İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BİR İSTANBUL MASALI(!)

Ben İstanbul’ u gördüm, ondan başka da metropol kelimesine yakıştırılan bir şehir görmedim.

 

İstanbul metropol bir yerse metropoller İstanbul gibi mi?

Bilmediğim şehirlerde kaybolmak hoşuma gider. Tanımadığım insanlarla konuşmayı severim. Tarif edilen altı farklı yolun altısından hangisinin doğru olduğunu bulmak, gideceğim yere varmak; benim işim. Eğlencelidir. Yine de her defasında bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrenmek, zamanın kaldırabileceği bir yük değil.

***

Arabaların yollarda bitmeyen savrulmaları Zeno’ nun paradoksuna taş çıkaracak cinsten. Her saniye gittiğiniz yolun yarısını alarak gideceğiniz yere varmak büyük bir başarı. Akşam randevunuz varsa kuşluk vakti yola koyulmalısınız; dönüşü hesaba katıp sizi matematiksel çıkmazlara sokmuyorum bile.

Gezdiğiniz yerler hakkında, haberlerde her an bir olay duyabilirsiniz. Ya bombalar kurulmuştur yürüdüğünüz kaldırımlarda, ya gereksiz gruplar gereksiz isyanlarını dile getirmiştir eğlendiğiniz sokaklarda. Vitrin camları taşlanmış, yerdeki taşlar sökülmüş, gaz bombaları atılmış ve insanlar coplanmıştır; muhakkak. Türlü kazalarda trafik arapsaçına dönmüş, bir yerler elbette kana bulanmıştır.

İstanbul büyük şehir; onunla başa çıkmak mümkün değil. Evinizde bile rahat bırakmaz ki… Belli dönemlerde suyunuz kesilir, belli dönemlerde kafanız: çöpler sadece atıklar için değildir; cesetlere de yer vardır, kesik kollara, bacaklara…

Gecenin bir vakti burnunuza sıkılan sprey dolayısıyla siz duymadan paranız da aşırılır, kapıdaki arabanız da. Camlara parmaklık, kapıya birkaç kilit boynunuzun borcu; aman arabalar da dışarıda kalmasın.

Tüm bu olumsuzluklarla baş edebildikten sonra Kızkulesi manzarasıyla sizi büyüler. Ortaköy’ de denizi izleyerek kumpirinizi yiyebilir, çayınızı içebilirsiniz. Taksim’ de tramvay sesi eşliğinde, o nostalji havasında pasajları gezebilirsiniz. Sultanahmet, Eyüp ve daha birçok yer birer lütuftur, o gün içinde hayatta kalma çabanızın birer armağanıdır. Eğer yollarınız bu hoşluklarla kesişmiyorsa ne kadar zavallı bir durum ki sadece metropol hezeyanları kalır elinizde. Tabi yine de muhteşem bir şehirde yaşamanızla avutabilirsiniz kendinizi.

***

İstanbul birkaç günlük hevestir, eğlenilecek bir şehirdir. “ev”lenmek, hayatınızı ona adamak istiyorsanız İstanbul aşkı gözünüzü kör etmiştir. Gözleriniz İstanbul aşkıyla kör olduysa, onu sonsuza kadar gözleriniz kapalı dinleyebilirsiniz.

Ve -bence- dinlerken kulaklarınızı da tıkamalısınız.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

DUYGU RAPSODİSİ

Duygular âlemi geniş topraklarda kurulmuş içsel bir yapıdır. Orda bin bir çeşit duygu yaşar:

En azgın huylara sahip, elinden koca bir balyozu hiç düşürmeyen, iri azı dişleri ve uzun, kirli tüyleri olan tıfıl öfke;

Kokuşmuş nefesli, uzun siyah saçlı ve kırık tırnakları olan nefret;

Yeni doğmuş bebeğin yumuk ellerine, renkli kelebek kanatlarına ve ömrüne sahip, hızlı hareket eden mutluluk;

Yaratılışının çocukluğundan kurtulamamış, pembe şekerleri çok seven, asla çiçek kokulu parfümlerinden vazgeçmeyen, dağınık yaşam süren aşk;

Buruşuk yüzlü, diğerleri tarafından keşkelerle tanımlanan, yaşlı, her zaman çok düşünceli pişmanlık

Ve bunların türevleri, yandaşları, karşıtları:

