Hukuk fakültesini göçmenler işgal etmiş. Onlarca göçmen koyu renkleri tenleri, gür sakal ve bıyıklarıyla üniversitenin çimlerinde oturmuş açlık grevi yapıyor. Çimler kaşındırıyor. Onlarda kendilerini kaşıyor. Bir Atinalı otursaydı eğer o çimlere o da kaşınmaya başlardı.

Eyleme seyretmeye gelen bir grup öğrencinin içinden ”Göçmenler pisliktir, uyuz gibi kaşınıyorlar” diyor bir Atinalı öğrenci. Bir diğeri “Üniversitemizi işgal ettiler çimlerimize basıyorlar ses çıkartmayacak mıyız?” diyor arkadaşlarına. “Bunlarda kim oluyor ki” sesleri yükseliyor eylemi seyreden kalabalık grup içerisinden. Yunanistan’ın en seçkin öğrencilerin göz zevkini dahi bozuyor bu görüntü.

Tamam, işçi olarak barlarımızda, alışveriş merkezlerinde ya da herhangi bir yerde olabilirlerdi. Bu durum göz zevkimizi bozmazdı, nasıl olsa bir paspasçı veya garsondular; Ama üniversitemize girmeleri kabul edilemezdi.

Tiksinçti değil mi? Kaç dil biliyordunuz? Üç. Bir çok ülkeyi gezdiniz. Siz aç bir göçmenle nasıl bir tutulabilirsiniz? Siz daha dilin muhteva olarak ne anlamlar ifade ettiğini bilmeden, küçük yaştan başlayarak yabancı dil eğitimi almışsınız. Arkadaşlarınız gibi.

Orta sınıf ahlakı mı dedi birisi? Şu yoz ahlak. Ahlaksızların ahlakı. Aslında biz göçmenleri dışlamıyoruz. İçimizdeler, şehrimizdeler ve mahallemizdeler. Para kazanıyorlar. Özgürler. Ama biz onların yerine düşünürüz. Köle ahlakı. Köleler düşünemez.

Göçmenlerden biri ayağa kalkıyor, bozuk İngilizcesiyle bildiriyi okuyor “ We want to be good sitution ” ( Do you know what I mean?) Göçmenin telaffuzu öğrencileri güldürüyor. Açlıktan kırılıyoruz, ekonomik kriz hepimizi zor durumda bıraktı ama hükümetimizin Türkiye sınırına duvar örme projesi gayet mantıklı. Hem ucuza getireceklermiş yıkılan Berlin duvarının taşları hala duruyormuş. Almanlar dünya halklarına ders olsun diye saklamış bugüne kadar ama artık bu yıkılan duvarın taşlarına bakıp ibret alma vakti geçtiği düşünüldüğünden, bu taşları

Avrupa’nın en uç vilayetiyle AB’ye girmesi düşünülen Türkiye arasında örülecek olan duvar için Yunanistan’a satacaklarmış. E Yunan işçileri ve dengi mesleklerde çalışanlar biraz daha sıksınlar kemerlerini. Önemli bir konu çünkü bu. ( Bu arada da hükümet bazı büyük yunan girişimcilerin krizden zarar görmeden  çıkmaları için yardım paketleri çıkartıyormuş)

Polis, Rektör Theodosis’ ten izin bekliyor şu göçmenlerin kafalarını ezmek için. Göçmenler masumca “Eğer eylemimizi başka yerde yaparsak kimse bizi dinlemez” diyor ve ekliyorlar “ Gelirken tabutlarımızı da getirsinler” .

Yunan Milli Eğitim Bakanı Theodosis’i cepten arıyor ama bir türlü ulaşamıyor. O an öğreniyoruz ki bizim rektör çocukluğundan beri tiyatroya meftunmuş. Duyduğumuza göre şu sıralar amatör bir tiyatro grubu ile provadaymış Nietsche’nin bir eserini sahneye koyacaklarmış.

Theodosis de çalışmalara motive olamadığı için telefonun sesini kapatmış. Sesini rektöre duyuramayan hükümet adeta deliye dönmüş durumda ve şehirdeki tüm polis teşkilatını üniversitenin etrafına yığıyor.

