İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

KOCANDIR DÖVER DE SEVER DE

İnsan Hakları İzleme Örgütü, "Kocandır, Döver De Sever De': Türkiye'de Aile İçi Şiddet ve Korumaya Erişim" başlıklı bir rapor yayınladı. 4 Mayıs 2011 de yayınlanan bu rapor neticesinde, Türkiye'de, tecavüzden, bıçaklamaya, hamileyken karın bölgesine tekmeden, köpek ve başka hayvanlarla bir odaya kapatmaya kadar şiddetin çok çeşitli yönlerine maruz kalan kadın ve kız çocukların, yasadaki eksiklikler ve uygulamadaki sorunlar nedeniyle, hayat kurtaran koruma tedbirlerinden faydalanamadığı tespit edildi.

Gauri Van Gulik, Emma Sinclair-Webb ve Mor Çatı’dan avukat Esra Erbaş’ın sunduğu rapor oluşturulurken Türkiye’nin dört bir yanından yaşları 14-65 arasında değişen şiddet mağdurlarıyla yapılan görüşmeler arasında S. T. İle yapılan görüşme, Türkiye’de kadınların maruz kaldığı şiddetiaçıkça gözler önüne seriyor:

S.T., 22 yaşında beşinci çocuğuna hamile, Diyarbakır’da doğmuş. Babası öldüğünde ise İzmir’de bir devlet yurduna yerleştirilmiş.

2000 yılında, 12 yaşındayken ailesi S.T. ‘yi görücü usulüyle evlendirmiş. İstememesine rağmen kocası S.T.’yi Diyarbakır’a geri götürmüş ve evliliğinin ilk yıllarında daha ilk çocuğuna hamileyken karnını tekmeleyerek onu damdan atmış. Bebek kurtulmuş fakat S.T. bebeğin beyninde hasar oluştuğunu beyan etmiş. Kocası tarafından şiddet görmeye devam ederken nihayet 2008 yılında, kocası kafatasını ve kolunu kırdıktan sonra, polise gitmiş. Polis kocasını karakola getirip ikisine de yemek yedirdikten sonra S.T.’ye “Biz kocanla konuştuk, bir problem yok, yine berabersiniz” diyerek eve yollamış ve S.T. ikinci defa kocasının başına taşla vurması nedeniyle karakola gittiğinde polisler kocasına geri dönmesini söylemişler.2009 yılına gelindiğinde kocası S.T.’yi bir odada kilit altında tutuyor ve her gün dövüyormuş. Kaçıp da polise üçüncü kez gittiğinde, polis kocasını çağırmış ve kocasının özür dilemesinin üzerine polis ikisini tekrar eve göndermiş. 2010 yılında bir gece kocası arkadaşlarıyla eve gelip de S. T’yi onlara “ikram etmeye” kalkıştığında S. T. Kaçmak için çatıdan atlayıp dördüncü kez polise gitmiş. Kocası S.T’nin yalan söylediğini iddia edince polisler adama inanarak S.T.’ye “Kocanla git ve onunla kal” demişler.

Ve sonunda S.T. Gizlice aile mahkemesine gitmiş; ancak korktuğu için resmi şikâyette bulunamayacağını savcıya beyan etmesi üzerine Mahkeme tarafından re’sen koruma kararı çıkartılmış. Bu karar, S.T’nin kocasına evden uzaklaşma ve geri durma tedbiri koyarak nafaka ödemesini hükmetmesine rağmen kocası ne evden ayrılmış ne de nafaka ödemiş hatta S.T. mahkeme kararıyla iki ay bir gün sığınakta kaldıktan sonra polis kocasına S.T.’nin yerini söylemiş ve kocası S.T.’yi alıp yine eve götürmüş. S.T.’nin son durumu bu şiddetin ve ülkemizin bu duruma aldığı tedbirlerin ve bu tedbirlerin yararını açıkça gözler önüne seriyor. Haziran 2010 S.T. hala şiddet görüyor, onunla aynı evde yaşıyor, kocası nadiren çalışıyor, kumar oynuyor, faturaları ödemiyor ve sık sık S.T.’yi ve çocukları dövüyor. S.T. çocukları devlet yurduna gönderemeyecek, kendisi de kaçamayacak kadar korkuyor. Yeşil kartı kocasının bir defasında yaktığı kimlik belgelerinin arasında olduğu için doğum öncesi muayene hizmeti alamıyor, ki uğradığı şiddet sırasında karnına da tekme atıldığı için bu bakım acilen verilmeli. Belediyeye bağlı bir kadın grubu S.T.’nin durumunu izliyor ve ona yardım ediyor; ama S.T. ne kendisi ne de çocukları için bir çıkış yolu olduğuna inanıyor.

