Ahmet Kaynar

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Stajyer avukat, profesyonel otostopçu. Nedendir bilinmez ama, ananelerin pek sevdiği bir adamdır. Yaşarsa hayatın çok güzel olacağına inanır. Hayattaki en büyük başarısı doksanlarda doğmaktır. Bir çift güzel göze her şeyi bırakabilir. Hatta yakın zamanda o gözleri bulmak için Doğu Çin denizine doğru yola çıkabilir. Hayatın, uğruna iki satır okunacak kadar değerli olduğunu bilir. Öyle görünür ki, ikilemleriyle ölüp gidecektir.

Not: Yukarıdaki satırların her hakkı saklıdır. Zira Ahmet, su gibi biridir. Katı, gaz ve sıvı halde bulunabilir. Niteliği ve niceliği o haline göre değişebilir. İyi bir çocuk olursanız sizinle halay bile çekebilir.

Kafa Kâğıdı:       

 

<Aşağıdaki satırlar Musevî ve Mezopotamya efsanelerinin bize hediye ettiği harflerle yazıldı. “Neden benim kaynım bu hikâyenin öznesi değil?” diyerek yazarı rahatsız etmemeniz için bu uyarı kamu spotu olarak buraya getirildi.>

“Lilith, Âdem ile aynı zamanda ve aynı anda topraktan yaratılmıştır. (Hikâye bu ya, Lilith’in toprağı kirli ve tozluymuş) Badem gözlü ceylanların meralardan meralara, aynalı kefallerin tatlı sulardan daha tatlı sulara atladığı cennette Âdem’in minik bir problemi vardır. Zira o bir erkektir ve hemen her konuda söz sahibi olmanın kendisinin hakkı olduğunu iddia etmektedir. Fakat Lilith bu konuda Âdem’le aynı görüşte değildir. Çünkü ikisi de topraktan yaratılmıştır ve Âdem kendisiyle eşit olmalıdır.

Gidilen pikniklerde bir ağaçtan diğerine kovalamaca oynayan ilk ‘karı-koca’mızın bir yakalama sonrasındaki cinsi münasabeti esnasında Âdem’in baskın rolde olma ısrarlarını Lilith reddeder. Adem’e cenneteki hayatı, cehennem eden Lilith’in bu son asiliği bardağı taşırır. Ve ilk evlilik ilk boşanmayla sonuçlanır: Lilith cennetten uzaklaştırılır. (Kimi metinlere göre Lilith tası toprağı alır gider. Kimse onu kovmamıştır. Yani Lilith bağımsızlığı, cennete tercih etmiş ve gitmiştir)

Lilith Dünya’da, Cinlerin Kralı Samael ile ilişiye girmiş ve yüzlerce cin çocuğu olmuştur. (Demon adı da verilen bu varlıklar modern zaman tapınakları olan gökdelenlerin çeşitli köşelerinde, Ortaçağ’ın insanı ezen kiliselerinin en korkutucu yerlerinde karşımıza çıkacaktır.)

Lilith’in gitmesiyle tavla oynayacak kimsesi kalmayan Âdem, Tanrı’ya dua ederek Lilith’i geri ister.  Tanrı, Sanvai, Sansanvai ve Semangelof isimli üç meleği, Lilith’i geri çağırmak üzere kendisine gönderir. Meleklere, dönmediği takdirde Lilith’in her gün bir çocuğunu öldürmelerini emreder.

Melekler geri getirmek için Lilith' i bulur, ama kendisi Kızıldeniz’deki cinlerle birlikte olduğunu 100’den fazla ‘demon’un annesi olmaktan onur duyduğunu, bu nedenle artık Âdem’e sadık olamayacağını bildirir. Melekler, emredildiği gibi geri dönmesi için her gün bir demon öldürmeye başlar.

Lilith, duyduğu acıyla bundan sonra, bütün hamile ve doğum yapmış kadınların, bebeklerin baş düşmanı olmaya yemin eder. Âdem’in soyundan her çocuktan, erkekleri sünnet oldukları 8. güne kadar, kızları ise 20. güne kadar öldüreceğini söyler. Ama bu üç meleğin görüntüsünü bir muska ya da tılsım üstünde görürse, o çocuklara hiçbir zarar vermeyeceğini ekler. İşte o günden bu yana çeşitli kültürlerde, yeni doğan çocukların kötü kalpli Lilith’e karşı korunması için özel tılsımlar kullanılmaya başlanır. (Lilith, büyük ihtimalle Türk mitolojisindeki lohusadaki çocukları boğarak öldüren Albastı iblisi ile aynı kişidir. Çocuk bezlerinin yıkandığı dönemlerde kadınlar bezleri kurusun diye dışarı asılmazdı ki evde çocuk olduğu dışarıdan belli olmasın. Lohusa kadınlar ne olur ne olmaz diye yalnız bırakılmazdı.)

Âdem üzgündür ve yalnızdır. Çaya kaç şeker atacağını soracak, zülüflerini elleriyle kenara atıp yüzüne bakacak kimsesi yoktur. Bunun üzerine Tanrı bir gün Âdem uyurken, onun kaburga kemiğinden Havva’yı (İbranice, hayat veren kadın) yaratır. Bu yeni kadın, Âdem’den bir parça olduğu için, ona karşı çıkmayacaktır.

Havva, şeklen Lilith’e çok benzemektedir. Hatta Âdem, Lilith’in akıllanıp ona geri döndüğünü düşünmüştür. Ama bu işte bir gariplik vardır. Zira, Havva çok uysaldır. Her olayda Âdem’in üstünlüğünü kabul etmektedir.

Âdem artık mutludur.

Günlerden bir gün Lilith, Şeytan’a çeşitli taktikler verir. Bu taktiklerden yola çıkan Şeytan yılan şekline girerek Havva’ya yanaşır ve onu ‘Elma’yı yemesi konusunda kandırır. Kandırılan Havva Âdem’i ikna etmeye çalışır. Âdem, Havva’sının isteğine hayır diyemeyecektir.

Ve Dünya’ya düşüş gerçekleşecektir.

Not: Yazının ikinci bölümü,“İdeal Kadından İlk Kadına”, haftaya yayınlanacaktır.

 

 

Dedesi İstanbul'da doğmuş olsa da, hiç bir çocuk İstanbul'lu değildir. Çünkü burası o çocuğa ait değildir, kendisini asla buraya ait hissedemeyecektir. Hiç bir yeşilliği yok ki İstanbul'un, hayaller kursun çocuk sırt üstü yatarak; saksılar dışında toprağı kalmadı ki Payitaht'ın, ölen kuşunu gömsün; aylarca her geçtiğinde, kafesin bile renklerini hatırlasın. Parkı bile kalmadı ki, âşık olduğunda gidip şiirler yazsın, yazdıkça umutlansın...

 

Ahhh! Sonra zaman geçti ve bu çocuklar büyüdü... Bir çokları gibi şehrini sadece çalışırken kullanacağı iş elbisesi gibi gördü. Köyündeki evinin merdiven mermerini bile özenle seçerken, şehirdeki apartmanına sıva bile yaptırmadı. Nasılsa taşınacağım diyerek, 3 kuruş kazanınca berbat kenar mahallere, çirkin inşaatlar dikti. Yaşadığı yeri kiralanmış futbolcu edasıyla izleyen bu büyümüşler ordusu, az para kazanınca gittikleri yeri de sevmedi, sevemedi. Daha kaliteli bir iş kıyafeti giymiş gibi davrandı. Ve sonra her gittiği yere kenar mahallesini taşıdı, İstanbul'u yarattı... Evlerini gelecek nesiller bile beğensin diye değil, krediye uygunluğa göre tasarladı.

 

İstanbul, herkesin inatla ve umutla geldiği; ama sadece bazılarının kendine ait kabul ettiği lanet şehir... Seni o kadar seviyorum ki, her sokağını seni baştan aşağı yıkmayı hayal ederek adımlıyorum.

Ahmet Kaynar

 

Gazetelerde, televizyonlarda, sokakta, otobüste herkesin barıştan bahsettiği bu dönemde barıştan bahsederek, bu trene bir vagon da ben olduğum için çok memnunum...

Birçok kişi barışı kendisi için bir lütuf olarak görüyor, yine kendi başı ağrımasın diye ‘barış'ı istiyor. Aynen doğa kanunlarının istediği gibi... 

Misalen, boksörlere, MMA dövüşçülerine bakın; ne kadar boğuşurlarsa boğuşsunlar, 15-20 dakika sonra kaçak dövüşmeye, maç bitsin diye saate bakmaya başlıyorlar. Belki de kimse barış istemiyor. Sadece bir sonraki rounda kadar güç toplamak, nakavt olmaktansa vakit geçirmek peşinde koşuyor, rakibini ilk yakaladığında sarılıyor ve o bir kaç saniyelik sarılmayla kaç dakika daha dövüşebileceğini hesaplıyor. 

Eğer barış bir savaşsızlık haliyse, evren kuralları bize savaşın ve çatışmanın mecburen sona ereceğini, bu sürenin de kimi zaman kondüsyona (lojistik ekonomik vb. desteklere) kimi zaman da insafa (tarihte ne kadar az örneği var değil mi? benim aklıma ilk saniyelerde gelmedi bile) kaldığı gayet açıktır. 

Bu kadar karamsarca bahsettikten sonra diyeceğim açıktır: Barış bir mecburiyettir; ya en başta onu kabul ederiz, ya da aylarca yıllarca savaşıp barışı kabul etmek zorunda kalırız.

Tabi kabul ederken eksilerek kaybederek yıpranarak ve yıpratarak...

Ahmet Kaynar

Online dergiler Online dergiler