Duyguların dile geldiği anda kavuşurmuş o iki sevgili: Kalem ve kağıt. Tabii bu durum her zaman herkes için geçerli değildir elbette. Kimisi dağı taşı şahit tutar kendine, kimisi de denizle paylaşır gözyaşlarını. Bu insandan insana değişebilen doğal bir durumdur. Ben sevgisini kalemi kağıda vesile tutmuş bir şeyler paylaşan birinin satırlarını paylaşacağım. Anlamsız gibi gelirmiş bu cümleler. Şiir gibiymiş ama şiir değilmiş. Kalbe nasıl geldiyse öyle yazılmış yazan tarafından. Anlamak içinde birinci koşul yalnızlık ikinci koşulda yaşanmışlıkmış.  Şöyle yazılmış anlamlı olup anlaşılması zor olan:

Bir çok saat hem dem olmanın ardından gelen o anda anladım ben bazı şeyleri. İçimdekini… O şey sadece ipince bir sızıydı canımı çok acıtan. Buna sebep olan suçluyu aramıyorum ben artık. Zaten suçlu ya bendim ya da o… Bu yüzden gerekte yoktu bu arayışa. Bununla birlikte ortada sadece gözyaşlarıyla büyütülecek bir şeyler vardı bilemediğim.

Besmeledeki “elif” misali bir şeyler. Okunmaz elif ama o olmadan da besmele sese gelmez. Görünmeyen ama her şeyde hissedilen. Her duyguyu tattığım, her şeyi onla paylaştığım, onda aciz kaldığım, onda kaybettiğim, üzüldüğüm…. Yara gibi bir şey bu, merhem sürmeye korktuğum. Acısı beni yaşatan bir yara..

Çok üzgünüm. Sadece gözyaşlarım aksın istiyorum, tam olarak ne istediğimden habersiz. Gözlerinin gözlerime değişini hatırlamak, sevgilinin işte tam orda somutlaştığını kalbimde hissetmek istiyorum.

Kavuşmak derdinde değilim ben. Yani vuslat kovalamıyorum. Açıkçası zaten ben yanındayken yaşamıyorum aşkı. Gölgende hayalinde yaşıyorum. Bundan ötürüde sana ihtiyacım yok. Aşk her zaman iki kişilik değildir denmemiş miydi?

…diye anlamını aşkla kazanan bazı cümleler paylaşmıştı dostum..

Buna mukabil aynı duygunun başka bir dostum yakarışa sebep oluşu ise bambaşkaydı. O da şöyle demişti: Hayatımda en son istediğim insana en çok değer verir gibi yaşamak çok zor. Bu ise çok farklıydı. Olmasını istemediği bir kişiye karşı kendine sözünü dinletememenin bir çığlığıydı bu.  Vahim bir durum olmasının sebebi de, ne kendini içerisine anlatabiliyor, ne de karşısındakine kendini. Anlatmak için cümleler kurmaya çalışmak yerine;“Söylesem tesiri yok; sussam gönül razı değil” diyerek kurtuluyor öznesiz yüklemsiz cümle kurma çabalarından.

Sevgi, aşk ve nefret… Bu tür duygular insanın hayatında yerli yerine oturtması gereken çok önemli kavramlardır. Yani insan neyi kimi ne kadar seveceğini bilmeli; neyden veya kimden nefret edeceğini belirlemedir. Eğer bu durum netleşmez ise ortada bir hukuksuzluk olmaktadır. Şöyle ki ” … nedensiz düşmanlık güdmesem de, olur olmaz şeye sevgi beslemem. Haktan yanayımdır ve de hakikatten. Bu yüzden sevginin hak edenin hakkı olduğuna inanırım. Hak etmeyene sunulmayacak kadar değerlidir sevgi.” Cümlesinden anlaşılacağı üzere sevgini: hak etmeyene bol keseden dağıtırsan hak edenin hakkını yemiş olursun. Bu bakımdan hukuksuzluk olur demekteyim. Bunun sebebi de bu tür duyguların yerli yerine oturtulmamasından kaynaklanmaktadır.

Aşk ‘a gelirsek.  Aşk diğer iki duygu gibi tanımlanamaz. Aşkın bulunma hali de yönelme hali de ayrılma hali de sizi yakar. Şimdi kız-erkek arkadaşlarıyla arası iyi olan sevgililer “ bu ne saçmalıyor böyle?” demesin. Zira aşıksanız eğer ondan (sevgiliden)  ayrı her anınızda zehir içer, ondan ayrılırsanız da zindan da olursunuz. Bu kısaca böyledir. Ne demiş üstad, “Aşkın gerçeği değildi yaşadığımız ama aşkın ateşiydi yandığımız.” Böyle değilse hiç kendinizi kandırmayın siz aşık neyin değilsiniz. Sadece seviyorsunuzdur. Aşk sevgi değildir. Yani kanaat-i acizanemce şunu söylemek yanlış olmaz. “ Sana aşık olduğum senden nefret etmediğim anlamına gelmez.”

Bu durumda aşk karşındakine olan zaafın oluyor bir yerde. Ve bu zaaftan nemalanmak adiliği de işin içine girince; ikinci dostumun o cümleyi kurmasının sebebi ve özeti ortaya çıkıyor ve serzenişini şöyle devam ettiriyor.” Lut gölüyle Everest tepesi arasındaki fark gibiydik ikimiz. Kimin Lut kimin Everest olduğunun önemli yoktu. Ama aramızdaki fark en büyüktü. Zaten gerekte yoktun.”