Bunu da şimdi fark ettik polis üniversiteyi çepeçevre sarmış. Üniversitedeki ortam çok gergin. Göçmenlerden çok açık renkli ve eğitimli yunan öğrenciler korku içinde. Bir an önce şu it sürüsünü kovup rahatlamak istiyorlar. Polis onlara her türlü desteği vermeye hazırmış. Örgütlenip üstlerine yürüyebilsek kaçışacaklar( Sanki kaçacak bir yerleri varmış gibi)

Derken ellerinde flamalarla sol gruplara mensup öğrenciler geliyor. “ Dünya halkları birleşsin. Bizim tek düşmanımız bizleri sömüren burjuvazi ve onların uşaklarıdır” sloganını hep bir ağızdan söylüyorlar. Eyleme seyretmeye gelen öğrenciler dağılıyor.

Sol görüşlü öğrenciler çimlere, eylemcilerin yanına oturuyor. Bir süre sonra sol gruplu öğrenciler de çimlerden dolayı kaşınmaya başlıyor. Bu sırada hukuk fakültesine doğru gitmekte olan bir öğrenci “ Şu pislik solculara bak…” diyor sinirden köpürüyor bu yüzden söylediklerinin gerisi duyulmuyor.

“….Köpüren, köpürtücü bir hayatın nadasıdır kardeşim 
bütün devrimcilerin çektikleri 
biliriz dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır 
dağlarda gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki 
pusmuş bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak 
ama budandıkça fışkıranda bizleriz 
ölüyoruz, demek ki yaşanılacak...”

REKLAM VE FACEBOOK

Marka olmak çok farklıdır. Tanınırlık, rekabetin yüksek olduğu bütün pazarlarda 1 adım önde olmak ve yoluna devam etmek demektir.

Marka olmaya giden yol uzun bir süreçten geçer. İlk baştan işe başlarsın, zorluklar atlatırsın ve büyük düşünüp büyük oynaman gerektiğini aklının bir köşesinde yer edindirirsin.

İşte bu andan itibaren markalaşma süreci başlamış olur. Bu süreçten başarılı şekilde çıkmak hiçte kolay değildir. Zira, yapılan veyahut unutulan herhangi bir adım; sizi kendi içinize krize sokar ve marka olma hayalinizi bırakıp işletmeyi nasıl kurtarırım sorularını aklınıza getirmeye başlar.

 İşte bu süreçte dikkatli şekilde ve ayaklarınızı yere sağlam basarak girdiğiniz zaman alnınızın akıyla çıkabilirsiniz.

Reklam, markalaşma sürecinin ortalarına doğru izleyeceğiniz başka bir adımı oluşturur aslında. Tabii; marka olmuşlarında, büyümesini sürdürebilmeleri için izledikleri bir yoldur da.

Gazete, dergi sayfalarına verilen veya televizyonda kanallara verilen her tür reklamın tek bir amacı vardır aslında. Daha fazla müşteri kitlesine ulaşmak…

Bu yüzden, şirketlerin ciddi anlamda reklam giderleri vardır.

Daha fazla müşteri kitlesine ulaşmak, günümüzde gelişen teknolojiyle daha kolay hale geliyor. Üzerine film yapılmış bir sosyal ağ sitesi olan Facebook, 500 milyon kullanıcı sayısını geçmiş durumda.

Yazımızı Türkiye ile kısıtlayarak şekillendirelim. Türkiye’de bu siteyi kullanan 25 milyon kullanıcı var. Bu kullanıcı sayısı Türkiye’nin 3’te 1’ine ulaşma imkanı sağlıyor. Bu yüzden şirketler, tanıtımlarını Facebook sitesi üzerinden de yapıyorlar. Bu rakam, şirketleri cezbetmeye yetecek kadar yüksek.

İnternete reklam vermek son 3 yıl itibariyle ülkemizde yaygınlaştı. Artık işletmeler, reklam giderlerini oluşturan listeye interneti de ekledi. Ama, Facebook üzerinden tanıtım yapılmaya yeni yeni başlandı.

Aklınıza gelebilecek olan büyük markaların hepsi bu sosyal paylaşım sitesinin aracılığıyla yüz binlerce insana ulaşıp ürününü, etkinliğini paylaşabiliyor.

Durum böyle bir hal aldığında ise, şirketler tanınırlıklarını arttırmak için Facebook sitesine başvuruyorlar.

