Geçmişim 'Şahit'

Kemal Gökkaya tarafından yazıldı. Aktif .

İş hayatına atıldığımda sekiz yaşımdaydım. İlkokula başlamadan birkaç ay evvel, yani yaz aylarında arkadaşım Şahit’in fişeklemesiyle, pazarda su satıyorduk. 1996 yılının Temmuz aylarında, İstanbul’un varoş semt pazarlarında yankılanan ve yıllar boyu devam eden, ‘‘Buuuz gibi soğuk sudan içeeen…’’ sloganının mucitleri ben ve Şahit’tik. Hala daha gözüme çarpar o termos sürahiler, dışı mavi kaplı, biraz genişçe olurlar. Evin musluğundan suyu doldurur, içine Şahit’lerin derin dondurucudan birkaç parça buz atar, bir de küflenmeye yüz tutmuş sunta mutfak tezgâhlarından bir cam bardak çalıp, Cuma günleri sabah erkenden çıkardık pazara. Bu gün dünyanın her yerinde, bütün yüksekokullarda, Ticaret, Pazarlama ve İşletme üzerine dersler veriliyor, kürsüler kuruluyor, kongreler, seminerler düzenleniyor. İnanın bana sayın okuyucu,  dünya ticaretinin merkezi, mutfağı işte bu varoş semt pazarlarıdır. Sekiz yaşımda bunu kavrayacak zekâya sahip değildim belki ama az evvelki sorgumdan sonra bunun ne demek olduğunu daha iyi anladım. Bu gün sekizli yaşlarda bir evlat sahibiyseniz, ona bir kasa limon alın ve pazarda satıp para kazanmasını öğretin. Ama inşallah sizin evlatlarınızın sonu Şahit gibi olmaz. Ya da yıllar sonra, en iyi çocukluk arkadaşıyla bu şekilde karşılaşmaz…

Yedi yaşıma geldiğimde okuma yazmayı kendime kendime sökmüştüm. Rahmetli babam, akşamları geçmiş günlere ait gazeteleri alır, beni yanına oturtur, harfleri öğretirdi. Sonra rakamları öğrendim. En son da, Beşiktaş’ın ilk on birini ezberletmişti bana. Teknik Direktör Daum. Kalede Fevzi. Defansta Recep, Alpay, Johnsen, Mutlu. Orta sahada, Rıza, Şifo, Sergen, Metin. Forvette, Oktay Derelioğlu ve Ertuğrul Sağlam. Beşiktaş’ın maçının olmadığı akşamlar bu şekilde ders çalışırdık. Yaşıtlarımın okula yazıldığı o dönem, annem beni okula vermemişti. ‘‘Daha çok küçük, çok zayıf. Okulda ezilir, dayak yer, soğuk havalarda gidip gelemez. Bir sene daha büyüsün’’ demişti. Oysa ben, yaşıtlarımın resim bile çizemediği o günlerde, gazetelerin verdiği kuponları biriktirip, İngilizce dergiler alıyor ve çat pat bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bu durum bana çok koymadı. 95 yılının kışını, evimizin camından, tüten bacaları izleyerek geçirdim. Doğalgazın icat olmadığı, olduysa bile bizim oralara daha uğramadığı, kömür sobalarının yakıldığı o günler…Yine de 96 yılının güz ayları bir çırpıda gelmişti…

En yakın arkadaşım Şahit. ‘Şahit’in kelime anlamını bilmediğimiz o dönemlerde, onun adı bize hep tuhaf gelirdi. Fiziğini atalarından almış olmalı ki, içimizdeki en iri çocuk oydu. Mahalle maçlarının vazgeçilmez kalecisiydi. Futboldan pek anlamazdı ama biz onu her an çıkabilecek kavgaya karşı fedai olarak yanımızda bulunduruyorduk. Şahit’in büyük dedeleri, tarihi Kırkpınar güreşlerinin azılı şampiyonlarındanmış. Amcası Tahir, kahvenin önüne her kurulduğunda, bu hikâyeleri anlatırdı. Sonra da konu Şahit’in adının nereden geldiğine uzanırdı. Biz de oturur dinlerdik. Şahit’in dedesinin babası olan Abdülhamid, yaşı ilerlediği için güreşleri bırakmış ama o dönemlerde erkek nüfusunun çoğu cephelerde helak olduğu için, güreş müsabakalarına hakemlik edecek insan sayısı da az olduğundan, hakemliğe başlamış. Bir gün Sarı İsmail ve Kabak Mustafa adındaki iki başpehlivan birincilik maçına çıkmışlar. Yaklaşık üç saat süren maçın sonralarına doğru, Sarı İsmail, Kabak Mustafa’yı yere yatırmış. Herkesin ayaklandığı o anlarda, izleyenlerin çoğu Sarı İsmail’in maçı kazandığını zannetmiş. Galeyana gelen izleyicilerin sesleri arasında hakem Abdülhamid de, maçı bitirmiş ve Sarı İsmail’i şampiyon ilan etmiş. ‘Ben şahidim, sırtı yere değdi.’ Demiş.  Büyük tartışmaların çıktığı o maçta, Kabak Mustafa hakem Abdülhamid’in yanına yaklaşıp; ‘’Senin yapacağın şahitliğin geçmişini si……..m’’ deyince, 65 yaşındaki ihtiyar hakem, tek kroşede devirmiş Kabak Mustafa’yı. Genç pehlivan olduğu yere kanlar içinde yığılınca, ortalık tekrardan karışmış. 65 yaşındaki eski başpehlivan Abdülhamid, o gün üç kişiyi yere sermiş. 81 yaşında vefat eden Abdülhamid’in lakabı ‘Şahit’ olarak kalmış ve kendisine 16 yıl boyunca ‘Şahit Efendi’ diye seslenilmiş.

