipi standartını oluştur. Doğaldır. Ancak bu iki kutup arasında kalan bir grup vardır ki… Tanrı varlığımızı bunlardan korusun! Bu tipler ise az okuyan  ama çok az okuyan ve bir konu hakkında okuduğu sadece bir kitap, makale, fıkra, deneme vs yi mutlak doğru kabul edip bununla fikir sahibi olandır. Bunların fikri ise daha doğrusu fikir sandıkları tamamen beyinsel bir yanılgıdır. Mesela; Ermeni sorunu hakkında  bunlar okudukları 3 sayfalık makale ile fikir sahibi olup sonuca varabilirler. Bu tip insanlardan bilimsel, sosyal veya akademik fayda aramak, tesettüre girmiş bir fahişede bekaret aramak gibidir. Üniversite gençliğinin de büyük bir bölümü böyledir.  Yani giyiniş olarak demiyorum, üçüncü tip insan olarak…

***

Sevmek, birine gönül vermek günümüzde artık elbise değiştirmek gibi olmuştur. Benim düşüncem o dur ki, kişi eğer giyecek yeterli kıyafeti varsa ve buna rağmen gidip hala yeni bir elbise alıyorsa, birini tam olarak sevemez. Bu savımı tam olarak nasıl savunurum bilemem ama sevmelerin bugünlerde ne kadar  basit olduğunu söylememe gerek yoktur inancındayım. İnsan nefsi azgındır ve hep daha fazlasını ister. Bugün elbisede tamah gösteremeyen yarın kişide de gösteremez. 

Birine gönül vermenin bugünle eski arasındaki farkı ise şöyledir. Birini seversiniz mesela. Muhtemelen de belli bir süre sonra ayrılırsınız. Sonrada bu ayrılıktan sonra yıkılır hayatın size bir daha gülmeyeceğine ya da bir daha kimseyi sevemeyeceğinize iman edersiniz. Tabi bu imanınızda sizi müşrik edecek illa ki bir ikinci şahıs çıkar. Bu sefer karşılaştırma imkanınız olur ve ikinci kişi hayatınızın son kişisi olduğuna inanırsınız. Tabi bu da olmaz. Buna da çok üzülür tövbe eder ve yine birine gönül vermeme konusunda iman tazelersiniz ancak sorun şudur ki; hayatınıza bundan sonra girecek her kişi üçüncü kişi olur. Böyle de olunca sevmek konusunda insan sabit kadem duramaz olur.

Bu durumu şöyle yorumlayanlar da çıkabilir. Derler ki: ileride hayatına girecek insanın gelişi içindir bu ayrılıklar. Böyle bir şey yoktur. Mesela benim hayatıma da, bu yazıyı okuyanın hayatına da ileride biri çıkıp, hayatımın geri kalanını geçireceğim diyeceğimiz insanlar gelmeyecektir. Bunu beklemek saçmalıktır. İsteyen beklesin ama olmayacaktır ;boşuna ömür tüketmeyin.

Bekleyiş yerine daha mantıklık olan da şudur;  hayatınıza giren insanların kusurlarını hoş görüp ortak paydalar bulup güzel şeyler yapma çabasıdır. Bunun için gerekenler ise; sabır, az biraz akıl ve aptalca beklentilere girmemek. Mesela sevdiğinizi sandığınız insandan elektrik almayı beklemek gibi. Bu en basit ifadeyle mallıktır. Karşınızda jeneratör, santral vs gibi bir nesne yok!  Zaten elektrikte bir iletken olmadan kolay kolay iki nesne arasında geçmez. Nicola Tesla’nın böyle bir araştırması vardır ama onu burada  anlatamayız. Sonuç olarak varacağım nokta: insanlardan, kendi ellerinde olmayan beklentilerde bulunmayın. Daha mutlu olursunuz.

***

Eğer paylaşmak istediğiniz bu tip notlar varsa severek okurum ve paylaşmak isterim. Aşağıdaki parçayla da size 7:47 saniyelik mutluluğa davet ediyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=ZpAsNmMToS0&feature=related

Online dergiler Online dergiler