Gelişen teknoloji, reklam alanında şirket tanıtımlarına da büyük katkı yapıyor…

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

 

 

Gecenin katrana bulanmışı, müjdenin en somutudur...

Hayatın, bizim yürümemize fırsat vermeden ayağımızın altında dürüldüğü bir evresi vardır.

Gençlik...

Her mahlûkun son nefesini Zerdüşt verdiren, yanan, yakan, yalımlarıyla okşayan, kılıçları kerpetenle sökülen, nihayetinde boş bir hevesten bile evvel sönüp giden bir ateş...

İkincisi olmayan bahar, tekrarı olmayan seher...

Kazası olmayan bir ibadetin, o olmayan kefareti...

Baş döndürücü hızın kusturduğu neslimizin şaşkın neferleri bizler... Boşlukta salınan bir fıçının içinde şapşal ifadelerle hakikati arasak neye yarar?

İnsan neyle yaşar sorusunun en kestirme cevabı olan “hakikat” sahi, nerede?

Aptal kutusundaki tartışma siperlerinin monolog bombalarından sökülebilen, süt dişine bile dokunmayan bilgi kırıntılarının altında saklanma çabası, elbiseye serpilen malumatfuruşluğun onulmaz cakası...

Eğilip bükülen, merdiven altı atölyelerde namlusu değiştirilen ve ölümcülleştirilen düşünceler kapanı... Aptallaştırılamama hızıyla kumandada dans eden parmakların yönettiği taze müstefreşe... Aşikâr; sende yok “hakikat”...

Veyahut, sen, internet dedikleri melanet... İnsanın kendisine ihaneti. Ucuzluğun taşeronu, porno izleyen ergenleri kendisini ders için kullandıkları yalanını uydurmak zorunda bırakan, “yanlış eller”de olacağı biline biline “çok tehlikeli” tasarlanan terminatör...

Vücut geliştirme, araç modifiyesi ikilisini üçleyen boş iş... 1 ve 0 kadar siyah beyazken kendini “renkli” sandıran sempatik yalancı… Hakikat hedefini hiç eden kaleydoskop.. “Üzgünüm, sorun sende değil bende...” diye başlayan günah çıkarmaların kalesi...

Bilemedik, affet.

“Bilen adam”ların hakikat otağında, gönül odağında kopan kasırgalarca serinlemek bir nebze... Eski demlerden bir melodiyle raksetmek... “Her biri zamanı için büyüktü.” şiarını terk etmek pahasına kapılıp gitmek yasak diyarlara.

“Bilen söylemez, söyleyen bilmez”i bilmezden gelmek umutsuzca, eve gelen babanın ceplerini karıştıran çocuk heyecanıyla lafa tutmak “Bildiren”i. Hakikat açlığının gurultusuyla utanmak, utandığı için aç kalmak, ve sisifos’un kayasının altında geçen bir cehalet krizi...

Mamafih, bezirganların tarifesi açık; hakikat bu “ahir” sezonda da  %yalan’a varan indirimlerle…

Ve son tercih, acı umut: Kitap…

Milyarlarca kitap içinde debelenen kentrilyonlarca paragraf, daha fazla sayıda cümle, bir o kadar daha fazla kelime...

Hakikate ulaşma aşamasında sadece bir basamak... Üst üste konması ancak ustalıkla mümkün olan bir cennet merdiveni... Nihayetinde, samanlıkta iğne aramak için bile en azından parsel belirtilmeli...

Kitap yığınlarının gölgesinde vitaminsiz kalan genç beyinler kırılganlaşıyor; bir bilge efendi, bir iş bilir okur-yazar, bir hakikat avcısı, en azından asık suratlı bir kütüphane memuru dileniyor…

Bir doğru... Yani “hakikat”le “tâlip” arasındaki en kısa mesafeyi bildiren çizgi…

Demem o ki güzel insan, fikir sandalcıları için en gereklisi, emin bir deniz feneri…

 

Diktatörler!

Onlar da insan...

İnanması güç ama onların da duyguları var.

Bizim sahip olduklarımızdan çok farklı belki ama onları da derinden etkileyen, uykularını kaçıran korkuları var.

Öyle ki, ölümden sonra yok olma korkusuyla kendini mumyalatan yüzlerce yıllık firavunlardan bugüne; günümüzde benzer "yok olma" korkusunu taşıyarak sahip olduğu tahttan bir türlü vazgeçemeyen nice modern firavun var.

Gücün, "her şey" olduğuna inanıp; ondan vazgeçtiklerinde kendilerinin de unutulmaya/yok olmaya mahkûm olduklarını düşünerek, daha yaşıyorken "kendini tahtıyla beraber" mumyalatan acınası hükümdarlar var.

Dünya tarihinde diktatör isimler, en az halk kahramanları kadar yer edinmiş ve unutulmaz karakterler olarak kalmışlar.

Faşizm'in fikir babaları Mussolini ve Hitler'den başlayarak, yakın tarihimizin otokrat yöneticilerine şöyle bir baktığımızda; yönetimi ele geçirişleri, yönetimde kaldıkları süreçler ve yönetim sonrasındaki akıbetlerinin genel anlamda bir paralellik gösterdiğini fark ediyoruz.

Hemen hepsi; ülke genelindeki istikrarsız gidişattan yararlanıp, yönetime el koyuyor ve içinde bulundukları sıkıntılı dönemi en yakın zamanda atlatacaklarına dair yüce vaatlerle monarşik bir sistemi uygulamaya koyuyorlar. Bu sistem, Mussolini’nin egemenliğindeki İtalya'da kısmen işe yarıyor, işsizlik bir süreliğine azalıyor ve Mussolini kısa süreli de olsa bir popülerlik kazanıyor. Ancak İtalyan partizanların onu ele geçirip öldürdükten sonra, cesedini baş aşağı asmalarından ve "devrik lider" akıbetinden kurtulamıyor.

20. yüzyılın ilk yarısı için Mussolini örneğini verirken, aynı yüzyılın ikinci yarısına ve son zamanların dünya gündemine damgasını vurmuş bir isimden bahsetmeden olmaz. Kendisi, belki de şimdilerde bilinen en ünlü diktatör: Hüsnü Mübarek!

Mısır denince, piramitlerden ve Nil nehrinden sonra akla gelen ilk şey, Mübarek!

1981'de Enver Sedat'ın bir suikast girişimi sonrası ölümüyle, cumhurbaşkanlığına gelen ve 1987, 93, 99 ve 2005 yıllarındaki seçimlerin her birinde tekrar tekrar seçilen(!) ve ülke halkının 25 Ocak'ta başlattığı protesto hareketiyle resmi olarak 11 Şubat'ta görevi bırakmak zorunda kalan bir başka "devrik" diktatör!

İstifasını verdiği günden bir öncesine kadar yaptığı her konuşmada, görevinin başında olacağını ve hiçbir yere gitmeyeceğini ima edip, soğukkanlı bir lider duruşu sergiliyor. O bu sözleri söylerken; kendilerine hizmet(!) etmeye devam edeceğini söylediği Mısır halkı, dışarıda "BIRAK / GİT" diye bağırmaya devam ediyordu. Tüm bu yaşananlar, aslında klasik diktatör & halk ilişkisini gösteren bir resim!

Diktatörlerin genelde benzer dediğim akıbetlerinden biridir bu: Yönettikleri halkın, onlardan nefret etmesi!

Halk ya da devlet için "en iyi ve doğru olanı" yaptıklarına olan inançlarından olsa gerek; ben onların halkın sevgisini kazanmak, gönüllerde yer etmek gibi yersiz(!) endişelere kapılmayacaklarını düşünüyorum.

Çünkü diktatörlerde hâkim olan en etkin duygu, korku!

Gücünü kaybetme, itibarını yitirme ve bunları takiben "yok olma" korkusu.

Bu korkuyla daha sert, daha katı yönetimler uyguluyor ve sevgi kazanmaktansa itibar kazanmayı öncelikli buluyorlar.

Ama farkında değiller, dünya değişiyor.

Artık daha bilinçli halklar var. Kendi haklarından haberdar olan gençler yetiştiren halklar var.

Medyayı kullanıyorlar, interneti kullanıyorlar ve bugüne kadar görülmemiş direniş sergiliyorlar. Ve en güzeli de ne biliyor musunuz? Bu direnişler işe yarıyor!

Bin Ali Tunus'dan ayrıldığında; Mübarek'in yüreğine bir korku düştüğüne eminim.

Mübarek istifasını açıkladığında, Libya, Bahreyn, Yemen, Cezayir liderlerinin endişelendiğine eminim!

Kader ağlarını örüyor, dostlar!

Yok oluşun kendileri için bir kader olduğu diktatörlerimize Euripides'den bir alıntı yaparak yazımı sonlandırıyorum ben de :

"Her şey değişir. Her şey yerini bulur ve sonra yok olur."

Gözyaşlarını saklayan fiillerle tanıştınız mı hiç?

Beklemek'le mesela? Özlemek, sevmek ya da kalmak'la...

Hiç ağladı mı kelimeler sizinle?

Gitme'ler, dur'lar, susma'lar sustu mu siz sırılsıklam yastıkları yine ıslata ıslata kurutmaya çalışırken?

'Aşk masaldır' demediler mi size, 've masallar mutlu sonla biter'?

Peki, hangi son bıraktı sizi mutlulukla?

'Bu son' deyip kaç kez tekrarladınız aynı hatayı?

Hayatınızda kaç kez aynı kaldınız siz?

En son ne zaman geldiniz kendinize?

Ve ne zaman geçtiniz kendinizden?

Siz hiç, sokakta gördüğünüz dilencilere 'Allah rızası için' küfretmediniz mi?

Vicdanınızın kulaklarını tıkayıp fark etmeden sağırlaşmadınız mı?

Ve sanki siz duyuyormuşsunuz gibi gerçek sağırlara acımadınız mı?

Çocukların yaram'azlıklarını kıskanmadınız mı?

Onlar gibi olmak için kaç kez savaş açtınız o koskocaman bencilliğinize?

Geceleri aşkla yatıp ayrılıkla kalkmadınız mı sabahları?

Siz şehirleri terk ederken düşündünüz mü hiç onları? Sizi terk edenle aynı olmadınız mı o zaman?

Bir insandan gitmenin, bütün şehirleri terk etmek olduğunu öğretmediler mi?

Yanağınızda saklanan kirpiğe uzanan eller umudunuz olmadı mı?

Bakmadınız mı hiç aynada yüzünüze? Yüz yüze gelmediniz mi kendinizle?

Sevmediniz mi? İncitmediniz mi? Kırmadınız mı? Ve kırmadılar mı kalbinizi?

Cayır cayır yakmadılar mı sizi de bu dünyada ve cayır cayır yanmayacak mısınız öbüründe de?

Ne vardı ki elinizde ya da ne kaldı?

Aşk dediğiniz kaç şairi öldürdü, haberiniz var mı?

Bir şey söyleyeyim mi size?

Aşkı tanımlayacak kelimeler yok artık,

Mutluluğu resmedecek ressamlar yok,

Barışı temsil edecek ülkeler yok.

Ölü şairler var sadece,

Ve aşk ölü(m)leri sever genelde...

ÂLİMİN ÖLÜMÜ

Erol Beğ 24 Nisan 1983’te vefat ettiğinde kırk beş yaşındaydı. Kırşehir 1938 doğumluydu. Kırşehir âhi geleneğinin önemli merkezlerinden birisidir; dedesi Hâfız Osman, Âhiler Beldesi âhi tekkesinin son şeyhiydi. Erol Beğ’in yetiştiği âile ve çevre böyle olmakla birlikte, çocukluk dönemi Türkiyesi için güzel şeyler söylemek mümkün değildir. Selçuklu mirası bir câminin kitâbesini kazma ile parçalayan, Rum maşatlığından topladığı istavrozlu taşları şehir müzesinde sergileyen tarih öğretmeni kimliği karşısında dehşete kapılan bir çocuk... Erol Beğ’in sistemle doku uyuşmazlığını, yalnızca bu örneğe bağlamak -elbette- yeterli görülemez. Ama manzara ve tuvaldeki kan rengi kullanım oranı bununla sınırlı kalmadığından, belli bir fikir vermesi beklenir. Evet ‘beklenir’; bu ifadeyi uslup tarzında, temennî tadında ve Türkçe güzelliği sunumunda bize kazandıran Erol Beğ’di. Doğrusu, yirminci yüzyılı bekleyiş halinde bir kaybediş olarak yaşamış kara yazgılı millet, bu kelimeye hiç de yabancı sayılmazdı. Erol Beğ, cümleyi ‘...beklenir’ diye bitirirken ‘gerekir, umulur, doğrusu budur, yakışır, yapılmalıdır, görevidir’ diyordu; ‘beklemek’ fiiline kazandırdığı ve terim tanımına yaklaşan bu yükleyiş bile onun uslubu hakkında yeterince aydınlatıcıdır. Ayrıca o, okuru yücelten bir niyetle ‘aydın dili’yle yazmış; uslubunu ağır bulanlara ‘Okuyucularımıza sokak ağzıyla hitap etmemiz beklenmemeli” karşılığını vermiştir.

Erol Beğ “Bağdat’ın dışına çıkmamış Fuzûlî’nin eserlerinde bir tek Türkçe yanlışı görülmezken, (sözde) profesörlerin yazdığı makâleyi anlamakta güçlük çekiyoruz” derken, dil hassasiyetini ortaya koyuyordu. Ama o, kelimeden çok cümleyi öne çıkaran, cümleye yeni ifade kâbiliyet(ler)i kazandıran, dil hâkimiyetinin kimyâsını öğreten bilge kişiliğiyle temâyüz etmişti. Onda birikim itibâriyle eski yeni çelişkisi yoktu; oluş, oluşun içindelik ve oluşa yön verme biçiminde tanımlanabilecek bir iddiânın temsil kimliğiyle konuşuyordu. Haddimizi aşma pahasına, onun için Kur’an’da ifadesini bulan şekliyle bir âlimdi demek isteriz. Binâen-aleyh, “âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” sözündeki hikmetin tecellîsi olsa gerek, onun ardından onun gibi -veya onu aşan- bir âlim çıkaramadık. Bu satırların yazarı -yine de- A. Tûran Alkan, Tâhâ Akyol, Mustafa Çalık, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan gibi bir elin parmak sayısını bulmayan adı onun vârisi olarak görmüştür.

Erol Beğ, kıymeti kendinden menkûl Z. Gökalp için “Türk kültürünü en yanlış anlayanların başında gelir” tespitiyle bir tabuyu daha yıkıyor ve anılan kişinin kitabına ad yaptığı ‘yeni hayat’ın aslında ne olduğunu cesur bir tavırla ifşâ ediyordu (Fakir, buradan hareketle ve/fakat ancak ikinci okuma sonunda hocayı anlayabilmişti: Yeni hayat ‘yeni din’ demekti!). O, sistemle ilgili olarak Osmanlının tasfiyesi ardından batı taklidi bir hayat tarzının vâdedildiği bilgisini verir. Devamla, herhangi bir sosyal-siyâsî sistemin başarı ve başarısızlık tartışması için ise, elli yıllık bir sürenin yeterli ve mâkul sayılması gerektiğini söyler.

Erol Beğ, her şeyde olduğu gibi yine çerçevesini İslâmın çizdiği, kültüre dayalı bir milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve bu görüşün esaslarını kuran birisi olmuştur. Salt milliyetçilik (nasyonalizm) düşüncesine ise muhâlefet etmiştir.

Erol Beğ, ilmî kimlikli cesur kaleminin yanında velûd (üretken) bir yazardı. Değişik dergi ve gazetelerde çıkmış pek çok deneme ve makâlesi vardır. Günümüzde pek erbâbı kalmamış ölüm ardı (nesirle mersiye) tarzındaki yazısı, hocası Mümtaz Turhan’ın ölümünden iki yıl sonra yayınlanmıştır. Dündar Taşer’i anlatan deneme ise, vefâ borcunu edâ olmakla birlikte türünün en seçkin edebî örneği kabul edilmiştir.

Erol Beğ’in kitapları 1975’ten itibâren yayınlanmaya başladı: Türk Kültürü ve milliyetçilik, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Dünden Bugüne, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İslâm Tasavvufunun Meseleleri; ölümünden sonra yayınlanan Sosyal Meseleler ve Aydınlar; akademik çeviriler ve sayısız deneme, makâle... Ama biz âcizâne- en önemli eserinin Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik olduğunda ısrarlıyız.

Üniversite yıllarında Osmanlıca okuyup yazmayı öğrenen; 12 Eylül rejimine rağmen rektörlük görevi üstlenen; âlim sıfatıyla mümeyyiz; üstün bir cesaretle cârî sistemin ilmî tenkıydini yapmış, tabuları yıkmış; fakirin gıyâbî öğrencisi olmakla övündüğü Erol Beğ’in ruhuna fâtiha...

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler