Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında

Erdem Umudum tarafından yazıldı. Aktif .

 

1. Beşikten Mezara Bir Göç Olarak Yaşam:

  “Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen aldık döndük mezara”

Yunus Emre

İnsanın sadece yaşam sürme sürecini ele alırsak, insanı iki kelime ile özetlemek mümkündür: doğum ve ölüm. Ancak bu sadece bedeninin/cesedinin mevcudiyeti ile ilgili bir durumdur. İnsan ise hayat sahibidir. Hayat, yaşam ve ölümü mündemiçtir. Doğum, ölüm ve ölüm sonrası diye zaman bölümlerine ayırırsak mekân değişikliklerini ihmal ederek bu zaman hareketliliğinin öz-ne-si olarak insan “seyir ve seyahat” etmektedir. Ve doğumdan sonra doğum öncesine dönemediği, (beden olarak) öldükten sonra ölüm öncesine dönemediği için bu seyir ve seyahati [edebî bir yaklaşımla] “göç” kelimesi ile ifade etmek mümkündür.

İnsanın sadece beden varlığı dikkate alındığında “İnsan … hayvandır” şeklindeki tanımlamaların yüklemi bir anlam ifade eder. Zira hayvan, [Arapça orjinli: hayawan] yaşamın devam etmesi ile ilgili bir mefhumdur. Bu sebeptendir ki canlı türü olarak bahsedilirken “biyolojik olarak insan” yerine “beşer” kelimesi tercih edilir. Bugün “hayvan” kelimesinin yaygın kullanımına bakıldığında da “hayvan” diye isimlendirilen varlıkların belirgin özelliklerinin sadece yaşam sürdürmeye indirgenebilmesi ile alakalı olduğu anlaşılacaktır.

Her ne kadar bu yaşam sürme, beden sahibi olma hali “insan”ın varlık katmanlarının en aşağısı olarak tavsif edildi ise de “insan” olmanın primer şartıdır. Klasik dönemden(Osmanlı dönemi) intikal eden eserlere bakıldığında “hayvân-ı nâtık” şeklinde bir ifade ile karşılaşılır. Yani konuşabilen, [zımnında da düşünmeyi barındırır bu durum] hayvan(yaşam sahibi) olan insan, insaniyeti kazanabilmek için yaşam sürdürebilir olmalıdır. Bu, insana tanrı tarafından verilmiş; “var oluşun”, “varlık”ın asgari ve primer şartıdır. [Varlığın “tanrı” kaynaklı oluşunun gerekçesini açıklamak gerekirse: “tanrı” mefhumu ile kastolunan “oluş”tan, “zaman”dan ve “mekân”dan berî, “varlık”ı “var” eden “yok”u imkânsız kılan, daima ve mutlak “var” olan olduğu için bir septik filozofun dediği gibi: “Galiba tanrının varlığını kabul etmek durumundayız.” Burada bahsedilen bir kurum olarak “tanrı”lık makamıdır. O’ndan gayri tanrı olmayan, o makamın yegâne sahibi ve maliki olan Allah-u Zülcelal kastedilmemiştir. Nitekim din bahsinde inanma(iman) meselesinin tamamen şahsî olduğu, izahının ve isbatının kabil olmadığı malumdur.]

 

2. Beşeriyetten İnsaniyete Göç:

"Arifin her bir sözün duymaya insan gerek

Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi”

Niyaz-i Mısrî

Canlı türü olarak beşer olmaktan maada insan olmak, yaratılmışların en üstünü olmak vasfını kazanmak bir emek, gayret ve tasarruf meselesidir. Bu sayededir ki sadece yaşamdan ibaret olmayan bir hayatı anlamak ve daha mühimi “anlamlandırmak” mümkün hâle gelecektir.

Var olanı önemli kılan onun anlamıdır. Bazılarının anlamı kendinden menkul iken, bazılarının anlamı onlara kazandırılır yani o şeyler “anlamlandır”ılır. “Anne” mefhumu mesela her fert için oldukça önemli yer tutan bir mefhumdur. Dil, düşünce, yaşam ilh. pek çok mefhumla ilişkisi bulunan bir mefhumdur. Ancak kişi annesi ile yaşaması gereken tecrübeyi yaşamaz ise anne mefhumu o kişi için o kadar büyük bir anlam ifade etmez, etmeyecektir. Kural olarak çocuklar “anne” diye ağlarlar. Ancak annesinden ayrı babasının yanında büyüyen bir çocuk muhtemeldir ki “baba” diye ağlayacaktır.

“Anlamlandırma” beşeriyetten insaniyete geçme basamağıdır. İnsan çevresini, kendisini, dünyayı, yaşamı, ölümü, ölüm sonrasını “anlamlandır”ır. Bunun sayesindedir ki yaşam sürdürebilir. İntihar etmek üzere olanların sarf ettiği: “Artık hayatın bir anlamı kalmadı.” sözü bu durumu anlamamız bakımından bize yardımcı olacaktır. Hayatın anlamı denilen şey, insanın ona karşı aldığı konum ve bakış açısı ile ilgili olarak insan tarafından inşa edilen izafî bir kavramdır.

Bu inşa süreci içerisinde yaşadığı toplumun, kişinin anlam-değer dünyasına yaptığı/yapacağı katkılar da inkâr edilemez bir gerçektir. Kişi içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına, kavram dünyasına göre pek çok şeyi anlamlandırmaya başlar. Örneğin; yaşadığı toplumda büyüğün yanında yüksek sesle konuşmanın hoş karşılanmadığı bir kişi, bu davranışı sergileyen ve hakkında başka bilgi sahibi olmadığı birisini gördüğü vakit, (tanıdığında onu çok sevecek olsa dahi) o kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahip olacaktır.

Yani diyebiliriz ki kişi dünyayı sıfırdan anlamlandırmak yerine içinde yaşadığı toplumun (gayrî iradî) etkilemesi [dil, din, adetler…]  ile bunu yapacaktır.

 

3. Göçe Fazla Yükle Çıkmak Makul Mü?

"Cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhiyle

Cemiyet ah cemiyet yok eden güruhiyle"

Necip Fazıl

İnsanın dünyayı anlamlandırması onun yaşamı için elzem olmakla birlikte fazlaca bir anlamlandırma da kişinin -moda tabirle- yaşam kalitesini (!) olumsuz yönde etkileyecektir. İnsan bilinçli veya bilinçsiz pek çok kural/norm içerisinde hayatını idame ettirmektedir. Bu kuralların bir kısmı devlet tarafından koyulan kurallar olmakla birlikte, devletin koyduğu kurallardan daha fazla etkiye sahip olan toplumsal kurallar da oldukça fazladır. Globalleşen, tek tipleşen dünya dahi kendi “global kabilesi”nin kurallarını oluşturmuştur.

Sokrates Savunma’sında: “Araştırılmamış, eleştirilmemiş bir yaşam; yaşanmaya değmez.” der. Biz insanın birtakım kurallara göre, onları referans alarak hayatını idame ettirdiğini söyledik. Şüphesiz ki insan bir anlam-değer dünyası ışığında meydana gelmiş kurallara riayet ederek yaşamakla yükümlüdür. Aksi takdirde ahlâk perdesinden de kurtulmuş olur ki, bu onu lalettayin bir hayvandan farksız kılar. Yine bu kuralların içinde yaşadığı cemiyetin nev-i şahsına münhasır özelliklerinin de olması gereklidir ki o kişi dünyaya herhangi biri gibi olarak değil, kendisi olarak bakabilsin.

İmdi, ortada bir kural varsa iki ihtimal söz konusu olur. Ya kural uyulması gereken, iyiye,doğruya ve güzele ulaştıracak bir kuraldır; ya da uyulmaması gereken kötüye, yanlışa ve çirkine götüren bir kuraldır. Bu noktada kişinin uyduğu kurallar da iki kümeden birine girmek durumundadır.

Peki kişi uyduğu kuralların hangi kümeye dahil olduğunu nasıl tespit edecektir? Sokrates üstadımızın sözü burada devreye girer: “Sorgulayarak!”

 

4. Netice-i Kelâm Niyetine:

“Çağrışır tellallar inanmaz mısın?

Göçtü kervan kaldık dağlar başında”

Yunus Emre

İnsanın yaşamını kendisi sürdürmekle beraber bunu bir toplumun içerisinde yapmaktadır. (Farklı eksenlerde birden fazla kervanın içerisinde olması da mümkündür kişinin.) Toplumun kurallarına düşen rol, topluma mensup olan fertlerin “hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır.” Bunun ötesindeki kurallar toplumun yok ediciliği cüzünden olacaktır ki kişiye nefs-i müdafaa hakkı doğurur.

Ferdin içinde yaşadığı toplumun kurallarını tenkidinin ne denli zor bir iş olduğu aşikârdır. Zira bir şey hakkında kanaat bildirmek için ona belirli bir mesafede bulunmak gerekir. Bu bahsettiğimiz mesafenin fizikî ve fiilî olması gerekmez. Fikrî bir konumlama ve mesafe ile bu mümkün olacaktır. Soru şudur: “Bu kurallar ile nereye ulaşılabilir?”

Bu soruya tam olarak cevap verilmesi mümkün müdür değil midir bilinmez ama, bu soruya cevap verilirse ikinci perde zannediyorum ki şu şekilde olacaktır: “Ulaşılabilirliğin sınırları nelerdir?”

Tabi burada Şirazlı Sadî’nin ikazını tekrar etmekte fayda var: 

Be deryâ der menâfi’ bî-şomarest

Ve ger hâhî selâmet der kenârest

(Denizde sayısız menfaatler olmakla beraber

Selamet istiyorsan bu kıyıdadır!)

 

Yazar Hakkında

Erdem Umudum

Erdem Umudum

91 senesinde doğdu. Öğretmen lisesini bitirdi, hukuk tahsilini tamamladı. Sorulara olan merakı cevaplara olan iştiyakını azalttı. "Herkes koşar zıplar, bizimki yürüyemez..."

 

 

 

 

Kafa Kâğıdı:       

Online dergiler Online dergiler