Garp

Süleyman Kahraman tarafından yazıldı. Aktif .

Özgüven ve geçmişine karşı olan bilgi eksikliğinin birleşmesiyle tekâmül etmiş bilinçaltı bohemiyasından kaynaklı bir ön yargıdır bizdeki „Avrupalı“ sitayişi.  Aslında gerçeği anlamak için çok çaba sarfiyatına da gerek yoktur; ancak bize dayatılan yön ve bunu şuursuz kabulleniş ve daha ötesi burun büyüklüğü bize Avrupa‘yı da Avrupalıyı da üstün gösterir.

Avrupalının bugünkü çehresiyle dünkü çehresi arasındaki tek fark, kıyafetten gayrı bir şey değildir aslında. Bize söylenen, dayatılan „adam Avrupalı“ eşittir“ kültürlü canım „ lafzı, içimizdeki daha Avrupalıların söylemiş olduğu bir şeydir. Yoksa kültür ve medeniyet babında Avrupa, doğu ile kıyaslandığında, çok üstün vasıflara sahip olduğu gerçeği bir yalandır.  

Bunları söylerken şu iki noktayı temel unsur olarak almak zorunludur. Birinci temel: Teknolojide gelişmişlik,  medeni olarak da ilerde olunduğunun göstergesi değildir. Bu iki durumun değeri aynı skaladan okunamaz. Biri elma, biri armuttur. Tarihe bakıldığında da görülecektir ki, buradaki her teknolojik gelişme ilk önce askeri sahada olmuştur. Daha sonra insanlığın hizmetine sunulmuştur.  Gerçi bu hizmette modernitenin dayattığı birçok batıl insanlık anlayışına paralel hizmet etmiştir. Askeri alanda insanların canları alındı, daha sonra da insanlığın kendisi. Neyse bu ayrı bir konu.

İkinci temel: Doğu kültüründen kastım da; bugünün Türkiye‘si veyahut doğu kavramının içine alacağı; Arap, İran.. Toprakları da değildir. En başta bizi düşünürsek, bizim kuruluşla külli olarak inkâr ettiğimiz ve yasakladığımız o kültürdür benim tam olarak anlatmak istediğim. Çünkü biz onu jilet gibi kesip Avrupa'yla entegre olmaya çalışan, Avrupa Yakası‘ndaki Burhan misali, „ben de Avrupalıyım ben de Avrupalıyım“ naralarıyla nadan olmuş bir kültürün çocuklarıyız. Bu ikinci temelden de anlayacağımız; önce Avrupa'ya bakıp, sonra dönüp kendine bakarak kıyaslama yapılmaması noktasıdır.

Avrupa gösteriş meraklısıdır. Doğu daha çok tevazunun anlam bulduğu toraklardır. İlimden boynu eğilen utangaç bir çocuktur o. Enaniyet, onların deyimiyle ego, bize ait bir şey değildir. Mesela mimari anlamda bizim camilerimizdeki sadelikle Avrupa kiliselerindeki makyajlı yapılar kıyaslandığında anlaşılabilir bu durum. Avrupa‘nın her şehrinde görmekten bıkacağınız, artık kusma noktasına getiren bir debdebe vardır.  Belediyecilik anlayışını takdir ederim Avrupa’nın ancak; kültürel anlamda camilere kedileri beslemek için bir yer yapan, güvercinlerin su içmesini düşünen, Leyleklere evinin bacasında yer ayıran Osmanlı mimarinin mantalitesiyle karşılaştıramayacak kadar sığlık vardır.

Sevgi, aşk gibi kavramların doğuda daha farklı anlamlara sahip olması edebiyatını da etkilemiştir hiç kuşkusuz. Bu etki de ona daha derin anlamlara sahip eserler ortaya koşmasına itmiştir. Batıda madde ve göze göre hitap etme,  daha geniş anlamda akla yatkın eser verme çabası, betimlemelere sıkıştırmıştır daha çok kendisini. Ancak bizde bu tür kavramlar gönle hitap ettiği için algı mekanizması akla göre değil kalbe göre şekillen eserler ortaya konmuştur.

Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni

Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni

Az eyleme inâyetüni ehl-i derdden

Yani ki çoh belâlara kıl mübtelâ meni

Resim ve heykel sanatının menşei Avrupa’dır. Bu sanatları alıp bizde yapmaya çalışanların, aslında ne kadar beceriksiz olduğunu da gördüm ayrıca Avrupa’da. Dedik ya Avrupalı görmek ister, duymak ister tatmak ister. Hissetmek felan ikinci plandadır, duygularda keza. Bu bakımdan Kilise’de bile Hristiyanlık için önemli olan vakıalar resimle gösterilir, önüne geçip hac çıkardıkları da heykeldir. Yani Tanrının oğlu dedikleri insanı bile, bir faninin fırçasından çıkacak resimden, teşhir etmekten utanmayacak kadar kitapsızlar yahu bunlar! Bu şahsım adına trajikomik bir durum; ama değineceğim nokta şu: bizim kutsal addedip, yücelttiğimiz şeylerin aynısının Avrupa versiyonu ile doğudaki saygı kavramının derinine vurgu yapmak istiyorum.

Bu konuda bence bizdeki ebrulideki derinlik bence kat kat fazladır. Anlamsız şekillerle bir şey anlatmaya çalışan resim katliamına kıyasla, ebrulideki estetik ve üstünlük kuşkusuz öndedir. Camilerimizdeki hat sanatları ve onlardaki anlam derinliği ve hepsinin tek tek bir hikâyesinin varlığı da muazzam bir zevk abidesidir bence, bir insanın ruhunda oluşacak. Tam olarak bilemiyorum ama kabaca tabirle; çıplak bir kadının memesinden özgürlük, rahminden çağdaşlık, kıllarından bereketi sembolize eden bir toplumdan bahsediyoruz.  Böyle bir teşhir sanatına sahip olmakla,  sevgi ve hoşgörüyü bünyesindeki her sanatta vurgulayan bir sanata sahip olmak arasındaki gelişmişlik, insanî değer noktasında ne kadar önde olunduğunun kanıtıdır sanıyorum.

İnsanî anlamda Avrupa‘yı, doğu ile kıyasında Osmanlı’dan geri kalan yerlerde yaşanan dramlar karşılaştırabilirsiniz. Yani Batı’nın insanlığını, yine kendi sanatından görürsünüz. Şöyle ki:  Rijks Müzesi’nde Hollanda kültürünün tanıtımının yapıldığı bölümde resimlerde, efendisinin arkasında duran bir zenci mevcuttur mesela.  Kölesidir bu şişman efendinin! Özgürlük, eşitlik vs gibi hakların sözüm ona savunucusu olan Avrupa, bunu sadece kendi insanı için ister. Nitekim sömürgecilik mantığını oluşturan bilinçaltında da bu yatar.  Buna karşılık Osmanlı’nın mahallileşme politikasının derinliğinde ise; gittiğin yerde sükûneti sağlamak için oradaki toplumun değerlerine göre şekillenen bir sistematik söz konusudur.  Bu gibi durumlardan yaşatma olgusunun devlet politikası haline gelmiş bir felsefeden bahsediyoruz ki o ne kadar engin…

Daha birçok başlıkla bu konu incelenebilir. Eğlence anlayışının sadece sex ve alkolden oluşması, sosyal olarak birbirinden kopukluk, aile kavramının neredeyse olmaması, şeref, haysiyet, vatan kavramının yerini koca bir sıfırın alması gibi, bu başlıklar çok uzatılabilir.

Sonuç olarak varmak istediğim nokta şudur: Bugüne kadar bizdeki Avrupa’ya karşı oluşmuş eziklikten kurtulmanın tek yolu yine kendimizden geçmektedir. Biz şuan bile birçok tahribe uğramasına rağmen insanlık konusunda çok ilerde olduğumuz noktalar vardır. Hele bu hal böyleyken bir de aslolana döndüğümüzde onlara ne kadar fark atacağımızı siz tahayyül edin. Umut ediyorum ki o günler çok uzak değildir.

Saygılarımla…

Yazar Hakkında

Süleyman Kahraman

Süleyman Kahraman

Doğum yeri, kaybedilen toprakların aziz hatıraları sayılacak topraklardır. Daha henüz emekleme safhasında iken Türkiye’ye adım atarak 21 sene T.C topraklarından ayrılmadı. Bir senelik Karl Marx Stadt’da eğitimine yama yaparak, makine mühendisi olma yolunda özgeçmişine bir parantez ekledi. İlkokul ve liseyi İstanbul’dan önceki başkentte, üniversiteyi ise sanayi göbeği Kocaeli’nde okudu. Birkaç deklanşör hamlesiyle fotoğraf işinde amatör, birkaç karalamayla da yazmakta…

 

Kafa Kâğıdı:    

 

 

Online dergiler Online dergiler