Babadan oğula anlatılan bu hikâye sonrasında da,Şahit’in babası, ilk oğluna bu adı koymaya söz vermiş. Malum bizim Şahit de, etine buduna dolgun bir bebek olarak doğunca tereddüt etmeden adını Şahit koymuşlar. Çocukluğumun en yakını olan Şahit. Gençliğimin unutulmuş hikâyesi olan Şahit. Adamlığımın en büyük düşmanı olan Şahit…

İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim yıl, babam nihayet bir daire alabilmişti. Bu gün nihayet diyorum ama o günlerde ise birazsitemkârdım babama. Doğduğum, büyüdüğüm, ilk aşkımı, ilk kavgamı yaşadığım o sokaktan ayrılacaktım. Arkadaşlarımdan, Şahit’ten, Nefise Teyzeden, köpekleri Paspas’tan, berberimiz Simoviç Ferit abiden, Ertan bakkaldan… Kısacası, çocukluğumu çocukluk yapan bu mahalleden taşınıyorduk. Erikson ve Panasonik’in ilk üreticileri olduğu cep telefonları henüz herkeste yoktu ve mertlik bozulmamıştı. İstesem de eskisi gibi görüşemezdim kimseyle. Henüz minibüslere binip semt semt gezecek kadar cesaretim ve param yoktu o zamanlar. Bu ayrılığı, yollarımızın kesin olarak ayrıldığı bir milat olarak sayıyordum ben. ‘Neşriyat Nakliyat’a ait o büyük kamyonun arka kasasına oturmuş, tüm mahalleliye el sallıyordum. Ağlıyordum ama yiğitliği de elden bırakmıyordum. ‘Üzülmeyin. Yine geleceğim.’ Diyordum. Şahit, kamyonun arkasından koştu ama yetişemedi, nefesi kesilip, dizlerinin üstüne çökmüştü yokuşta. Ağlıyordu. ‘Gelmezsen, seni döverim oğlum.’ Diye bağırmıştı en son. Hiç unutamamıştım o an’ı. Hiç hatırlamak istemeyeceğimi bilmeden…

Çocuksun nihayetinde, üzülüyorsun, ağlıyorsun. İzler bırakıyor bu ayrılıklar içinde. Yine de çocuksun işte, günler geçtikçe unutuyor, yeni oyunlara dalıyor, büyüyor ve yine unutuyorsun. Şairin biri şöyle diyor; ‘İnsanız, ölüme ayarlı saatiz işte…’ ben buna katılmıyorum. Çünkü ‘İnsanız, unutmaya ayarlı saatiz’ bence… Öyle de oldu. Unutmadım belki ama toz kapladı çocukluğumun üstünü. Yeni bir mahalle, yeni arkadaşlar, yeni okullar, ilk sigara, ilk öpüşme derken büyüdüm. Büyüdükçe nasır tuttum. Nasır tuttukça bilendim. Bilendikçe daha çok okudum. Okudukça kendimi buldum. Kendimi buldukça, tekrar kaybettim. Kısır bir döngünün ortasında, babamı kaybettim. Vücudunu saran kanser çok bekletmedi ilk öğretmenimi. Polis okulunu kazandığımı öğrendiğim gün, babamı kaybetmiştim. Bu karmaşanın ne demek olduğunu herkes bilemez sayın okuyucu, burada bana hak vermenizi istiyorum. Bir tarafta hayalini kurduğunuz okulu kazanıyorsunuz, diğer tarafta sizi o okula ilk adımı attıran, canınızın içindeki bir parçayı kaybediyorsunuz. Sanki bir anlaşma imzalamış gibi hissediyordum o yaşlarda kendimi, ‘Babanı verirsen, biz de sana okulu veririz’ gibi düşüncelere kapılmıştım. Dedim ya, insanız, unutmaya ayarlı saatiz işte. Ölümde unutuluyor, en az yaşam kadar, yaşayanlar kadar. Bu ölüm bizi sarssa da, yıkmadı. Daha da güçlendik. Artık sorumluluğumun farkında, bir polis adayıydım. Tek isteğim, o gün yemin töreninde babamın da yanımda olmasıydı. Kafamı gökyüzüne kaldırdım. Baktım. Oradaydı. Güldü. Ben de güldüm ve kepimi ona fırlattım…

İlk görev yerim İzmit’ti. Merkeze bağlı bir mahallede Komiser Yardımcısı rütbesiyle görevime başlamıştım. Mesleği elime alır almaz, sevdiğim kadınla evlenmeye karar vermiştim. Malum, annem yaşlanmıştı, ben işteyken evde yalnız kalıyordu. Okuldayken tanıştığım, anaokulu öğretmeni Melike’yle evlenmiştik. Çok seviyorduk birbirimizi. Babamın yokluğunda benim tek dayanağım o olmuştu. Benim karım olduğu kadar, annemin de bir kızıydı artık. Mutluyduk. Küçük yuvamızda, huzurlu bir yaşantımız vardı. O bana dünyanın en güzel hediyesini vermişti. Oğlumuz doğduğunda ona babamın adını vermiştik; ‘Yiğit Cemil’

Önce şark görevimi yapmaya Diyarbakır’a gittik. Yiğit Cemil,ilkokulu orada okumuştu. Daha sonra İzmir’e tayinim çıktığında, Komiserlik sınavını kazanmıştım. Bornova Polis Okulunda derslere giriyordum. Yeni polis adaylarının eğitiminde benim de emeğim vardı artık. Polis olmaktan çok, bir eğitici olmak, birilerine bir şeyler öğretmek bana babamdan kalan bir mirastı. Oğlum Yiğit Cemil’i de Anadolu Öğretmen Lisesinde okumaya ikna etmiştim. Zor olsa da beni kırmamıştı. Belki bu gün hastanede tedavi görüyor olmasaydı, şu an üniversite okuyor olacaktı. Okuduğu liseye uyuşturucu nasıl girdi, Yiğit Cemil gibi aklı başında bir polis oğlu olarak nasıl böyle bir şeye bulaştı hiç bilemedik. Gözümüzün önünde Yiğit gibi bir delikanlının eriyişini izledik. O can çekişti, biz can verdik. Otobanda ezilmiş kedi yavruları gibi paramparça olmuştuk…

Bir gün okul müdüründen acı bir telefon geldi. Ben bir kez hissetmiştim bu acıyı, babamın ölüm haberini aldığım gün. Müdür Bey ‘Amirim, müsterih olun ama acilen okula gelmeniz lazım, Yiğit Cemil’i tuvalette baygın bulduk’ dediği anda, dünya tersine dönmeye başlamış ve bu yarım kürede benim için yılın her günü gece olarak geçmeye başlamıştı. Daha sonra yapılan araştırmalarla, damardan uyuşturucu aldığını öğrendik. Bir polis baba olarak bunun da ne demek olduğunu bilemezsiniz sayın okuyucu. Bilemezsiniz…

Aylar sonra Narkotik şubenin tespitleri ve operasyonuyla bu uyuşturucu örgütünün İzmir ayağı bir bir çözülür olmuştu. Torbacı diye tabir edilen en ufak adamlarıyla başlayan operasyonlar, bir dizi halinde devam ediyordu. Yiğit Cemil’in hastaneye yatırılışının birinci yılı dolmak üzereydi. Narkotik Şubeden bir arkadaşım aramış ve gece büyük bir operasyon olacağını, İzmir’deki ‘Büyük Abi’nin yerinin tespit edildiğini söylemişti. O gece Narkotik Şube Müdürünün yanına gittim ve ona beni de operasyona dahil etmesi için yalvardım. Müdür Bey, bir Başkomiserden çok, yaralı bir baba olduğumu, yapılacak en ufak bir yanlış hareketin bütün teşkilata mal olacağını söyledi, haklıydı da. Kendime hakim olacağımın garantisi yoktu. Olamazdım da, biliyordum kendimi. Ondan tek bir söz istedim, acımı bilen Müdür Bey bu isteğimi kırmadı. Yakalanırsa eğer, sorguya ben de girecektim…

Ve o gece nihayet büyük operasyon bitti, medya canlı yayında bu olayı duyuruyor, uyuşturucu şebekesinin İzmir ayağının çöktüğünü anlatıyorlardı. ‘Büyük Abi’ dedikleri örgütün İzmir sorumlusu da yakalanmıştı, asıl hedef de oydu zaten. Ben, bu güne kadar elimin terlediğini hiç hatırlamam, o gece, o odaya girmeden önce avucumun içinden terler akıyordu. Dizlerim titriyordu. Oğlumu zehirleyen adamın gözlerinin içine bakıp, ‘Neden?’ diye soracaktım. Kendime hâkim olamayacaktım belki de. Müdür bey kapıyı açtı, ‘Gel’ dedi. Adımlarımı atarken, kafamdan geçen deli senaryoları anlatsam kitaplara sığmaz. İlk aklıma gelen, Müdürün belinden silahı bir hışımla alıp, o şerefsizi alnının ortasından vurmaktı. Odaya varıncaya kadar takriben dört saniye geçti, ben o dört saniyede kırk tane senaryo kurdum kafamda. Odaya girdiğim anda, karşımda takım elbiseli, şık görünümlü, yakışıklı, iri yarı bir adam oturuyordu. Bitkindi. Anlamıştı, yolun sonuna geldiğini. Yine de başını öne eğmemişti. Göz göze geldik. Hiçbir şey hissetmiyordum. Düşündüğüm senaryoların hepsi uçup gitmişti kafamdan. Bazen öyle olur, büyük yıkımların nedenleriyle karşılaştığınız da, susarsınız. Çünkü depremlere bir çare olmadığını bilirsiniz. Deprem gelir, yıkar ve geçer… İçeride ben, ‘Büyük Abi’ ve Narkotik Şube Müdürü vardı. Odayı derin bir sessizlik kapladı. O sessizlik bana saatlerceymiş gibi geldi ama saniyeler sonra Müdürün sesiyle bitti. ‘Bu Başkomiser Selçuk. Oğlu, senin adamlarının yüzünden, senin yüzünden uyuşturucuya bulaştı. Çocuk bir senedir tedavi görüyor. Ölümden döndü ama hayattan koptu.’ Dedi. Müdürün konuşmasının bitişiyle, bu şeref yoksunu tacirin suratının ortasına vurduğum tekme senkronize olmuştu. Müdür birden üstüme atladı, beni tutmaya çalıştı. Dışardaki polislerde içeri girdi.

‘Büyük Abi’ dizlerinin üstüne çökmüş, dişinin biri kırılmış, ağzı kanlar içinde, başı öne eğik bir şekilde hıçkırmaya başladı. Müdür, kapıyı açanlara ‘bir şey yok’ dercesine kafasını salladı. Kapıyı kapattılar. ‘Aman oğlum, yakma başımızı, her yer kamera.’ Dedi. İçimden bir şeyler akıyordu. Zaman durmuştu. ‘Büyük Abi’ başını kaldırmış, gözlerimin içine bakıyordu. Ben bu diz çöküşü bir yerden hatırlıyordum. Ben bu bakışları, bu gözyaşlarını hatırlıyordum. Ben meslek hayatım boyunca hiç kurşun yemedim sayın okuyucu. Ama ilk defa ruhuma paslı bir kurşun saplanmıştı. Kanım çekildi. Etlerim lime lime olmuştu. Derin bir nefes almaya çalıştım. Tıkandım, yapamadım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Gözlerimi, gözlerine diktim. Ağlıyordum. O da ağlıyordu. Nefesim kesildi bir kez daha. Son bir dermanla, birkaç kelime çıktı ağzımdan;

‘‘Şahit! Ulan geçmişini si…….m Şahit.’’

Yazar Hakkında

Kemal Gökkaya

Kemal Gökkaya

1989 Sinop doğumlu. Uzun sürmüş bir öğrencilik hayatının ardından İşletme Fakültesini bitirdi. Ele güne karşı Denizcilik Fakültesini kazandı, ancak okumadı. Sağlam Galatasaraylı’dır. Ayrıca Sakaryaspor'u da tutar. Öğrencilik yıllarında kız tavlamak için yazdığı şiirler, zamanla keskinleşti; ve önce kendisini kesti, sonra başkalarını kanattı. Postiga Yayınları tarafından neşredilmiş bir şiirsel deneme kitabı bulunmaktadır: MÜSTAH'A(ş)K [2012]. İlerleyen zamanlarda çıkacak olan bir roman ve öykü kitabını aynı anda yazmaya devam ediyor.

Kafa Kâğıdı:    

 

Online dergiler Online dergiler