Raporda bu ve benzer olaylara ayrıca; Koruma Kanunu’nun uygulanmasındaki eksikliklere, sığınma evlerinin yetersizliğine, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel hukuk bakımından yükümlülüklerine ve bize bu konuda verilen tavsiyelere de değiniliyor. Bu tavsiyelere göre:
1998 yılında yürürlüğe giren 4320 sayılı “Ailenin Korunması Hakkında Kanun” da eksiklikler giderilmeli, kanun boşanmış ve evli olmayan kadınları da kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmeli. Şiddet mağduru söz konusu bu kadınları karakollarda ve aile mahkemelerinde sosyal hizmetlere sevk edebilecek ve koruma talepleriyle ilgilenebilecek uzman personelin çalıştığı birimler oluşturulmalı. Yasaya uygun davranmayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polis memurlarının, savcılarının ve hâkimlerinin şikâyet edilebileceği bir mekanizma, İç işleri Bakanlığı tarafından oluşturulmalıdır.

Hâlihazırda ülkemizde kadınlara karşı var olan bu şiddet olaylarına devletin ve sözde bu bağlamda oluşturulmuş koruma organlarının işleyişindeki eksikliklere ve alınması gereken tedbirlere yer veren bu raporda gözler önüne serilen eksikliklerin giderilmesi için Türkiye adına, 11 Mayıs 2011 tarihinde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu uluslararası bir sözleşmeye imza attı. Kadına yönelik şiddetle mücadele için önleme, koruma, yargılama ve mağdurlara destek yollarını içeren kapsamlı bir yasal çerçeve oluşturan ve hukuki bağlayıcılığı olan, devletin kadına yönelik şiddet konusunda sorumluluktan muaf tutulamayacağını vurgulayan sözleşmenin tam adı:"Avrupa Konseyi Kadına Karşı ve Ev İçi Şiddetle Mücadele ve Bunun Önlenmesi Sözleşmesi" dir. Avrupa’nın en önemli hukuki düzenlemesi olarak kabul edilen bu sözleşmenin müzakereleri üç yıl sürmüştür. Türkiye dâhil on iki ülke tarafından imzalanmıştır. Bu ülkeler: Türkiye, Avusturya, Almanya, Yunanistan, İzlanda, Karadağ, Portekiz, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsveç Slovenya’dır.
İmzalanan bu sözleşme metni "Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi", "Şiddet mağdurlarının korunması", "Suçluların cezalandırılması" ve "Kadına karşı şiddetle mücadele alanında bütüncül, entegre ve koordineli politikaların uygulanması" ilkeleri çerçevesinde hazırlanmıştır.

Pratik uygulamalar öngören ve kadına yönelik şiddetin ortadan kalkmasına somut katkıda bulunma potansiyeli taşıyan bu sözleşme ve daha önce yayınlanmış olan ‘Kocandır döver de sever de’ adlı rapor sayesinde alınabilecek tedbirler, ülkemizde var olan kadına şiddet ve bu tür şiddet olayları yüzünden açılmış olan sosyal bir yaramızın iyileşmesi için atılan önemli adımlardır.