İntihar etmek basitçe bir insanın kendi canına kıyması değildir. Dini olarak konuya bakılırsa yasaktır ve kebairdendir. Hatta şöyle bir şey de duymuştum. İntihar eden kişi iki büyük günahı birden işler.  Birincisi Allah’ın intiharı yasak etmesine rağmen bunu çiğnediğinden ötürü işlediği günahtır. İkincisi ise; Allah’ın vermiş olduğu bir cana ( Buradaki kendi canı da olsa; onu ona Allah vermiştir.)  kıymaktır, yani cinayettir. Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir akidesince de bu büyük günahı işlemiş olur hem katil hem de maktul olan.

İntihar; ruhi bunalımda olan insanın en korkak duygularla yapmış olduğu en cesur harekettir. Bu aklı melekelerini yerinde bir insanın ameliyesi olmamakla birlikte; hayatın vermiş olduğu zorluklara göğüs geremeyip ondan bir kaçış olan intihar yolunu seçmekle de en korkak olur bu durumdaki kişi.  Her insanın hayatında bir zorluk yok mu sanki? Her zorlukta herkes bu yolu denese istiklal caddesinde çoktan antiloplar yaşamaya başlardı. Bu bakımdan intihar bir acizliktir. (Allah kimseyi bu yola düşürmesin.)

Kendini sadece hayattan kâm alıp, zevk-ü sefayı amaç edinen insanlar vardır. Bunları ben elastik toplara benzetirim. Yani siz ona ne kadar yük uygularsanız uygulayın o plastik dezenformasyona uğramaz. Plastik yani kalıcı şekil değiştirmezler. Yani o yük tesiri ortadan kalkınca gene elastik top hallerine geri dönerler. Yani kısaca gelen kuvvete göre şekil alırlar. Bu da onların karaktersizliklerine bir benzetmedir ve daha da kötüsü bunun farkında bile olmayan zavallıdırlar.

Bu tip karakterler spektral analize tabi tutulduğunda içlerinde %hiç gam, keder, zorluk, sıkıntı çekme kabiliyeti olmadığı için sevda nedir bilemezler. Zira sevdada bu tür zorluklar vardır. Bunların böyle olmasına mukabil, bir de bunlara gönül bağlayanlar vardır. Bu gönül bağlayışının sonucunda da %çok gam, keder, sıkıntı vardır bağlanan için.

Bütün anlamsız paragraflar; bir cümlenin bende uyandırdığı fikirleri paylaşmak içindi aslında. Yaşadığımdan veya yalnızlığımdan değil. Yani bana söylenenleri de anladığımdan değil. Sadece olaya dışarıdan akıl gözüyle bakınca görülenlerin “bencesiydi.” O cümleye gelince:

“Bir intihar gibi puşt olunca sevdalar.” idi…

Sürçtü lisan yoktur, alınan varsa affola…

Saygılarımla…

Bu ay gösterime giren “Hür Adam” filmi farklı kesimlerde çeşitli tepkilere neden oldu. Bu tepkilerin sebepleri arasında Saidi Nursi’nin  Şeyh Said kıyamına karşı filmde takındığı tavır da vardı. Bu konu üzerinden şu zamanlar muhafazakar kesim tarafından yaratılmaya çalışılan iyi Kürt, kötü Kürt ayrımı filmde ağırlığını hissettiriyordu. Ben bu konun tartışılması ve nazarımızca aydınlatılması için Şeyh Said’in torunlarından Murat FIRAT’la söyleşi yaptım. İlginizi çekeceğini umuyorum.

-Önce kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Ben Murat Fırat, Uludağ Üniversitesinde okuyorum. Erzurum Hınıs ilçesindenim. Ailemizdeki evliliklerde akraba evlilikleri çoğunluktadır. Bu nedenle hem anne hem de baba tarafından Şeyh Said Efendi'nin torunuyum. Şeyh Said'in soyu devam eden 4 oğlundan Şeyh Ali Rıza, Şeyh Selehaddin, Şeyh Giyaseddin ve Şeyh Said'in kardeşi Şeyh Bahaddin Efendi'nin torunuyum. 

-Kurtuluş Savaşı ve isyandan önce Said Nursi ile Şeyh Said arasında nasıl bir ilişki vardı?

-Her ikisinin de ortak noktaları ilim insani olmalarıdır. Birbirlerini de o süreçte ilmi platformlardan tanıyorlardı. Bunun haricinde Kurtuluş Savaşı ve Şeyh Said Efendi kıyamından önce karşılıklı ilişkileri olmamıştır. Her ikisi de farklı medreselerde ilim görmüşlerdir. Bunun yani sıra yaşadıkları bölgeler ve konumları da farklıdır. İkisi de siyaset ile uğraşmışlardır. Bu sohbetler sırasında bazı yerlerde bir araya gelmiş olma ihtimalleri vardır ama bununla ilgili bir bilgi elimizde mevcut değil. 

-İsyan nasıl başladı , nasıl yayıldı?

-Şeyh Said Kıyamı planlı bir şekilde başlamamıştır. Şeyh Said ilk baslarda hareketin başındaki isim de değildir zaten. Cibranlı Miralay Xalit Bey 'in yakalanıp idam edilmesi üzerine Azadı Cemiyeti mensupları toplanarak bu kıyamın başına geçmesini Şeyh Said'e teklif ederler. Daha sonraları Şeyh Said diğer Kürt aşiretleri ve önde gelenleriyle bir araya gelerek neler yapılabileceğini konuşmak için bölgede geziler yapmıştır. İlk başlarda amacı Kürt bölgelerindeki haksızlıkları ve uygulanan zulümleri hükümete bildirmek ve onları uyarmaktı. Cumhuriyet öncesi ve cumhuriyet sonrası süreçleri incelediğinizde Kürtler arasında İslami endişelerden doğan rahatsızlıkların ve Mustafa Kemal'in taahhütlerinden dolayı beklenti içinde oldukları Kürt haklarının verilmemesi bu rahatsızlıkları üst noktaya getirmiştir. Bu amaçlarla çeşitli örgütlenmeler meydana gelmiştir. Bu olaylarda amaç hükümeti uyarmaktır. Ama devlet bu süreç içerisinde önceden yerleştirdiği adamlar vasıtasıyla haberdar olmuştur. Ve ülkedeki muhalefeti de sindirmek amacıyla bu olayı kendine göre kullanabilmiştir. 