AcımaArzuBunalımCoşkuDehşetDüşmanlıkEndişeGururHiddetHayretHüsranIstırapKıskançlıkKederÜzüntüKinKorkuMerakMerhametMinnetSaygıSuçlulukŞefkatUmutUmutsuzlukUtanmaÜzüntüZindelik…

Duygular âleminin yönetiminde süreklilik yoktur. İdare babadan oğula geçebilir. Zaman zaman öne itilen halk kahramanı başa getirilebilir. Kara orduların yönetime el atabileceği gibi beyaz kanatlı bir grup da ihtilal yaparak manifestosunu verebilir. Çoğu zaman kanlı bıçaklı savaşlar, isyanlar verilir taht kavgalarında. Kimi zamansa sükût içinde teslim edilir hâkimiyet. Türlü akıl oyunlarıyla başa gelenler de yerel tarihleri içerisinde görülmüştür.

Tüm bu çeşitlilikte demokrasi yer bulamaz kendine. Duygular âleminde demokrasi yoktur. Hiçbir kudret cumhuriyet getiremez topraklarına. Kim karar verebilir ki hangi duygu yönetiminin üstün olduğuna? Kim sevgiyi nefrete tercih eder? Ya da kim gururu aşka? Duyguların haklarında karar verilemez. Onlar için sadece eylem vardır. Kafalarına göre düşünmeden, davranırlar. Bu yüzden ya adları eskilerde kalmış yönetim biçimleri hüküm sürer ya da anarşiye teslim olur tüm duygu boşlukları bu topraklarda.

Tahtı ele geçiren ana duygu tüm diğer duygulara boyun eğdirir, kendilerini unutturur, bedel ödettirir hepsine;

Karanlık bir perde iner yukarılardan, aydınlık gizlenir gölgelerin arkasına, karamsarlık çöker tahta…

Yağmur başlar, ağıtlar yakılır, boş bir kayık salınır denize, anlaşılır ki üzüntü başta…

Ateşler harlanır, her yer kızıla döner, önde olur hırs giriştiği her savaşta...

Tüm renkler dile gelir, her hece bilmecelerde erir, tüm topraklar merakta…

 

Baştakinin ne kadar egemenlik süreceği ancak bastırılmış duyguların ne zaman isyan edeceğine bağlıdır... Birkaç an sonrasında da tahttaki alaşağı edilebilir, birkaç asır sonra da. İsyanların vereceği tahrip iktidarın hangi duygu olacağından daha ürkütücüdür aslında. Duygusal boşluklar bitmeyen anarşiye teslim olabilir. Savunmasız kalır tüm âlem, yıkımlar başlar gizliden gizliye. Kısa süreli marjinal değişimler yaşandığından duygusuzlaşır her şey. Safkanlık zamanla yok olur, duygular bile göç eder, yapıları değişir hatta ölürler zamanla.

Duygular davranışlar bir yana dursun düşüncelerden bile daha baskındırlar. Âlemlerinde her ne yaşanırsa etkilerler bizi de. Ne hissedeceğimizi onların içişleri belirler. Başta korku varsa sineriz köşemize, coşku varsa yerimizde duramayız, merhamet varsa neyimiz varsa veririz ezilmişe... Asla biz karar veremeyiz hangi durumda ne hissedeceğimizi.

“D” ile başlayan şeylerin en akışkanları, en şaşmışları, en kararsızlarıdır duygular. Asla son bulmaz dönüşümleri. Asla bastırılamaz, asla yok edilemezler. Tabi biz yokolmadığımız sürece…

Sonumuz gelene kadar onların da hikâyelerinin sonu yoktur. Zaten kim ister ki bu değişimlerin son bulmasını… Aslolan hissedilen duygunun hangisi olduğunu bilmektir, bazen hiç kolay olmasa da...

Ne hissettiğimizi anlayabilmek ümidiyle.

Hilal Yaslı

 

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları                  

ON İKİYE BEŞ KALA

Beyaz dokusuyla bu saf rüyada,

Mesteyledi Anadolu her cenahında.

Geçenlerde şöyle ufaktan dolaştım Anadolu içlerini. O nazenin gelinlik, hafif ve hoş edasıyla örtmüş ki her karışını al bayrağımın tarif edilemez; yaşanır ancak. Öylesine temiz öylesine saf ki... Geçilen her yamaçtan sonra insanın durup öylece dalası geliyor eşsiz manzaraya.

Yolculuk, aynîyle yenilik demektir. Yeni nefesler, yeni yüzler; yeniden huzur, yeniden hayattır yani. Aşk da insan da yollarda hayat bulur; bazen küçük bir adanın uzak köşesinde, bazen kızıl günbatımlarında sarıp sarmalar sizi.

Al başını git bu şehirden, insan kaynayan caddelerinden ufukta bir çizgi gibi beliren dağlara, rüzgarın iyot kokularını taşıdığı denizlere. Koşmak, haykırmak ve ağlamak, kimse görmeden yalnızca, umarsızca... “Bir an-ı ebedî, lâkin şimdilik geçici” tadında...

Bir yanımdan sıra sıra akan dağlar ve öbür yanımda kaskatı kesilmiş göllerin arasında,  ben de bırakıveriyorum kendimi hayatın yaşam dolu kollarına. Git gidebildiğin yere kadar, sorgu yok sual yok... Bir de tutturabilirsem eğer güzel bir 'Sezen havası';

Dostlar seyrelmiş, beyhude lafla vakit dolmakta

Avare oldum, serseri oldum terk-i diyarda”

Uzayıp giden yollar bitiverirken bu duygularla, güneşle beraber varıyoruz mahal-i maksuda.

Şubata müebbet kapamışken gözlerimi dünyaya

Dirildim, kasabalarında yeniden doğuş iniltilerini duyunca

Sessiz, soğuk kaldırımlarda sayarken adımlarımı

''Hey!'' dedi yaşlı bir adam, sırtı yamalı

Sağolsun buyur etti amcam usul usul tüten bacanın altına. Bir sıcak çay verdi; esirgemedi nasihatı.

Kasabanın küçüklüğü Anadolu kültürüyle birleşince çok cana yakın bir tablo oluşuveriyor. İnsanların misafirperverliklerine diyecek yok.

Hiç tanımadığı insanlardan böylesi yakınlık görmek, birlikte hemhal etmek hoşuna da gitmiyor değil insanın.

Aranızda kırk yaş da olsa ne kadar çok ortak noktanız olduğunu anlıyorsunuz. Millet olmanın farkına varıyorsunuz bir bakıma. Sevindiklerinizin de üzüldüklerinizin de aynı şeyler olması kalplerinizi birbirine bağlıyor.

Çayımı bitirdikten sonra müsaade isteyip kalkıyorum. Etrafı keşfetmeye devam ediyorum. 'Asayiş ber-kemal'. Hava güneşli olmasına rağmen hafif soğuk. Dükkanlarının önündeki karı temizlemekle meşgul kasaba esnafı.

Soğuğa aldırmayıp güneşlenen insanları selamlıyorum, herbirinin yüzünde bir tebessüm. Karşımdan genç bir çift geliyor, onlar da güneşin tadını çıkaranlardan. Yaşlı bir teyze bakkaldan çıkıyor elinde birkaç poşetle.

Metropollerde parayla satın alınmaya çalışılan rahatlık, burada sokaklara saçılmış durumda. Azıcık iz'an, feraset sahibi olan anlar ki bu ülke bir baharı hakediyor ve bu ülkeye bir bahar geliyor.

 

Agah Çetinkaya

 

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları 

         

  

3.ŞAHIS AYRILIK

Kaybetme korkusu yerleşmişken içime aniden kapımı çalacağını biliyordum işte. Ne ağlamaklı sesim ne de bu korkuyla tuz buz olan kalbim durdurabilecekti onu.

Kafasına koyuvermişti ya bir kere tanrı misafiri olacaktı illa hiç sormadan hayatıma. Beklenmedik bir anda hiç haberim yokken o soğuk elleriyle tıklatacaktı kapımı sevimsiz ayrılık…

Ben ondan kaçmaya çalıştıkça o beni bir kedinin kuyruğunu kovaladığı gibi hem takip ediyor hem de o karanlık oyunlarını üzerimde oynuyordu bir bir. Ne kadar yalvarsam da Allah’a, gelecekti gözü dönmüştü ya artık er ya da geç bulacaktı beni.

Ne haldeyim sormadan, dinlemeden, düşünmeden kıracaktı kalemimi acımasızca. Geleceğini biliyordum işte. Beni benden alan sevgim bile dur diyemiyordu dese de her yer arazi bomboş ıssız ne bir ses ne de sorularıma bir cevap yoktu, yoktu işte. Olan çarelerin içinde çaresizlik bükmüşken belimi hiçbir şey yokmuş gibi deve kuşu misali başımı gömüp toprağa görmeyecek beni teğet geçecek diye bir umut bekleyişlerim sürüyordu. Ama her şey boş. Son gün bu gün gerçekle yüzleşme vakti çoktan gelmişti ama görmemek için direnişlerim sürse de nafile ensemdeydi nefesi. Bu meret bulaşmıştı bir kere bana istemeden de olsa. Artık onunla tek ortak noktamız aşk değil ayrılık olacaktı.  