 

Aynur Erden

 

Paylaş

DİL YARASI

Hepimizin bildiği üzere bir dil bir insan, iki dil iki insan, üç dil üç insan etc. Bu böyle, bir mumdur iki mumdur tadında giderken, üzerinde düşünmeye gerek duymadan “aa tabi canım bir dil bir insan iki dil iki insan, var mı ötesi...” der geçeriz çoğumuz. Oysaki çok güzel bir tespit içerir bu söz. Dil beyandemektir çünkü. Üslub-u beyan ise ayniyle insandır…

Dil insanı ele verir. Bir insanın kullandığı dile bakılarak, o insanın inanç, eğilim ve zaaflarını tespit etmek mümkündür. Bu yüzden dili kullanabilmek çok hassas bir mevzudur. Dilin ideolojik maksatlarla kullanımı buna örnek gösterilebilir. Siyaset adamları kendi ideolojik görüşlerine uygun bir üslup kullanırlar. Seçtikleri kelimelerden -söz arasında yapılan göndermelere varıncaya kadar hitap şekilleri hep hayat felsefeleriyle paraleldir. Dimağları kontrol eden diplomatik propaganda ve reklamlar karizmatik bir üslupla hazırlanır.

Batılı popüler tabiatçıların ideolojik dil kullanımı da aşikârdır.  Genelde şüphecilik ve bilinmezlik ifade eden “somehow (her nasılsa)” kalıbını kullanırlar. “Her nasılsa oluyor işte, muhterem tabiat annemizin işi” demeye getiriyorlar yani!

Muğlaklık genelde dilde istenmeyen bir durumdur. Fakat bazen kasten ucu açık tabirler kullanmaya çalışan kesimler de mevcuttur. Mesela hukuk dili hiç de açık değildir. Ünlü dilbilimcilerden Robert de Beaugrande ve Dressler’e göre ABD’deki vergi kanunları kasten muğlak hazırlanmaktadır. Sebebi, sıradan vatandaşların kanunu iyi anlayamayıp haklarını daha kapsamlı bir şekilde aramalarını önlemektir. Her şey kolay anlaşılabilir olsaydı avukatlar işsiz kalırdı zaten, öyle değil mi?

Basın-yayın organları da bu ideolojik üslubu hep kullanır. Maksat mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırım” ve ya “katliam” yerine “Etnik temizleme” , “bebek katliamı” ya da “ sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi. Bir de “şeker bayramı” tabirine “hay bin diş çürüğü” demek geliyor insanın içinden… Bu tabir, Allah’ın azametine sığınıp, merhametinden af niyaz ettiğimiz mübarek Ramazan Bayramı’nın şekerden başka bir şey ifade etmediğini aşılamaya çalışan ve farkında olmadan buna alet olan halkın tabiridir.

Nitekim dili kullanabilmek; insanları ve toplumları yönlendirebilmek, yönetebilmek demektir. Bu yüzden “bir dil bir insan, iki dil iki insandır”. “Beyan Çağındaki bilgi toplumları, hâkim güç olmak istiyorlarsa, önce dillere hâkim olmalıdırlar” (Lisan ve İnsan: 26 ).

                                                                                                         Zeynep Ebrar Gümüs

Paylaş

BEYAZ CAM ARDINDA

Onlara hep beyaz cam arkasından bakmayı yeğledik. En çok “vah vah” dizeleri eşliğinde bir dakikayı aşmayan analizi yapıp ardından dizimize doğru zapladık. Sürekli emperyalizmden, Amerika’dan, Avrupa’dan dem vurduk. Öyle ya onlar sömürüyordu biz de yerimizden konuşarak onlara çok da güzel yardımcı oluyorduk. Geçmişteki mazimize de şöyle bir selam çakardık elbette. Kendi heybemizin boşluğunun farkında olmaksızın geçmişten yemlenmek ne de kolaymış.

Bizler haritanın üstünde ve solunda doğanlar kişiler olarak kendimizi efendi gibi görürken onları da arada lütuf ihsan edilen varlıklar olarak görmeye başladık. Dünyayı kirletenlerin üstelik efendi pozuna girmesi ne büyük ahmaklıktı. Oysaki temel rızık yaratıcı tarafından bizlere vaat edilmişti. Hem şu koca kürenin dengesini bozmak hem de yaratıcıya serzenişte bulunmak yeterince aymazlık değil miydi? Onların temel rızıklarına dahi göz dikmişken veya dikenlere sessiz kalırken nasıl sonsuz merhamet sahibine söz söyleme cüretinde bulunabilirdik ki? Öyle ya yarım yamalak bildiğimiz, öğrenmeye bile tenezzül etmeyi seküler yaşam tarzımıza yakıştıramadığımız kader mevzusuna her şeyi bağlamak ne kolaydır. Zannederiz ki onların kaderi böyle çizilmiş. Oysa bilmeyiz ki kader yazanın bilmesidir, yapanı bağlayan değildir. Onların kader kalemleri bizim elimizde iken bu derece acziyete bürünmemiz gönül acziyetinin bir tezahürüydü.

Sorun “Sen çalış ben yiyeyim” ve “Ben tok olayım başkası açlıktan ölse bana ne” cümleleriyle özetlenecek kadar netti. Suçu şahıslarda ararken temel zihniyeti ıskalıyorduk hâlbuki. Temele oturtulan fazladan kazanç aslında ne de tatlı geliyordu. Öyle ya bir mesaj gönderdik ve görevimiz bitti artık onların kanlarını içen fazladan kazanç sisteminden yararlanabilir ve yatırımlarımızı değerlendirebilirdik. Bir mesajın verdiği küstahlık o kadar derin bir zavallılık veriyordu ki çığrından çıkma noktası çoktan aşmıştı. Üzeri ter ile ıslanmayan kazançları cebimize indirirken beyaz cam arkasından üzülmek ne de komikti aslında. Bir çocuğa birkaç kuruş para verip sonra midesine bir yumruk indirmekten farksızdı.

Ramazan nedeniyle ara verdiğimiz mide doldurma içini bile beceremiyorduk ki geriye saymaya başlıyorduk. Gönüle tutturulamayan orucun kişiye açlıktan öte faydası olmayacağı söylendi hep. Bizim açlığımız sayılı dakikalar içeriyordu ve bu karşı sabırsızdık. Ya açlığının sonunu kestiremeyecek olan anne ne deseydi çocuklarına?

Gönül tokluğumuzu kaybedeli mide denen organı sürekli doldurmaya başladık. Öyle ki ikinci bir mide eklenseydi herhalde ona da teşebbüs edecektik. Nefes darlığı olmadan indirmediğimiz kaşıklar eşliğinde arka plandan gelen hüzünlü feryatlar ancak kulağa giriyor fakat mide hatlarındaki yoğunluk sebebiyle gönüle girmiyordu. Gönül de zaten gittikçe Afrika’nın rengini alıyor ve kapıları paslanıyordu.

Herşeye rağmen yüzlerindeki gülümseme aslında bir türlü tatmin olamayan modern çağ insana bir cevap mahiyetindeydi. Küçük şeylerle mutlu olmayı unutalı hayli zaman olan seküler insana öyle bir ders veriyorlardı ki gönül alıcıları henüz sinyal kabul eden herkesi utancından renk değişikliğine götürüyordu.

Dünyaya sahip etmekten dem vuran insanoğlunun daha kendi türündeki insanlara sahip çıkamaması aslında ne denli aciz ve fakir olduğunu da bir kez daha gösteriyordu. Bu kadar acizlik içindeki güç gösterileri ise hakiki gönül insanlarına tenezzül etmeyeceği bir alçaklık olduğu apaçık bir durum alıyordu…

Ömer Kaya

Paylaş


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

TERKEDİŞ KAZIĞI

Acın çöktü içime, omuzlarım kaldıramayacak kadar ağır...

Yüzüm yere düştü, yüreğim yüreğine...

Midem almıyor gidişini...

Atmak istiyorum seni içimden...

Parmağımı köküne kadar sokup kusmak istiyorum seni!

Bir yılanın kurbanına zehrini akıtış hızı kadar hızlıydı, aşkını yüreğime akıtman...

Önce sendeledim, başım döndü, gözlerim karardı, titremeye başladım ve sana âşık oldum.

Ancak acıdı, acıtıldı yüreğim tarafından...

Gidişin öyle bir çelme taktı ki yüreğime düştüm!

Kırılmadım merak etme, paramparça oldum sadece.

Duygularım 7 yaşında tecavüze uğramış kız çocuğu gibi zavallı!

Tiksinti veren bir sensizlik hâkim gözlerimde...

Avuçlarımda piç bir aşk; ortada bırakılmışlığın öfkesiyle saldırıyorum gelen geçene!

Diş biliyorum sen varken su gibi akıp giden, sen yokken ise duran zamana.

Sanki etlerim cımbızla çimdik çimdik koparılıyor bedenimden.

Unutmak istiyorum seni. S/aklı cümlelerimi görücüye çıkarıyorum.

Yalan söyleyeceğim ya; ''unuttum onu, umurumda değil'' vs. vs.

Kandırdığımı sanıyorum herkesi, oysa kanan sadece ben oluyorum.

Bana attığın terk ediş kazığına rağmen seviyorum seni ve unutamıyorum...

Aşk denilen 3 harfli muamma bu olsa gerek…

Gül Akın

Paylaş

YOLCU YOLUNDA GEREK

Önüm, arkam, sağım, solum… Yolun eşiğindeyiz hep beraber. Bu miladın arifesinde Mevlana’nın Mesnevi'sinde olduğunu tahmin ettiğim bir söz geliyor aklıma: Yola çıkan, yolun karakterini kazanır…

Girdiğim bu yolun karakterini kazanmak adına buradayım şimdi. Şüphesiz yola bakışıma hüzünlerime ve beklentilerime göre değişecek her şey, her şeyi zaman gösterecek…

Üniversite hayatımın başından beri sağlam insanlarla anlamlı, doğru ve mantıklı şeyler yapmak istedim hep; ancak uzun bir süre hep istemekle kalabildim maalesef… Hiçbir şey yapmamaktansa, iyi bir şeyler yapmaya çalışmak iyi bir şeyler yapmayı denemek çok doğru dedim bir ara kendi kendime…

Tam da pes etmenin, iyi bir şeyler yapmak isteyip de yapamamanın verdiği bezginlikle kendimden vazgeçmenin eşiğindeyken! İstediğim anlamlı şeyleri Fikir Adası ailesi ile  beraber hayata geçirebileceğimi düşündüm ve gerekli hazırlıkları yapıp bohçamı hazırlayarak yola çıktım. Üzerimdeki yükleri, içimdeki birikintileri dışa vurmaya geliyorum usul usul… Bu yolda; dediğim gibi her şey yola bakışıma hüzünlerime ve beklentilerime göre değişecek…

Bu yolda rotamı vicdanım belirleyecek… Bir şeylere inanmak istediğim için değil; gerçekten inandığım için inanacağım. Yeri gelecek ezber bozmak için uğraşacağım; yeri gelecek ezberlerim bozulacak belki de…

Anlayacağınız  üzerimdeki ölü toprağını atıp deri değiştirmek adına buradayım. Hem kendime hem de bu aileye olumlu yönde bir şeyler katabileceğim yönündeki inancım büyük. Bu yola girme düşüncesi içimde hasıl olduğunda tereddüt etmeden tanıdığım arkadaşlarımla irtibata geçip fikir alışverişinde bulunduk; beni geri çevirmedikleri için onlara müteşekkirim…

Fark ediyorum da güneş sıradan bir öğleye yükseliyor, karşı pencereden dalda gözüken elmalar sıkıntıdan kızarmaya başlamış… Hayat akmaya devam ediyor; e malum: Yolcu yolunda gerek… 

Özcan Ekinci

Paylaş

TUNUSLU MUHAMMED BOUAZİZİ

Time dergisinin ‘yılın kişisi’ anketinde dergi editörleri bu sene ‘Protestocu’ları bu payeye layık gördü. 2011 protestocuların etkin olarak sahne aldığı bir yıl olmuştu. Dergi 2011 yılında protestocuların sıkıntılarını taleplerini dile getirmekle kalmadığını, dünyayı değiştirdiklerini ifade etti. Bu şekilde halk gücünün tanımını yeniden yaptıkları savunuldu. Buna örnek olarak Arap Baharı eylemleri, Wall Street'i işgal eylemleri ve Rusya'da geçtiğimiz günlerde düzenlenen eylemler gösterdi.

Bu örnekler içinde ise en etkileyicisi şüphesiz Arap Baharı eylemleri idi. Bu eylemlerin simge ismi ise Bouazizi idi. Tunuslu Muhammed Bouazizi, ruhsatsız sebze satış yaptığı için polisle tartışalı ve en nihayetinde kendisini yakalı bir yıl oldu geçtiğimiz günlerde. Bir şekilde yerel basında dahi ufacık bir yer ayrıldıktan sonra çok geçmeden unutulabilirdi Buazizi çoklarınca. Olaylar öngörülemez bir şekilde çığırından çıkmasa idi. Bir işportacının kendi hayatına mal olan bu aykırı eylemi koskoca bir coğrafyaya yayıldı. Adına ‘Arap Baharı’ denildi. Senelerdir bölge insanın içinde tuttuğu öfkenin, bir nevi özgürlük isteğinin fiili olarak ele geçirilmesi adına bir ateşleyici görevi gördü, Buazinin kendini yakması.

Adım adım bölgede yayıldı o işportacının yaktığı ateş. Tunus’ta ateşlenen bu isyan hareketi esas itibari ile Tahrir’de vücut buldu. Devrilen iktidarlar, hükümetler, hayatını yitiren protestocular, başarısız olan girişimler, ümitvâr olmaya sevk eden gelişmeler, kimi yerlerde ise bir iç savaşa giden olaylar. Çok şey yaşandı son bir senede ve hala da devam ediyor.
Daha önceki devrimlerden farklı birçok yönü vardı, sonuçta her devrim kendine özgü idi. Ama bu sefer sosyal medya diye bir etkende devreye girmişti öncekilerden farklı olarak. Hem örgütlenirken hem de seslerini dünyaya duyurmak için işine yaradı protestocuların.
En bayağı tabiri ile ‘Amerika’nın oyunu’ olduğu yönünde idi bazılarının iddiası, bazıları ise uzun süredir uyku da olan bir coğrafyanın kendine gelişi olarak değerlendirdi olanları. Tam olarak ne olduğunu ileride bir gün idrak ederiz elbet. Tüm yaşanacaklar olup bittikten sonra akl-ı selim ile düşünebildiğimiz bir anda. 

Alışık olunduğu üzere birçok devrim kanlı gerçekleşiyordu. Bölgede de fazlasıyla kan döküldü zaten. Dökülen kan bu işin kaçınılmaz bir şartı idi elbet, nihayetinde kök salmış diktalar yerlerinden o kadar kolay indirilemezdi. Ama kimileri canlarını ortaya koyarak bir şeyler kazanmaya çalışırken kirli pazarlıklar da gündeme geldi. Libya’da çatışmalar son sürat devam ederken kimi ülkeler muhaliflerle petrol pazarlığına girişmişti bile. Keza Suriye örneğinde orada yaşanan vahşeti görmezden gelircesine çeşitli siyasi güdülerle Ruslar açıkça destek veriyor Esad yönetimine. 

Kanla ödenirken özgürlüklerin bedeli; bir tarafta ise elde edilecek veya korunması gereken bir çıkardan ibaret olan biten... 

Buazinin hayat yolculuğu 26 sene sürdü. Bir ihtimalde hala da sürüyor olabilirdi. Veya bir başka ihtimalde ölmüş fakat hiç tanınmamış olabilirdi. Fakat enteresan bir şekilde etkileyici bir halk hareketinin önünü açtı ölümü ile...

Musa Kama

Paylaş

Online dergiler Online dergiler