Kıyamın başlaması da 8 Şubatta Şeyh Said Efendi'nin Diyarbakır Dicle'de ikamet eden kardeşi Şeyh Abdürrahim Efendi'nin evine gittiği zamanda meydana gelmektedir. Şeyh Said 'den birkaç saat sonra da bir grup jandarma ile Şeyhin misafir olduğu düğün evini kuşatırlar ve düğünde bulunan birkaç kaçak mahkûmun kendilerine verilmesini ister. Şeyh Said Efendi onlara su haberi yollar : " İstediğiniz adamlar yanımda. Şimdi bunları yakalarsanız benim şeref ve haysiyetimi çiğnemiş olursunuz. Ben gittikten sonra gelir alırsınız. " Şeyh Abdurrahim Efendi de şimdi müdahale etmemelerini söyler. Ama jandarmalar içeri girip onları almada ısrar edince tartışmalar çıkar ve iş çatışmaya dönüşür. Bu olaydan sonra Şeyh Said yanındaki grubuyla Piran (Dicle)'dan Hani'ye hareket eder. Bu olay o bölgede Şeyh Said'in müridleri olan tüm çevrede hızla yayılır. Şeyh Said'in arzusu dışında gelişen olaylarda jandarma ile çatışan kardeşi Şeyh Abdürrahim'den sonra diğer kardeşi Şeyh Tahir Efendi'de Lice postahanesini basar. Hızla gelişen olaylar kısa bir surede hiç de planlanmamış bir şekilde halk ayaklanmasına dönüşür. Bu olay tam da o zamanlarda hükümetin isteği doğrultusunda bölgedeki insanları kışkırtıcı bir şekilde meydana gelir. Yoksa zor kış şartlarında, şubat ayında böyle bir kıyamın basarili olamayacağını herkes tahmin edebilir.

-Bu zaman zarfında Said Nursi nasıl bir tavır takındı isyana karşı?

-İslam’ın kamusal alanın dışına atılması politikaları tüm samimi Müslümanları rahatsız ettiği gibi Said-i Nursi'yi de rahatsız etmiştir elbette ki. O da Ankara'da vekillere ve Mustafa Kemal'e çeşitli nasihatlerde bulunur. Ama sonuç alamaz. Bunun üzerine Van'a döner ve oradaki Norsin Camisinde Kürtçe ve Türkçe vaazlar vermeye baslar. 1925’te meydana gelen hazırlıksız ve devletin provokasyonu sonucu patlak veren hadiseye katılmamıştır Said Nursi. 

Said Nursi ile dedelerimden Abdülmelik Fırat, Ali Rıza Fırat ve Selehaddin Fırat ile Ankara'da bir görüşme yapmışlar. Dedem hayattayken bunu anlatırdı. Hatta Menderes’e verilmek üzere dedeme bir mektup da veriyor, dedem de o sıra DP(Demokrat Parti) vekili, onu Adnan Menderes'e iletiyor. 

Said Nursi'yi Şeyh Said Efendi kıyamına davet ediyor. Evet, katılmıyor, o arayı da dedeme söyle anlatıyor :

“Kardeşim Şeyh Sait kıyama başladığı zaman, Van'da mağarada idim. Kendisine bir mektup yolladım. Mektubumun cevabını alamadan duydum ki kardeşim Şeyh Sait yakalanmıştır. Beni mağarada yakalayıp sürgüne gönderdiler. Altı yıl süre ile dizlerime vurarak esef çekip memleketimizde fiili olarak yapılan mukaddes cihattan mahrum kaldım. O silahı ile küfrü mutlak karşısında cihat etti. Küfr-ü mutlakı kaldırdı. Cehl-i mutlak kaldı. Ben de cehl-i mutlak karşısında kalemimle cihat ettim ." (Şeyh Said Kıyamının Bilinmeyen Yönleri, Girişim Dergisi )

Said Nursi, Şeyh Said ayaklanmasının İslami duruşunu desteklemektedir. Araştırmacı yazar Hüseyin Okçu da söyle diyor: Bediüzzamanın Şualar kitabında " Şeyh Said ve rüfekası hakiki şehittirler " ibaresini kaydettiği biliniyor. Ancak yasal sakıncalardan dolayı mevcut baskılarda bu ibarelere yer verilmiyor. ( Hüseyin Okçu, Girişim Dergisi, Yıl 1989, Sayı 47, s.7 )

Said Nursi'nin hiçbir kitabında Şeyh Said Kıyamına katılmamasının nedeni olarak " Ben Türklere kılıç çekmem " sözü geçmemiştir. Lakin böyle bir sözü söylediğini varsayarsak, o dönemde Mustafa Kemal ekibinin yaptıklarına göz yumduğu ya da o sıralarda bir şeyler yapmaktan çekindiğini anlayabiliriz. Bildiğimiz üzere hiçbir şekilde katılım göstermemesine rağmen Said Nursi de yıllarca sürgünlere gönderilmiştir ve Kemalist rejim tarafından sürgünde ölüme terk edilmiştir.

-İsyana yabancı destek var mıydı?

-Bu sorunuzun cevabını isterseniz dönemin Başbakanı İnönü’den alalım. İnönü: " Şeyh Said isyanını İngilizlerin hazırladığı yada meydana çıkardığı hakkında deliller bulunamamıştır." ( İnönü, Hatıralar, 2. kitap, syf202)

Aradan gecen bunca seneye rağmen henüz Şeyh Said kuvvetlerine dışarıdan tek bir silah geldiği de tespit edilememiştir. Tamamen halkın elindeki silahlar ve ele geçirilen şehirlerdeki ordu silahları kullanılmıştır.

Bunun tam aksine o dönemde Fransızlar, Ankara hükümetine destek vermişlerdir. Hükümetçe, Adana-Antep hattından bölgeye sevk edilmek istenen askeri kuvvetlerin bir bölümü kendilerinin egemenliği altındaki Suriye topraklarından geeçn demiryolları hattını kullanmasına Fransızlar izin vermiştir. Birçok araştırmacıya göre de Fransızların bu yardımı ayaklanmanın bastırılmasında esas faktör olmuştur.

Ortadoğu tarihçisi Prof. Robert Olson 'da Şeyh Said isimli kitabında bu konuyu anlatırken, o dönemde Şeyh Said'e destek vermek Britanya’nın politikalarına ters bir durumdur demektedir. 

Musul olayının da tamamen Ankara Hükümetinin yanlış politikaları ve Lozan’da yaptıkları anlaşmalar yüzünden kaybedildiği kesindir. Bu olayın Şeyh Said olayına bağlanması da resmi tarih yalanlarından birisidir.

-İsyan nasıl sonlandı?

-İsyan tam bir devlet terörü ile sonuçlandı. Ankara Hükümeti kendisine muhalif olan tüm kesimleri yok etti. Kürtleri imha surecini başlattı. Tahrir-i Sükûn ve Mecburi İskân yasaları o bölgede yasayan herkesin korkulu rüyası haline geldi. İnkâr ve asimilasyon politikaları hazırlandı. İsyanla hiçbir alakası tespit edilemeyen Kazım Karabekir liderliğindeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. 24 Eylül 1925'te Şark Islahat Planı açıklandı. Fırat Nehrinin doğusundaki tek lise olan Diyarbakır Lisesi kapatıldı. Fırat’ın doğusu yasak bölge ilan edildi ve yabancıların bölgeye seyahatleri 1964 yılına kadar izne tabi oldu. Kamuya açık yerlerde, çarşı ve pazarlarda Kürtçe konuşulması yasaklandı. 

1925 olayından sonra yüzlerce köy yakıldı, binlerce insan haksiz yere tutuklandı. Başta Şeyh Said ve 46 arkadaşı olmak üzere resmi kayıtlara göre 15 bin kişinin öldürülmesi katliamın ne boyutlarda olduğunu gösteriyor. O zamanki ülke nüfusunun 12-13 milyon olduğu dikkate alınırsa resmi rakamların bile korkunç olduğunu anlayabiliriz. Katledilen insan sayısının bu resmi rakamların bir hayli fazlası olduğunu da tüm bölge insanları bilmektedir. 

- İsyandan sonraki zaman zarfında Said Nursi ile Şey Said'in sürgündeki akrabaları arasında nasıl bir ilişki vardı?

- İsyandan sonra ailemizden birçok kişi Said Nursi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarını dedelerimin kendi ifadelerinden aktarmak istiyorum.

Dedem Selahaddin Efendi şöyle anlatıyor görüşmeyi :

“Abim hastaydı, tedavi için Ankara’ya gittik. O zaman Said-i Nursi’nin de Ankara’da göz hapsinde olduğunu duyunca abime, ‘Ziyaretine gidelim mi?’ dedim. Abim ‘olur!’ deyince ziyaretine gittik. Ancak çok kalabalık vardı. Biz içeriye Şeyh Said’in iki oğlunun ziyaretine geldiğini, eğer öncelik tanırsa görüşebileceğimizi, yoksa bekleyemeyeceğimizi haber gönderdik. Kapıcı gelerek bizi içeri aldı. Yanına girince Üstad ayağa kalktı, yanımıza gelip yüzümüzü gözümüzü öptü. Yanındakine dedi ‘Ceylan, işte benim her zaman söylediğim Ali Rıza budur. Bu kardeşim Şeyh Said Efendi’nin oğludur.’ Dedi ki ‘Babanızın kıyamından sonra ben on iki sene dizimi dövdüm. Keşke ben kardeşim gibi kıyam etseydim ve kahramanca ipe gitseydim,’ dedim. Rüya âleminde kardeşim Şeyh Said bana dedi ki: ‘Sen niye müteessir oluyorsun? Sen yine bizim kardeşimizsin. Biz küfr-ü mutlakla mücadele ettik, sen de cehl-i mutlakla mücadele ediyorsun.’ Bunun üzerine ben biraz müteselli oldum.” O babamızın ismini her zikredişinde, “kardeşim Şeyh Said Efendi” diyordu.

Ayrıca Şeyh Said Efendi'nin Küçük oğlu Ahmet Fırat da onu ziyarete gidişini şöyle anlatıyor : 

"Said-i Nursi’yi de Eğridir kazasına yerleştirmişlerdi. O zaman ona Molla Said-i Kürdi derlerdi. Annem, “Molla Said’i ziyaret et, sana dua etsin” dedi. Beni yanına götürdü. Bir ev tutmuş, bir hizmetçisi vardı, küçük bir odada bir yatağın üzerindeydi, evde yemek yapmak için kap kaçak vardı. Ben elini öptüm, “Bu Şeyh Said’in küçük oğludur” dediler. “Eyvah, eyvah” dedi, “ailenizin durumu nasıl, geçiminiz nedir?” diye sordu. Bana dua etti, sonra bir altın verdi. O zaman yaşım ufaktı."