Gözyaşlarım onun kaskatı hayallerini eritememişti sıcaklığıyla. Kararı O vermişti banaysa uymak düşüyordu sus pus olup buna. Sessizce git diyordu hayatımdan. Bu gün sonların sonu diye bağırırken” kes sesini” diyen bakışlarıyla gölgeliyordu söylenmeyen cümlelerimi. Hani karşılıklıydı bu sevgide her şey. Yalan mıydı yani? Benim yıllara sığdıramadığım koca bir yalan. Ne yapsam ne desem durulmuyordu. Yüreğim ona aşk diye bağlanıp tutulmuşken bütün bu olanlara bir anlam veremiyordu ne aklım ne de kalbim. Anladım ki gitmeliydim yerim yoktu artık bu sahnede perdeler kapanmıştı bile.

Bana çekip gitmek düşüyordu bir daha doğrulmayacak başımla buruk selamımı verirken. Çünkü artık saat sonların sonuna vuruyordu gitmeliydim. Nitekim öyle oldu kapının önünde yüreğim dış mandal misali göz ardı edilirken kalacak gücüm de tahammülüm de yoktu. Gitmeliydim nitekim sonuç öyle oldu.

Son buldu her şey bütün emeklerim hoyratça saçılmıştı etrafa onun için gitmeliydim. Ve sonun da sonlar da son buldu. Gitmeliydim nitekim sonuç öyle oldu.

                                                          Nermin Uyan    

Paylaş


     Nermin Uyan'ın Eski Yazıları                                        

YOKTAN VAR, VARDAN YOK OLMAK

Bahar geldi yine buralara… Hava, su ve toprak anne karnındaki bebek gibi en hızlı ve gözlenebilir değişimlerin, dönüşümlerin içinde. Daha da ileri gidecek olursam en belirgin yaratılmalarını yaşıyor yeryüzü, her bahar olduğu gibi… Yoktan var olmanın, vardan yok olmanın en kaba simülasyonunu izliyoruz, fark etmeden.

…altı günde gökleri ve yeri yaratan … Allah'tır.”  Peki yaratma fiili sadece yerlerin ve göklerin var olmasıyla son mu bulur ki? Bu faaliyet her an, gözümüzü açıp kapatmamızda geçen süreden bile daha az zamanda gerçekleşiyorsa, yaratanın ihtişamı ve şanı daha görkemli olmaz mı?

Televizyonda görüntü oluşumu “her an yeniden baştan aşağı, her zerremize kadar oluşumu” özetler cinsten. Ekran piksellerden oluşuyor ve her piksel ayrı ışık demetleriyle aydınlatılıyor. Her görüntünün oluşması için aydınlatma işlemi saniyede binlerce kez tekrarlanıyor. Bu şekilde bir akış yakalanıyor. Biz asla bir görüntüden diğerine geçme aşamasındaki ışığın “yokolması” ve “varolması” nı fark etmiyoruz.

Filmlerde her sahne birbirine eklenerek süreklilik yakalanıyor. Çizgi filmlerde bir karaktere bir hareket yaptırabilmek için birçok fotoğraf karesinden faydalanılıyor. Her sahne, her fotoğraf bir öncekinin yok olması, bir sonrakinin var olmasını temsil ediyor. Bu döngüyle hayranlıkla izlediğimiz olay, durum akışı elde ediliyor.

“…Dilerse sizi giderir-yok eder ve yeni bir halk getirir.” Çiçeklerin her bahar açmasını, sonbaharda yaprakların dökülmesini, havada ve toprakta suyun döngüsünü, insanın doğumundan ölümüne uğradığı dönüşüm ve değişimleri, gece ve gündüz oluşumları, mevsimleri… ve daha birçok şeyi o kadar ruhsuz ve ihtişamsız, rutin şeyler olarak öğreniyoruz ki… Duyduğumuzda bizi sarsacak şeylerin hiç bir önemi kalmıyor bizim için. Sanki hepsi kendiliğinden oluyor, sanki biz de yapabilirmişiz gibi aynılarını…

Milattan önce yaşayan Zenon paradokslarıyla bilinir. Bunlardan bir tanesinde bir ok atıyoruz. Diyoruz ki x zamanda y kadar yol aldı. Ancak saniyelerin binlerde biri ( an )  kadar bir zamanda oku gözlemlersek okun hiç yol almadığını göreceğiz. Her anda bir fotoğraf çeksek okun hiç hareket etmediğini görürüz. Ama atılan her okun hareket ettiğini ve hedefe vardığını biliyoruz. Bunu paradoksun tek çözümü : Hareketlerimiz de yoktan var olma- vardan yok olma örnekleridir. Bir zaman- mekanda ölür, diğer zaman- mekanda yeniden diriltiliriz.

“Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak koşuyorlar?” Yer, gök ve arasında kalan tüm yaratılmışlar tüm bunlardan farksız aslında. İlkokul okuyan herkes –hatırlıyorsanız- maddeleri bilir; atomlardan oluşurlar, elektronlar, protonlar, aralarındaki bağlar… gözle görülemeyen ufacık, minicik yapıtaşları. Einstein’ la beraber keşfedildi ki bu zararsız ufak yapılar kendi içlerinde yaramazlar gibi oradan oraya sürekli hareket ediyorlar. Biz onları durağan görüyoruz ama değiller. “kütlesi ve hacmi olan şeyler” olarak tanımladığımız madde özünde E = mc2 formülüyle hesaplanabilen “enerji”dir. Canlı- cansız her şey, evrende bulunan herşey enerjidir. Enerji değişir ve dönüşür.  İronik olansa enerjinin madde gibi bir kütlesinin olmamasıdır. Enerji elle tutulur, gözle görülür de değildir. 

“Bir de onlar dediler ki: "Biz bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?” Evrende olan hiç bir şey aslında bulundukları yerlerde durmuyorlar. Evren, kendi içinde sürekli yer değiştiren, yer değiştirirken sürekli bir zaman ve mekânda yok olup, diğer zaman ve mekânda var olan, elle tutulup gözle görülemeyen “yaratılmış”lardan oluşuyor. Evren, her an her yerde tekrar yok edilip yeniden yaratılıyor.

Sanatçılar yapıtlarında içerik mi, edebi yön mü önemli diye tartışırlar hep. Görünüşe göre – göremediğimiz kadarıyla- yaradan yarattıklarında, ilahi kitabında, evren kitabında yaptıklarını o kadar ince işlemiş, o kadar zevkimize uygun süslemiş ki kör oluyoruz, göremiyoruz ötesini.

Çiçeklerin kokularına, renklerine vurulup, yağmurun hoşluğuna bakıp, akıp giden her şeyin ahengine kapılıp düşünemiyoruz arkasındaki daha ilginç, şaşırtıcı, kendilerine hayran bırakan gerçekleri.

Ve belki de, tam da her parçamızın kaderine yazılan “ yoktan var olma” alışkanlığındandır her şeyden çabuk sıkılmamız. Belki de bundandır sürekli tatil arayışlarımız, mekan değiştirmelerimiz, sürekli yenilenmeye aşık oluşumuz. Doğarken büyümeye, büyürken yaşlanmaya, ölüme yazılı oluşumuz…

Her an, her yerde yaratılmanın hazzına, ötesinde bilincine varmaktır boynumuzun borcu. Yaratılmanın kitapta yazılmış, olmuş bitmiş bir olgu, bir kelam olmadığını bilerek yaşamaktır borcu ödemenin yolu. “Allah katında bilinen vaktin gününe kadar...”

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

 

TÜRKİYE MUHAFAZAKÂR BİR YÖNE Mİ GİDİYOR?

Muhafazakâr kavramı 20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren bir kabuk değiştirme sürecine girdi. Daha öncesinde muhafazakârlık "muataasıp" ile benzeşirken artık muhafazakârlık da çağın ritmine göre bir şekil almıştır.

Hızla küreselleşen dünyada kültürler ortak noktalarda buluşuyor. Artık insanlar "medeniyetler çatışması" tezlerine beş para ehemmiyet vermiyorlar. Zira hepimiz aynı gezegende yaşıyoruz. Bu gezegenin herhangi bir yerindeki çatışma ya şimdi ya da bir süre sonra ucu bize dokunacak süreci de başlatıyor. Bu nedenle "kuyruğu dik" şekildeki bir duruşun 21.yüzyılda alay konusu olduğu son derece açıktır."Çok kültürlü yaşam" kavramı henüz yeni olsa da çağını kavrayan her insanın gerçekleşmesini beklediği bir hayaldir aslında...

21.yüzyılda muhafazakârlık denen kavram hızlı bir dönüşüme giriyor. Muhafazakârlık da "olduğu gibi muhafaza etmek" dışına çıkarak "kendi kültür özlerini bağlı kalarak dünyayı anlama" eksenine oturmuştur. Zira önceleri sıkıyönetim ilan ederek insanlar engellenirken artık internet siteleri engellenir oldu. Facebook, twitter v.b iletişim araçları dünyadaki tüm iletişim algılarını yıkmıştır. Arkadaşınızın kulağına fısıldadığınız bir cümlenin ses kaydı artık video sitelerine düşebilir. Bu denli açık bir ortamda "muhafaza etmek" pek kolay olmasa gerek...

Türkiye de bu küreselleşmenin doğal sonucu olarak kendine göre bir değişime uğruyor. Kimi kesimler tarafından uzun kredili destekler gelirken, kimi kesimler de "endişeli" bir tutum alıyorlar.(Endişeli olma kavramı da ayrı bir yazı konusu).Şu açık ki yukarıda çizdiğimiz şartların artık 1930'lardan kalma ittihatçı mantığı çöpe kaldıracağı açıktır. İnsanlara çeşit çeşit etiketler yapıştırarak bir nevi "karşıdakinin tepkisinden beslenen" bir anlayış artık çatırdama sürecine giriyor. Bu çatırdama süreci Türkiye'nin kuruluş yıllarından beri ötekileştirilen muhafazakârlara da ayrı bir cesaret vermektedir. Aslında süreç şu cümleden ibaret."Türkiye muhafazakârlaşmıyor muhafazakârlar dışarıya çıkıyor ve dünyaya adapte oluyor.".Türk medyası tarafından oluşturan çeşitli balon gündemler("Malezya mı olacağız","şah öncesi İran şah sonrası İran")her ne kadar toplumun muhafazakârlaştığı söylese de literatür ve bağımsız gözlemler bunu yalanlıyor. Ülkenin üzerindeki görünmez demir(derin) perdeler kalktıkça insanlar sokağa çıkıyor ve kendilerini ifade etme şansı bulabiliyorlar. Bu ifade etme şansını kendine karşı bir cephe almak olarak görmek komik bir paranoyadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri şu veya bu sebeple imtiyaz elde etmiş olanlar yıllardır alternatif oluşumları çeşitli vesilelerle yaftalayarak engellemeye çalıştılar fakat yıl 2011 olunca bu tür şeyler artık sökmüyor.

"Aynı anda hem eşit hem farklı olmak" olgusu gündeme ne zaman gelse "endişeli modern" tayfadan sürüyle bir uğultu yükseliyor.Herkesi bir kalıptan geçirerek fabrikadan çıkarmaya alışkın "1930 modernleri" açık dünya'nın taleplerine karşı kafasını kuma sokan devekuşu moduna giriyor.Gözünü kapayanın sadece kendine gece yaptığı aşikârdır. Tek tipleştirilmiş tüm kesimler artık taleplerini daha rahat bir şekilde dile getirebilmektedir. Bu da sistem "muhafızları" için büyük bir "endişe" kaynağı oluyor.

Toplumumuzda örneğini de gördüğümüz üzere çağa ayak uyduranlar kendini "modern" olarak adlandıranlardan çok muhafazakârlardır. Zira "modern, çağdaş" gibi kelimeler 19.yüzyıl ve 20.yüzyılın ilk yarılarına kadar "pozitivist" bir düz mantığı ifade etse de arık modern kavramı çok farklı bir içeriğe bürünmüştür. Çağının getirdiği insan hakları, demokrasi v.b talepleri doğru anlayanlara ancak çağını anlama manasındaki "çağdaş" kullanılabilir. Yoksa kendince doğmalar üretip bunu "çağdaşlık" diye pazarlamak akıl karı değildir. Belki 1930'lar için öyle söylenebilirdi fakat takvimlerimiz 2011 yılında olduğumuzu bize hatırlatıyor.

"Endişeli" olma psikolojisinin altında derin bir "çok kültürlülük düşmanlığı" yatmaktadır. Yukarıda da "aynı anda hem eşit hem farklı" olarak ifade ettiğimiz durum istesek de istemesek de sürükleneceğimiz durumdur. Tıpkı küreselleşmeye sürüklendiğimiz gibi...

 

Ömer Kaya


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler