Eşitler Arasında İkinci Olmaya Zorlanan: Kadın

Hümeyra Levent tarafından yazıldı. Aktif .

 

" Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir ’’  

—Virginia Woolf

Öncelikle, bize verilen alan sınırlı olduğu için çok geniş kapsamlı olan bu konu hakkındaki fikirlerimi yüzeysel bir çerçevede aktarmaya çalışacağım. İtiraf etmek isterim ki, uzun bir süre önce kadını ve onun toplumsal konumunu merkezine alan araştırma alanlarının pek farkında değildim, bireyler için çizilen rolleri sorunsallaştıran ve toplumsal cinsiyet konusunu ele alan kitaplara da gözüm çarpmazdı. Tâ ki, çok değerli bir hocamdan aldığım dersin kafamda şimşekler çaktırmasına kadar…

Son zamanlarda kadından bahsederken başka kavramlar gelip hemen kelimenin yanına ilişiyor ve ona gölge düşürüyor; şiddet, eşitsizlik, ataerki ve daha nicesi.  Bütün bu kavramları sıklıkla işitiyoruz fakat anlamını ve toplumsal alanda meydana getirdiği kırılmayı iyi tahlil edemiyoruz diye düşünüyorum. Aslında biraz araştırdığımız zaman bu kavramların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde birbirine bağlı olduğunu ve neticesinde bir tür ‘zihniyet’ meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Baktığımızda, şiddet ve eşitsizlik, kadına ve erkeğe çizilen toplumsal cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Toplumsal cinsiyet ise elbette biyolojik değil; sonradan edinilen ve içselleştirilen roller olarak ele alınabilir.

Bu noktada kişiliğimizin şekillenmesinde büyük bir payı olan toplumsal çevre ve tabi olduğumuz eğitim sistemi büyük önem kazanıyor. Bilirsiniz, ‘erkek fatma olmak’, ‘kadın gibi ağlamak’ türünden normatif ifadeleri çocukluğumuzdan bu yana masumane bir şekilde kulağımıza fısıldarlar. Bu tür ifadeleri içselleştiren çocuk ise büyüdüğünde ağlamanın kadına ait bir duygu durumu olduğuna inanır; kadına ait, zayıf ve pasif bir hâl.  Her şey zıddıyla kaimdir denir. Ya da bir şey öteki ile birlikte var olur. İşte, kadını edilgen kılan bu türden söylemler de erkeği onun karşısında doğrudan etken, güçlü bir konuma yerleştiriyor. Birisi öteki oluyor, öznenin yanındaki nesne olmaya mecbur ediliyor. Ve öteki olan taraf hep kadın oluyor. Sonucunda ise kurgulanmış şu manzaraya şahit oluyoruz; güçlü olan zayıf olanı ezer, özne nesneye hükmeder.

Bir süre sonra şiddet, hukuki ve siyasi yapılar üzerine inşa ediliyor ve kurumsallaşıyor. Diğer taraftan kamusal alan ile özel alanın ayrımı ne yazık ki şiddetin kapalı kapılar ardında kalmasına ve meşru gösterilmesine sebep oluyor.  Kadın hakları, feminizm, eşitlik gibi kavramların gündeme getirilmesi birilerini rahatsız ediyor. Bu alanlara dair toplumsal algı ‘erkek düşmanı kadınlar’ şeklinde seyrediyor. Farklı ideolojileri benimseyen bireyler arasında bile ‘kadının ikincil konumu’ söz konusu olunca bir uzlaşma sağlanıyor. Mevcut olan bu ‘ikincil konum’ zaman içinde bir farklılık göstermiyor, sadece şekil değiştiriyor fakat aynı içerikle önümüze sunuluyor. Türkiye’nin tarihsel sürecine göz attığımızda, bu konum kürsülerdeki siyasetçilerin söylemlerinde, sayfaların arasında, yazarların kalemlerinde yeniden üretiliyor. Kadın, çocuk yetiştirmekle mükellef kutsal (!) bir anne, savaş bittikten sonra özel alana/eve dönmesi gereken bir yardımcı, modaya uymasını ve muhakkak güzel olmasını zihinlere empoze eden kapitalizmin hedef tahtası olarak araçsallaştırılıyor.

Son yıllarda korkunç bir artış gösteren kadın cinayetleri, özelde aile içinde genelde ise sokakta karşılaşılan eşitsizlikler bir an için sosyal bilimcileri harekete geçiriyor fakat sunulan çözümlerin pratikte bir karşılığı olmuyor. Ataerkil sistemi besleyenler mücadele yollarını tıkamaya çalışsa da kadın, sadece ‘kadın’ olarak, ‘insan’ olarak, öteki değil ‘eşit ve farklı’ bir birey olarak mücadelesine devam ediyor. Akademisyenlere, hukukçulara ve elbette biz kadınlara bu süreçte çok iş düşüyor, düşmeli de. Zira inşa edilen bu adaletsiz yapı iyileştirilemezse senede tek bir gün kadınların hatırlanmasıyla bahar gelmeyecek ve gelecek nesillerin ataerkil sisteme entegre olmalarını engellemekte güçlük çekeceğiz.

 

Yazar Hakkında

Hümeyra Levent

Hümeyra Levent

1990 yılının eylül ayında, İstanbul’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra, iki sene Marmara Üniversitesi’nde okudu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenim görmeye başladı ve hâlâ burada öğrenci. Büyük şehrin uğultusundan kaçmak için çocukluğundan beri kitapları ve kâğıtları kendine sığınak belliyor. ‘Görünürdeki hayatı bundan ibaret’.

 

 

Kafa Kâğıdı:     

Online dergiler Online dergiler