Descartes'ı Düşünürken

Erdem Umudum tarafından yazıldı. Aktif .

Başlık Descartes’in tesiri ile mi tercih edildi yoksa başka bir âmilden mi husule geldi bilinmez ama, Descartes Efendi’nin cogito ergo sum hükmü mucibince “düşünme” fiilinin faili olarak müellif “var olmaya” hak kazandı galiba.

Kesif bir giriş oldu sanırım. Hikâyeyi biraz daha geri alıp oradan başlayalım…

İnsanların çoğu doğru sandıkları bazıları ise doğru bildikleri üzerine yaşarlar. Doğru sandıklarına/bildiklerine muarız, ciddi bir görüşle karşılaştıklarında da genellikle farklı bir âlemle karşılaşmanın verdiği yabancılaşma (alienation) hissi ile ufak bir buhran yaşarlar. Bu buhran ya dış aleme sirayet eder, muarız görüşün sahibi ile kuru bir mücadeleye kalbolur; ya iç âlemde kalır dışa vurulmaya cesaret edilemeyen düşünceler arasına ilhak olur; ya da iç âlemde kalmakla birlikte muhasebesi ve murakebesi yapıldıktan sonra ilmî, fikrî, edebî olarak zuhur eder ki zann-ı galibimize göre insanlığın ilim, fikir ve sanat tarihi de bu üçüncü zümreye giren buhranların tarihidir. 

İnsanların kahir ekseriyeti “doğru”yu bulma, bilme ve nihayetinde doğru olma vetiresi yerine; mensubu oldukları cemiyetin doğrularını doğru bilme neticesini kabul ederler. Bu hâli konformizmle (İng. Conformity kökünden) izah acımasız olacaktır.

Gözünde astigmat olan bir ahbabım ilk göz muayenesini anlatmıştı: doktor gözlüğe cam koyana kadar dünyanın öyle (düz, net ilh.) görülebileceğine ihtimal vermiyordum diye. Önce gözünde arıza olabileceği ihtimali aklına gelecek, yetmiyor bu arıza ihtimalini tetkik edecek ehil bir kişi olacak ve son olarak da tedavi iktiza ederse alet edevat bu tedaviye elverişli olacak…

Dünyaya gelinen mekânın ve tabi ki zamanın mevkiini diğer mekân ve zamanlara nisbeten tayin edebilmek oldukça zor bir iştir bu noktada. Deminki misali tahvilen devam edecek olursak, bir âmâlar diyarındayaşadığımızı farz edelim. O kadar uzun zaman gören olmamış ki diyarda, artık ahali “görme” diye bir şeyin muhal olduğuna iman etmiş. Bir kişinin bir şekilde gözlerinizi açmaya muvaffak olduğunu kabul edelim… Tabi ki artık görme hassasına sahip bir kişi ve bu yolla elde edilen malumat olacaktır. Ancak bu malumat âmâ ahali için bir şey ifade etmeyecektir. Ve dahi gözleri açılan, gördüğünü ispat edebilmek için en az bir kişinin daha görmesine ihtiyaç duyacaktır.Bu minvalde düşününce ancak pek cins kafaların âmâlar diyârında yaşama ihtimalini sorgulayacak liyâkat ve ehliyete sahip olduğu görülür. Ve bu cins kafa diye izaha gayret ettiğimiz mefhumun mahiyeti sorulacak olursa,tam mahiyetini bilmemekle birlikte tecrübeler ışığında kesbî değil vehbî bir hassa olduğunu keşfettiğimizi arz etmekle iktifa ederiz.

Başka herhangi bir mefhumu tecih etsek izah ve ispat zarureti hâsıl olacaktı, işbu sebeple bu fikir ile aramızdaki alâka özellikle “keşif” mefhumu ile karşılandı.“Zira bu nevi keşiflerin inançlar gibi gayri kabil-i ispat olduğuna inanıyorum.” Biraz paradoksal bir ifade olmakla birlikte “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanınına güvenerek burayı böyle muğlak bırakıyorum.

“Paradoksal bir ifade yerine apaçık bir izah yapılsa idi muğlaklık neticesi değişir miydi?” diye düşünecek olursak, neticenin değişmeyeceği yönünde bir karine hâsıl oluyor. Şöyle ki, “dia/log”da, şüphesiz logos yani iletilmek istenen mesaj bir ehemmiyeti haiz olmakla birlikte; (mesajı iblağa çalışan ve mesajı iblağ etmeye çalıştığı) tarafların içinde bulunduğu ahval ve şerait de –belki daha büyük– bir ehemmiyeti haizdir. Tarafların da “aynî”leşmesi teorik olarak mümkün görünmediği için, yani söyleyen ve dinleyenin “bir” olması “aynı” olması hadiseyi “dialog”dan “monolog”a çevireceği için diyalogda söyleyenin kastettiği ile dinleyenin anladığı arasında kural olarak mübayenet olacaktır.

Dolayısı ile şu an kâri, muharrir olmadığına göre zaten muharririn kastı ve muradı tam olarak anlaşılamayacaktır. Muharrir dahieseri telif ettiği andaki muharrir olmadığı için daha sonra mezkur eser açısından kâri sıfatını kazansa bile şüphesiz o da o zamanki kastını tam olarak idrak edemeyecektir. “Peki bu yazıyı kim anlayacak?” diye sorulur ise cevaben: “Yazının yazılma gayesi anlaşılmak mıdır?” sorusunu bir kenara bırakacak olursak; "hiç şüphesiz bizim bilebileceğimiz/ anlayabileceğimiz/ aklımız ile sınırlandırabileceğimiz bizi anlayamaz” deriz. Yani bu soruya ispat edilebilir bir cevap verilebilseydi, bu yazı telif edilmezdi deriz. Böyle birinin/bir şeyin var olup olmayacağı meselesi ise şöyle aşılabilecektir: Bir şeyin varlığı bizim onu anlamamıza/bilmemize bağlı değildir, onun bir idrake/fikre sahip olup olmaması ile ilgilidir. En azından Dekartyen Teori gereği hadise böyledir.

Bu son cümle ile Descartes’e avdet edilmiştir umarım, aksi takdirde yazı maksadından oldukça sapacaktır.

İnsanların kahir ekseriyeti doğru bildiklerine/bulduklarına/sandıklarına göre hayatını sorgulamaya çalışırken bazıları da doğruluk kavramnının mümkün olup olmadığını sorgularlar. İşte Rene Descartes, doğru bildiklerinin doğruluğunu sorgulayarak başladığı yoluna varlığın temeline inecek kadar devam etmiştir. Hatta hâli hazırda okunmaya incelenmeye devam ediyor ise yolculuğuna devam ettiği de söylenebilir.

En ufak şüphe beslediğim şeyleri yok sayacaktım” diye başlayan fikrî sürecinin ne denli sıkıntılı olabileceğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerektir. Bu bir anda sıfır noktasına erişmek anlamına gelir ki bir âlemi yeni baştan var etmeyi gerektirir. Görünen kısmı ile Descartes bu var etme faaliyetini yapmakla kalmamış, bu faaliyetini an be an seyretmiş ve ulaştığı neticeyi ilan ettiği gibi bu neticeye ulaşma “metodu”nu da ilan etmiştir.

“Düşünüyorum o zaman varım (cogito ergo sum)” diye darb-ı mesel haline gelmiş söz malumunuzdur. Böyle söyleyince pek bir ehemmiyeti olmayan bir lakırdı gibi geliyor olabilir. Ancak Goethe’nin işaret ettiği “açık sır”  mefhumu (ki Senail Özkan beyefendi Türkçe’ye bu şekilde kazandırmıştır)ve Descartes’in: “ukalâ takımı öylesine becerikli olmaya alışmıştır ki cahillerin bile gördükleri apaçık şeyleri görmemenin bir yolunu bulur” ikazı ile bu sözü beraber değerlendirmeye çalışalım.

Descartes felsefesine göre bir şeyin mümkünlüğü hakkında düşünüldüğüne göre o şey şüpheye şayandır. Şüphe edilen de yok kabul edilmelidir. Ancak üzerine düşünülen şey düşünenin kendisi olunca bu hâl varlık için bir mesnet olarak kabul edilebilir. Yani bir şeyden şüphe ediliyorsa o şey yoktur ama şüphe eden vardır.

Genel olarak baktığımızda Descartes okumalarını ve okulu bıraktıktan sonra sufî ıstılahındaki seyr-i enfüsî (iç âleminden keşfettiği)  ile kendine bir mesnet bir çıkış noktası bulabilmiştir: “Bizim çıkış noktamız bireyin subjektivitesidir... Çıkış noktamızdan bakıldığında ‘düşünüyorum öyleyse varım’ gerçeğinden başka bir gerçek olamaz. Herhangi bir gerçekten önce, bir mutlak gerçek olmalıdır. Bu gerçeği kavramak basittir, zira bireyin varlığında mevcuttur.”

İnsanın kendi dışındaki kaynaklardan elde ettiği bilgileri inkâr etmemekle birlikte “insanın kendisi için önemli olan konulardaki hataya düşme eğiliminin” ve “duyu organlarının insanı her zaman doğru malumatla” mücehhez hale getirmeyeceğini beyan ederek bu bilgilere neden mesafeli olduğunu belirtmiştir.

[Burada belirtmeden geçilemeyecek iki husus var. Birincisi burada yaptığımız Descartes’i yazıya vesile etmektir. Yoksa konu hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler ki Descartes’in yaptığı muhasebeyi takriben 5 asır önce yapan dağ gibi bir Gazalî vardır ki, kendisi hakkında kalem oynatmak daha güç olacağı için bu yazıda Descartes üzerinden meram anlatmak tercih edilmiştir. Bu güçlüğün müteaddit amilleri olmakla birlikte belki en önemlisini belirtmekte fayda var: Gazalî’nin isminin “İmam Gazalî” olarak bilinmesi “imam” kelimesinin bugün kazanmış olduğu konteksten dolayı oldukça dar ve hatta hatalı konumlandırılmasına sebebiyet vermektedir. Bu da bir bahs-i diğer…

İkincisi: Duyu organlarının nakısasını belirtirken tesadüfe(!) bakın ki kendisinden 5 asır mukaddem bu bahsi inceleyen İmam Gazalî’nin verdiği “gök cisimlerinin çıplak göz ile çok küçük görüldüğü ancak hakikatinde insanın üzerinde yaşadığı dünyadan daha büyük olduğu” örneğini ayniyle nakletmiştir.]

Bu çıkarımdan sonra aklın; bilgi elde etme yollarını, bilgiler arasındaki farkları ve hatta kendisini dahi sorgulama ehliyetine sahip bir cihaz olarak; dış dünyadan ve iç dünyadan elde ettiği malumatı tedkik ederek doğruya ulaşma imkânına sahip olduğunu kabul eder Descartes. Ve meşruiyetini ve doğruluğunu kabul edebileceği tek silahı “aklı” ile yola devam eder. Ve bu buluşun sair problemlerin çözümü için de kendi işini ne kadar kolaylaştırdığından bahseder.

Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun yorumu ile aslen bu dünyaya ait olmayan insan bu dünyada faaliyet gösterebilmesi için bir meşruiyet kaynağı bulmalıdır. Bu meşruiyet kaynağı ile dünyanın kendine musahhar kılındığı hakikatine erişebilir. Descartes’in bu fikri etrafında kümelenen modern bilim ve modern dünya da bu yorumun isabetini bize göstermektedir. 

Bugünkü bilimin geldiği yerde Descartes’in bu fikrinin tesiri inkâr edilemez. Ve modern bilim ve modern bilimin elde ettiği bilgi için Descartes’in tespitleri yadsınamaz zira bu bilimin kaynağı Descartes’tir. Aslında modern bilime göre Descartes’i değerlendirip onu doğru bulmak totolojik bir muhakeme faaliyeti olmaktan öteye gitmeyecektir.

Bunun için yazının baş kısımlarında belirttiğimiz bir hususa ilişkin sagîr bir işaret ile yazıyı hitama erdiriyoruz. İnsanlık bugün geldiği noktada ispat edilebilir bilgilerin doğruluğunu –belki biraz da Descartes’in yardımı ile– kabul etmektedir. Peki, olur da bir gün insanlık müellifin yaptığı gibi “gayri kabil-i ispat bilgiler”e rağbet ederse netice ne olur? Arz ettiğimiz üzere Descartes’inki bir varsayımdır. Kendini düşünebilme referansı ile var kabul eder ve sistemini bunun üzerine inşaa eder. Olur da bir gün bir cins kafa varlığı “gayri kabil-i ispat” bilgi kaynakları referansıyla varsayarsa ve bu varsayım da kabul görürse… Yani Kant’ın aklı tenkit etmek sureti ile kuyuya attığı taşı birileri çıkarmaya çalışırlarsa, modern paradigma iflas eder mi? “Dinleyen söyleyenden arif gerek” darb-ı meseli mucibince kârînin irfanına güvenerek burası da böyle muğlak bırakılacaktır.*

Vesselam…

*Yazının son cümlesi 5. Paragrafından alınmıştır.

 

Yazar Hakkında

Erdem Umudum

Erdem Umudum

91 senesinde doğdu. Öğretmen lisesini bitirdi, hukuk tahsilini tamamladı. Sorulara olan merakı cevaplara olan iştiyakını azalttı. "Herkes koşar zıplar, bizimki yürüyemez..."

 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

Online dergiler Online dergiler