Filmde gecen bir sahneye de değinmek istiyorum. Filmde kullanılan argümanda yıllardır Said-i Kürdi'nin, Şeyh Sait ayaklanması hakkındaki kanaati olarak gösterilen görüşe göre, Said-i Kürdi tarafından, Şeyh Said'e gönderildiği iddia edilen bir mektupta şöyle dediğini rivayet ediyorlar.

“Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir neticesizdir. Çünkü Türk Milleti bin yıl millete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda yüz binler, milyonlar ile şehit vermiş ve milyonlarla veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam savunucularının torunlarına yani, Türk Milletine kılıç çekilmez ve ben de çekmem”

Said-i Kürdi ise bunu şöyle açıklıyor: “Eski harbi umumiden biraz evvel ben Van’da iken bazı dindar ve muttaki zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim: o fenalıklar ve o dinsizlikler o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusundan belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılıç çekemem. Ve size iştirak etmem o zatlar benden ayrıldı, kılıç çektiler. Neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra harbi umumi patlak verdi. O ordu din namına iştirak etti. Cihada girdi. O orduda yüz binler şehit ve evliya mertebesine çıkıp, beni o davamda tasdik edip, kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar."(252)

Said-i Kürdi’nin Şeyh Sait Ayaklanması’na karşı olduğunu söyleyenler bu sözleri kanıt olarak gösteriyorlar. Oysaki bu sözler, Osmanlı ordusu için söylenmiştir. Şeyh Sait Ayaklanması ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Said-i Kürdi burada Bitlis Ayaklanması’ndan bahsediliyor. Açıkça Harbi Umumi’den (I. Dünya Savaşı) bahsedilmektedir ve Şeyh Sait ile hiç bir ilgisi yoktur.

TİMUR’UN ZULMÜ

Ankara’da münteşir yarı-resmî bir gastenin ön yüzünde akşam üzeriye yakın şöyle bir haber belirdiği görüldü: Riyaset-i Cumhur Senfoni Mızıkası halkımızı tenvîr içün taşra turnesine çıkacak. 

Sivas’ta

Şehir, tamıtamına tam kır bir gündür kanım kanım kaynıyordu. Kırk bir kerre maşşallahtı yâni... “Bir bulut kaynar Sivas elinden” türküsü bile, ayyûka çıkmıştı. Müthîş, fevkâ’l-  âde ve hummâlı bir şeyler oluyordu veya olacak olan öyle bir şeye hazırlık vardı. Kasa kasa ‘clupracıa’lar, teneke teneke ‘gömme racıa’lar depolanmış, türlü türlü mezeler istiflenmişti. Her şey bitmiş gibi, kuşsütü eksikliği gözardı edilircesine ‘havyâr’ tedârikine bile düşülmüştü.

Şehir, tam-tekmîl, ilaveten, kazâ ve yakın köyler dâhil, kırk bir gün sonrasında Temsil’de olacak şekilde âyarlanmış, organize edilmiş, motivelenmişti. Herkes, olacak olan şeyin farkındaydı; bu, mutlaka mühîm ve önemli bir şeydi... Yoksa, bu işe ne vâli, ne memurlar, ne ‘pılis’, ne de ‘candırma’ ve dahî bucak müdürleri böyle asılmazlardı.

Nutuklar îrâd ediliyor, beyan-nâmeler neşrediliyor, âmir-memur ictimâları, sabahları buluyordu. Herkes vazîfesine müdrîk olaraktan, hummâlı bir gayret, hattâ ve nerdeyse seferberlik hâlindeydi. Âmir-memur karıları bile, mûtâdın aksine, sevgili eş ve evdeşlerine daha bir anlayışlı olmuşlardı. Kırk bir gün içerisinde yapılacak plânlı-plânsız bütün balolar, çilingir’ler iptâl edilmişti. Kırk bir gün çabuk geçerdi ve hattâ çabuk geçen bu günlerin sonunda olacak olan fevkâlâde hâdise, bir sene idâre olunacak bir balo müessiriyyeti icrâ edecek derecede mühîm addolunabilirdi ve dahî öyleydi.

Dekolteler, tuvaletler, süsler, takılar, kordonlar, donlar, fırfırlar, korseler, losyonlar, ojeler, telli cigaralar, tabakalar, ağızlıklar, köstekli saâtler... neler neler... Hepsi tedârik edilmişti bile. Hattâ, vali beyfendi’nin muhterem refîkalarının tâ İstanbullardan terzi ve berber getirttiği lafları dolaşıyordu. Hattâ ve hattâ, ricâlden üç âdet zâtın, yeni evli bir kâtip namzedinin beyaz tenli, üç aylık yeni gelin ve pek güzel, pek şûh, dâvetkâr bakışlı hanımıyla dans için, düellosuna münâkaşa ettikleri iddiâsı, gizlenmez bir şayiâ hâlini almıştı.

Hanlar, otel edildiler. Çevirmelikler, pilavlıklar, külbastılıklar, haşlamalıklar, kuşbaşılar, kızartmalar... vesâireler, cömertliğiyle temâyüz etmiş(!) köylerden ve köylülerden, o fedâkâr yurttaşlardan hayrına -ve/fakat candarma mâ’rifetiyle- devşirilmiş, kesilmeye hazır ve yenilmeyi bekler duruma getirilmişti.

Komşu vilâyetler hasetlerinden çatlayabilirlerdi! Telgıraf-hâne günübütün meşgûldü; hezerân(binlerce) te-le-gıraflar keşîde edildi(çekildi); hürmetler ve muhabbetler teâti olundu. Muhâberât memurları yorgunluktan bî-tâb ve bitkin düştüler. Hemen akabinde ise, ‘acabâ kendi vilâyetlerine de vâki dâvetin mümkün olup olamayacağı, varsa, dîger denenmesi gereken usullerin neler olabi-leceği’ yollu ricâların ardı arkası kesilmiyordu. Hepsine, usûlüne uygun ‘hayır’ cevapları, muzafferâne bir edâ ve uslûpla verildi. Bî-lâ-mecbûr teskîn oldular; bir ikisine tesellî kabîlinden, konsere dâvetli olma şerefi bahşe-dilmişti.

Halk ve ahâli önemli bir gelişme veya olay bekliyor ama, adını koyamıyordu. Adam asılmasına alışmışlardı; fakat bu hengâme, biraz daha farklıydı; daha önemli bir şey olacak gibiydi. Nihâyet, ağzı torba olmayan bir iki kâtipten duyulanlar, kahvelerde “Asrîyet geliyômuş” şeklinde söz kalıbına döküldü. Tedbirsiz, câhil, boşboğaz bir iki mürtecî, hemen boynuna davulu astı: “Çalgıcılar geliyômuuş... düdükçüler geliyômuuş... lan, bildiğin zurna-cıymışlar...” deyin, laflayınca, provakatör addolunup haklarında lâzımgelen muamelât derhâl tatbîk olunuverdi.

*

Beklenen gün, nihâyet geldi.

Dîger günler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce horozlar ötmüş, sonra güneş doğmuştu. Güneşin ilk ışıkları her yeri; -özelliklegar’ı- pek tezyîn edilmiş, pek süslenmiş bir Sivas’ı ortaya serivermişti.

Beklenen tiren, nihâyet geldi.

Dîger tirenler nasıl geliyorsa, o da öyle gelmişti. İlk önce düdüğü ötmüş, sonra kendi görünmüştü. Tiren-dekiler, Sivas’ı, kendileri için, hazır buldular. Ve bir Anadolu şehri için düşünüldüğünde, karşılama, seremoni ve protokol de -lütfen- tatminkâr addolundu.

*

Konser üç gün tehîr edildi! Adamlar, herifler, şefler, kemanlar, viyolanseller ve dîgerlerinin dinlenmeye, kezâ istirahâte ihtiyâçları vardı. Mıntıkaya intibâk sarûreti hâsıl olmuştu.

                               Dağ gibi et yığıldı

Göl gibi rakı dağıldı

                               Kızlarla yatanlara kızıl keçe

                               Karılarla yatanlara kara keçe, serildi.

                               Attan beygir, deveden eşşek kırıldı

                               Yiyemeyenler birbirine darıldı

Nice cigaralar sarıldı

                               Eller elledi, beller yelledi

                               Zevk feryâdları göğe yükseldi

                               Her şey fevkâlâde güzeldi

                               Az zamanda çok hedeflere varıldı

                               Sanki, yer delindi de gök yarıldı

                               Hânım heeyy!

 

Salon konserinden vazgeçildi!

Binlercesi çarıklı san’ât ve asrîyyet âşığı yurttaşı orada zapt u rapt etmek mümkün görülmüyordu.

Alenî bir meydân konseri... Niye olmasındı!? Ve meccâne(bedâva)... Efendiler râzı oldu; bâğzı bây ve bâ-yanlar ‘eh’ dediler. 

ve... Konser’de

Potinli, iskârpinli ama, binlercesi çarıklı ve çarıksız ayak meydânı doldurdu. Pür-dikkât ve sükûnet... âcip bir sessizlik...

Mûtâd takdîm ve akord egzersizleri tatbîk olundu. Bir sürü siyâh elbiseli, bıyıksız veya tırtıl ya da dama bıyıklı; saçları geriye yatık; pancar benizli, çoğu tombul adam, ellerinde, kucaklarında, sırtlarında parlayan sarı, beyâz türlü âletle ahâliye cephe aldı. Yüksek bir kâide üzerinde oturuyor ve hiç konuşmuyorlardı. En sonunda, nihâyet, arkasındaki yarık sırtına değin uzamış, zayıf, uzun bir âdemoğlu çıkıp bu insan yığınına karşı iki büklüm eğilip ânîden arkasını dönmüş ve elinde bitiveren bir ucu sivricenek değnekle, bâzı garip hareketlere başlamıştı. Şaşırıp kalabalıktan da eğilip bükülmek isteyenlere ‘hööt lan!’ yollu, nâzikçe îkâzlar yapıldı. Eli çubuklu, palto-sunun etekleri sivri ve uzun boylu adamın, bir iki çırpın-masından sonradır ki, ilk ‘gürültü’ duyuldu. Sonrasında dîger gürültüler... Sesler, feryâdlar, inlemeler, ıkınmalar, tazyîkler; teneke, zil sesi; gıcırtı, bağırtı, anırtı... Bir vâveylâ koptu kim... Sonra, bu hengâme Sivas semâlarını bürüdü bürüdü...

Yırtık etekli adam, zaman zaman halka dönüyor, belden yukarısıyla eğiliyor, sağ eliyle yarım dâireler çiziyor, hemen yine sırtını çeviriyor... Geciken alkışları, müstehzî(alaysı) ve/fakat aflı nazarlarla kabûl ediyor... Bir heyûlâ, bir hengâme, canhırâş gayretler... İllâ-velâkin o gürültü... demir, boru, teneke sesleri...

Duyma özürlü, işitme engelli bâzı yurttaşların bile, bu gürültüye bî-gâne(ilgisiz) kalmadıkları müşâhede edile-biliyordu.

Eteği uzun yırtmaçlı herif, tam üç saâtin sonunda teskîn olunabildi. Ve son kerre san’ât-perver yurttaşlara dönüp ve yine sonreveransını yaptı. Korku ve şaşkın-lıktan afallamış kişioğulları, ancak o zaman ‘gürültü’nün dinmeye yüztuttuğunu sanabildiler.

                -Yurttaşlaa-AA-aarrr..!

                -???

                Ahâli, küşâd merâsiminden çok -bir daha- irkildi.

                -HHeeeyyy... Anadolu halkı!

                -???

                (Muhâtaplar, kime hitâp edildiğini anlamak için, sessiz bakışlarla etrâfı süzüyor).

                -... muhterem Hemşehrîlerim! Sayyın bâylar ve saygıdeğğer bâyan hanımlar! Bu san’ât ziyâfeti, bu müm-tâz konseerr... maâ’l-esef burada, şu saâtte hitâm bulmuş-tuurr... öh-hömsj... efem, Ankaralardan tâa buralara gelme tenezzülünde bulunuup... eeh... sânîyen, huzurlarınızdaa... nezîh hazîrûn... şimdii... bendeniizz... yaşşasıınn... binâen-aleyh... hatt-ı zâtındaa... hâl-i hazırdaa... öh-hömsz... sâye-i âlîlerii... zât-ı şâhânee... ebedî şeffimmiizz... niyâzî-mmiizz... gâzîmiizz... garb medenîyyetiylee... senfoniaa... konçertoo... orkestraa... baloo... tâ’zîmlee eğiliirriizz... hıcjkz! arzzss... edeerriimmsszzşşşhhııjjzzkccggğaarkjz...

                -...

                -!!!

Yüksek kâide üzerinde duranlar, pek çok hediyeyi, parlak kâğıtlara sarılmış çiçekleri ve kendilerine uzanan boyalı yanakları kırmayıp kabûl buyuruyorlardı. Mufassal tebrîk seansları yaşandı. Nice nice ‘bâyan-hanım’ öz bedenlerini takdîme varan sitâyişlerle(övgülerle), bu asrî müzik üstâdlarını kutlululayıp helecandan tir tir titreştiler. Tez güne yeniden beraber olmak temennî ve ricâları tecdîd ediliyor(yenileniyor), bir lütutkâr jest için ne diller dökü-lüyordu.

Kapanış konuşması ve lâzımgelen hitâm ve seremoni biraz uzun sürdü. Ama ya o alkışlar... Alkışlar, kesâfet kazanmış olarak hiç durmuyor, hatibi rahatsız edecek reddede âzamîleşiyordu. Nice gözler yaşardı ve nice yürekler medenîyyet aşkıyla çarptı da çarptı...

İşte, medenîyyet buydu...

İşte, asrîyyet buydu...

İşte, Anadolu buydu...

Bu necîp halkı Garbîyyete intibâkta kaâbiliyetsiz zannedenler, gelip de görsünlerdi. Garp müziği, ekümenik kilisia icrâsı, Şark’a galebe çalıyor ve alkışlar, hiç mi hiç kesilmiyordu; bu gerçek bir terakkîydi. Hayâl sanılanlar ümîd; ümîd zannedilenler hakikâtti; hakikât olanlar ise...

*

Mûsukîşinâs topluluk, dipçik ve copun verdiği müsaâdeyle ve hemen dağılıverdi. Konukları teşyî için, mülkî ve idârî erkânı, dahî ekâbirleri yeterli görmüş olma-lıydılar. Kimse yüksünmedi; âdâb-ı muâşeret cihetinden henüz kâfi terbiye almadıkları belliydi. Her şey yavvaş yavvaştı, bi’t-tabiî... 

*

Matbûât mensupları, harıl harıl halkın içine, ahâlinin üstüne üştüler. Bu mûsukîşinâs ve san’âtperver topluluğun mümeyyîz ve mümtâz intibâlarını almak istiyorlardı. Hepsi de hayretler ve gayretler içerisindeydi.

Fakat, o da ne!

Yurttaş duygularını gizliyor, yabancılarla paylaş-mıyor ve konuşmaktan imtinâ ediyordu. Amman

Tanrım, ne tevâzû, ne haşyet, ne vakâr... ve ne centilmenlik... Bu ve böyle vâ’zıyed ler Garp’ta bile ve hattâ Garp inteli-jansiyasında bile görülmezdi.

En sonunda...

İstanbullu hızlı, işbilir bir muhâbir, altmış küsür yaşlarında çarıklı bir dinleyiciyle râbıta te’sîs edebildi.

Bu, gerçek bir Anadolulu, hakîki bir köylü; bâkir bir mûsukî müptelâsı intibâı veren, alçakgönüllü, mapçûp, iddiâsız bir efendi; soru sorulabilir ve dahî cevap alınabilir bir yurt-taştı. Hızlı muhâbir daha beklemedi ve ona tevcîhen:

-Beyfendi, acabâ konseri nasıl buldunuz?

                -...

                Yurttaş, âlim değil ama â’rifti; zavallı adamcağız, sağını solunu tarassût edip ürkekçe bir göz gezdirdikten sonra, muhâbirin kulağına eğildi ve şöyle fısıldadı:

                -Dinle, Efendi! Sivas Sivas olalı, Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.

 Osman Kibar 



* 1243, Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu Hakanı II. Gıyaseddin Keyhusrev’in ordusu Moğol Beyi Baycu Noyan’a yenildi. Bu yenilginin sonuçları çok acı ve utanç verici olmuştur. Baycu Noyan hudutsuz bir sindirme ve soykırım yapmıştır. Bu katl-i âmların en dehşetlisi Sivas’ta yaşanmıştır. Olanların acı hâtırâsı günümüze kadar taşınmış ve/fakat yanlış olarak “Timur’un zulmü” biçiminde anılmıştır.

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları 

İnternete girmediğin gün vicdanın çimdikleniyor mu?

Kendini huzursuz hissedip, yapman gereken her şeyi askıda bırakarak bilgisayarın başına mı geçiyorsun?

Kanlanmış gözlerine karşın, monitör karşısında ihtiyacından fazla süre tüketip, tiryaki bir tavırla yeni bir ‘sayfa’ mı yakıyorsun?

Uyanır uyanmaz ekrana odaklanıp, eroinmanvari bir tutumla Facebook’u gözlerine enjekte mi ediyorsun?

Postu masaüstüne serip, planlarını geri dönüşüm kutusuna mı postalıyorsun?

Eğer cevabın evet ise, geçmiş olsun dostum: Sen de bir bağımlısın.

SİZ, BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUNUZ?

Siz, benim kim olduğumu; biliyor musunuz?

Gerçekten soruyorum:

Siz…

Beni tanıyor musunuz?

Durun lütfen!

Hemen:

Sözümü kesip:

“Peki, sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye çıkışmayın.

Ben..

Hoş görün!

Şaşıracaksınız ama:

Ben; en fazla sizler kadar nankör biriyimdir herhalde!

***

Huzurdan kovulan..

Dergâhtan atılan…

Diyâr diyâr sürünen....

Bir ben miyim?

Hayır!

Hiç birinizin benden yok ki bir farkınız…

Şimdi de siz;

İçin.. için içlenerek:

Ben..

diye başlayan cümleleri eveleyip durmayın içinizden!

***

Kaçınız farklı olabilir ki benden?

Hepimiz..

Ama istisnasız;

Hepimiz!

Âdem baba..

Ve:

Havva annemizin evlâdı değil miyiz?

İmtihan için bu dünya tarlasına gelen…

Ancaaaaak:

Bu imtihana ait verdiği her sözü nerede ise unutan varlıklar.

Kendini Yaratanı unutacak kadar gâfil…

Halbuki:

Peygamber (asm) bile bir an benimle baş başa kalmak istemedi….

***

Siz, benim kim olduğumu; bilmiyorsunuz?

124 bin peygamberin huzurunda hesap vereceğiniz “Haşir Günü”nü hâyâl etmenizi bile engelleyebilirim ben!

Ben:

“Kör nefisim”!

***

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler!”

Rûm Sûresi

Merhametine sığınıyoruz Allah’ım!

“Kör nefsimizi” ıslah et Allah’ım…

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları 

DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK

Toplum kavramı vücut bulduğundan beri siyaset felsefesinin yoğunlaştığı konuların başında birey- devlet ekseninde egemenlik ve özgürlük gelir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda genel anlamda yaşam standardının asgari düzeye ulaşması, teknolojinin hızla gelişmesi ve bunun getirisi olarak insanların büyük oranda hizmet sektöründe istihdam edilmesi, devletler arasındaki boy ölçümlerinin ekonomik sahada yapılması ve yine teknolojinin belki de en büyük yansıması eşzamanlılık ile küreselleştik. 

Küreselleşme ile keskin ideolojiler bir bakıma imha oldu ya da yumuşayarak benzeşti. İdeolojik olarak keskin bir aidiyet ortadan kaltı. Egemenler politikalarını sorunlar üzerinden güttüler ve bunu da halktan aldıkları erki halkın en geniş anlamda faydasını gözeterek daha makul bir ifadeyle de halkın faydasına kullandıklarını ileri sürerek yaptılar.

'Daha iyisinin icadına kadar en iyisi bu' diye adlandırılan demokrasiyle de insan üzerine temellendirilen hiçbir sistemde gerçekleşemeyeceği gibi %100 bir memnuniyet sağlanamadı. Özgürlük savaşçısı liberteryan ruhlu insanların yanında egemenliği daha iyi kullanacaklarını(!) veya kendileri için kullanmayacaklarını ileri süren diğer grupların mağduriyeti bazı yönetimlerde az bazı sandık çoğunluğunun totaliterlik ilan ettiği yönetimlerde çok da olsa hep vardı. En nihayetinde bisikleti en son alan şehir dışına çıkmasa da bisikleti evine götürecekti. 

İşte bunun için bugünlerde ''içki yasağı''nı konuşuyoruz, demiyorum. Özgürlüğün haktan çok sorumluluk ihtiva ettiğine inanan biri olarak sınırlandırmaların gerekliliğini yadsıyamayacak bilinçteyim. Ancak sosyal hayatı düzenleyen her hüküm bir mantık dizgisi içinde ve tabanın düşüncesi, arzusu paralelinde olmalı.

Hele ki gençleri korumaya yönelik çıkarılan bir yönetmelikte kır düğünlerinde, açılışlarda, resitallerde içkiyi yasaklamak gerçekten pek samimi gelmiyor. Ben mesele Ayvalık'ta bir restaurantta rakısız balık yemek isteyecek fazla insan tanımadım. 24 yaşın altındaki gençlerin bulunma ihtimali yüksek yerler deyince bir Rock'n Coke gelir ki aklımıza lisenin bahar şenliklerine meyve suyu kutularında votkalar sokan bir nesil düşünüldüğünde ''içkisiz'' olması ne ve namümkündür. 

Onun içindir ki her şey alkol ve üreme eyleminden ibaret değildir ama bazı şeyler ilişkili olabilir. Bu medeniyet göstergesi de değildir elbet ancak tercih meselesidir. 

Mevcut 'sınırlandırmalar' için Amerika'yı örnek gösteren yetkililere İndiana'da fazla kişi öpenlerin bıyık bırakmasının yasak olduğunu hatırlatır, saygılarımı sunarım.

Aysel Serpil Gorgun

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler