İskele Editörü

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

BİRKAÇ ŞEY ÜZERİNE KARALAMALAR

 

Pragmatist olmak elbette bizim elimizde. Daha doğrusu kısmen elbette. Kısmen elbette diye bir cümle olur mu? Kısmen elbette...

Şartlar bizi bir şeyler yapmaya zorladığı zaman duygularımızdan sıyrılabiliyor muyuz? Belki de asıl sorulması gereken budur. Sahi asıl olmayan sorulması gereken neydi ki? Bazıları buna kafa karışıklığı diyebilir. Ben kısaca bilmiyorum diyorum...

Söyle bana diyor dinlediğim şarkıda. Aslında ingilizce ama ilk anladığım cümleyle başladım satırları biçmeye. Biçmek sanırım fazla artistik oldu. Belki karalamak diyebiliriz. Ama bunda da biraz her şeyi boşvermiş sakallı edebiyatçı havası var gibi duruyor. Tuşlara dokunarak bu işlemi gerçekleştiren birisi için fazla ağır. Her neyse... Kelimelere takılmayalım diyeceğim fakat kendi kelimelerime takılmam anlamsız olur. Kelimelere takılacak olan kişi okuyucudur. Yazar okunma ihtimalini ne kadar kafasına takarsa yazdıkları bir o kadar kendisinin değil, müşterilerinindir. Zaten böyle bir yazar için okuyucu yalnızca müşteridir. Yalnızca müşteridir ve de yalnızca müşteridir... Bu yüzden pek çok kişi farkına varmaz fakat okunma ihtimallerine göre açarlar mahremlerini sevgili günlüklerine. Hiç şahit olmadım ama böyle bir istatistiğe rahatlıkla kefil olabilirim. Belki de zamanında ben işlemişimdir bu samimiyet suçunu. Defalarca günlüğe başlayıp aynı sayıda defalarca yarım bırakan biri için anormal bir duygu olmasa gerek.

Cümleler öncesinde artistik lafını kullandıydım da aklıma bir şey geldiydi. Hani unutmayaydım da söyleyeceğimi ne pahasına olursa olsun söyleyeydim. E şimdi o kadar da samimiyet dersi verdiydim değil miydi... Az önce seyrettiğim filmde artistik kelimesi öyle sanatsal bi anlamda kullanıldı ki kendinden utandım. Sosyal medyada da meşhur mottodur, malum olduğu üzere ülkemizde edebiyat yapma, felsefe yapma, artistlik yapma, caz yapma telkinleriyle büyümüş vatanseverlerden biri olarak böyle kelimelerin söyle değişik manalarda kullanılması beni biraz değişik ediyor da... Öyle işte...

Bir yazıya başlarken okuyucu uyarılmalı mıdır? Diye sordum kendime. "Sayın okur, siz söyle bir yazı bulmak ümidiyle bu satırları okumaya başlayacaksınız fakat yazar fikirlerinden böyle sapmış, üslubunu da öylesine değiştirmiş. Beklediğiniz yazı bu olmayabilir..." Bu kolaylığı isteyen vatandaşlar bakımından zengin bir kaynağımız var. Tahammül bu toprakları terk edeli uzun zaman oldu ne de olsa...

Düşünürken vahşi ya da mülayim olmak da ayrı bir mesele olarak aklıma takıldı. Hangisinde fikirlerimiz daha sınırsız bir çerçevede genişleyecek? Yoksa bu vahşi-mülayim ayrımı bizzat düşünmeye konulan bir sınır mıdır?

 

Ömer Faruk Aksu

KÂR ODAKLI MI? DEĞER ODAKLI MI? 



Son zamanlarda öğrendiğim en güncel bilgilerden bir tanesi işletmede 2 farklı yaklaşım olduğu; kâr odaklı ve değer odaklı yaklaşım. Kâr odaklı yaklaşımda sadece kazanılacak para ön plandayken, değer odaklı yaklaşımda  insana verilen değer ve yapılan iş ön planda, kazanılacak para ikinci planda ve çok daha fazla. 

Bana sorarsanız yaşadığımız hayat başlı başına bir işletme ve gündelik hayatımızda bu iki yaklaşımdan birini sürekli seçmekteyiz. 

Temel ihtiyaçlarımızda onları karşılayabilmek adına  çoğunlukla farkında olmadan kâr odaklı yönde seçimimizi yapmaktayız; kârımız ihtiyacımızın karşılanmasıdır.

Değer odaklı seçimlerimizse çoğunlukla bilinçli, daha az olarak farkında olmadan yaptıklarımızdır. Dostluklarımızda, değer odaklı  olma eğilimindeyizdir, değer veririz ve değer bekleriz. Ailemizle ilişkilerimizde de değer odaklıyızdır ki farkında olmadan çoğunlukla, içimizden geldiği gibi. Kurabildiğimiz o ender dostluklarımızda da değer odaklıyızdır ve de dostumuza değer verdikçe mutluluk, huzur ve hafif bir tebessüm  yanımıza kâr kalır. Dostlukla arkadaşlıklar da bu noktada ayrılır belki de. Arkadaşlıklar çoğunlukla kâr odaklıdır çünkü, çıkar arkadaşlıkları da denebilir günümüz tabiriyle.

Aslında bu iki yaklaşım da birbiriyle iç içe sosyal hayatta ama mekâna, zamana göre değişir yaklaşımlar. Kâr odaklı bir arkadaşlık yıllar içinde çok değerli bir dostluğa dönüşebilir, öte yanda ailesiyle gayet değer odaklı ilişkileri olan bir kişi günü gelince çıkarları için ailesini karşısına alıp vurgun yapabilir. Çünkü içimizde iyilik de vardır kötülük de. İşin püf noktası ise hangi tarafımızı daha çok beslediğimizle ilişkilidir bana kalırsa. Seçim sizin...

 

Fatma Esra Günaydın

BİR ŞAİRİN MASALI

 

Yolculuklar,  yolculuklar… Ne de bitmek bitmeyen bir meseledir hayatımızda. Zaman geçtikçe hep yenisi eklenir planlarımızın arasına. Umutlarımızın peşinde huzuru bulacağımız konağı ararken yorulur, durulur ve olgunlaşırız. Nihayetinde yollar varışı gösterdiğinde derin bir sükûta ermişse ruhumuz artık konağın başköşesine oturup yorgunluk kahvesi içmeyi hak etmişiz demektir. Eğer hala ruhumuzla aramızda uzun bir mesafe varsa yeni bir yolculuk daha bekleyecektir bizi. Aynı evlerden çıkıp farklı kaderlere doğru yol almak ise kaçınılmazdır. Herkes kendi yolunu çizer bu hayatta; kimi kendi yolunda emin adımlarla ilerlerken kimi ise çizdiği daire etrafında dönüp durur. Ve şimdi kapıyı aralayıp kadim bir yolcuyu selamlamanın tam vaktidir..

Bakışları tavana dikili olan genç adam gürültülü zihnini sakinleştirmekle meşgul. Hafiften başlayan karın sancısına ise pek ilgisiz. Artık hap kullanmaya niyeti yok. Kendisini daha fazla zehirlemeyecekti. Hışımla kalkıp içinde birikmişleri kustu lavaboya. Başını kaldırıp aynaya baktığında şaşırdı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Tanınmayacak haldeydi. Eline makası alıp uzamış sakalını kesmeye başladı. Yüzünü havluyla kuruttuğunda gözlerine baktı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Gülümsedi sonra. Bu kez aynı soruyu tekrarlayıp“ kimim ben” demeyecekti. Artık bedenen ve ruhen temizlenmişti. Yeni bir yolculuk için hazırdı. Geride ona ”selametle” diyecek kimse yoktu. Buna gerek de yoktu. Onu yalnızlaştıran kalabalıklardı zaten. Huzurlu ve neşeliydi. Yeni bir yolculuğun heyecanı vardı üzerinde. Elindeki bavulla kapıyı kapatıp çıktı. Önünde sonu görünmeyen uzunca bir yol seriliydi. Elinde avucunda umudu vardı bir de başucu kitabı. Yitik cenneti bulmak için yol arkadaşları bunlardan ibaretti. Unutmadan zamansız bir mekân değildi burası. Genç adamın kolundaki saatinin tıkırtısı duyuldu. Zaman işlemeye başlayınca adımlarını sıklaştırmaya başladı. Defalarca yanılmıştı, sarp yokuşlardan korkup geri adım atmıştı, labirent misali ömründe farklı yollar denemişti ama hep aynı ihanetlerin kapısında bulmuştu kendini. Kırgın şiirler yazıp kalemi kıralı çok olmuştu. Hatalarından köprü yaptığı yol onu hakikat denen meşakkatli yola ulaştıracaktı. Ne de olsa o da bir âdemoğluydu. Yasaklı meyvenin tadına bakıp dünya denen çukura düşüp kaybolacaktı önce. O acziyeti yaşamadan anlamayacaktı çünkü mutlak doğrunun kalbini saran sıcaklığını. Kurtuluşu bulmak için önce kendini bilmek gerekiyordu, kendini, özünü yani yaratılışını… Tefekkür ettiği ölçüde muhabbet ikliminden nasibini alacaktı. Genç adam kalbini duyduğu andan itibaren hakikatlerin karşısında bulmuştu kendini. Varış saati geldiğinde, doğudan gelen ışık genç adamın yüzüne vuruyordu. Bavulunu yere koyup etrafa baktı. Etrafta usulca akan bir nehir ve nehrin ahengini bozmadan dönen değirmenler vardı. Küçük bir çocuk değirmenlerin önünde ona gülümsüyordu. Hayatı boyunca taşıdığı korku yüreğinden siliniverdi. Merhametle baktı çocuğun yüzüne. Gülümseyerek konağa ilerledi.

 

Mihrican Can

İKİ DUDAK ARASINDA

 

''Ya atan aklımız olsaydı?''

 

Kapıdaki çöpçüyü

Bir yudum sıcaklık değil,

Bir yudum merhamet

Böyle bahtiyar ediyor

Uzun binalar dibinde

Dizlerini içine çekmiş

Yudumlarken çayını.

Ve okşamak bir süpürgeyle

Tozlu varlık manifestolarını.

 

Ezan dem vururken

Kentin ayaz sokaklarına,

Kuyular arıyorum.

Arıyorum bir çöpçüyü

İki dudak arasında

Tutarken bir toplu iğneyi

Konuşur gibi,

Temkinli ve aceleci...

Gömleği kim giydi?

 Asiye Bozbek

HAYAT KİME GÜZEL?

‘Uzanmışım kumsala, güneş damlar içime’

 

Temmuzun kavurucu sıcağında, ‘söz’lerdeki gibiydim adeta..

Bir yandan sahil gürültüsünü duymayıp kitap okumaya çalışıyor, bir yandan soğuk meşrubatımı yudumluyor, bir yandan da anneme, Cola’nın yanına neden çekirdek almadın diye, ayar veriyordum (!) ..

Tanrı’nın, defterime bir ders daha yazmasına, çok değil, dakikalar kalmıştı meğer..

#

Satırlarda gezinmekten yorulan gözlerimi uçsuz bucaksız Karadeniz’e çevirdim; birkaç saniye sonra da, tüm ıslaklığıyla kumsalda koşup, içeceğimi kuma bulayan çocuğa..

Derken, bir ‘grup’ belirdi yanımızda ; çoğunluğu çocuk..

En küçükleri beş-altı , büyükleri onbeş-onaltı..

#

Daha ‘bismillah’ demeden, peşlerinden bağırıp, bir şeyler söyleyen hocalarına aldırış etmeden, atladılar boylarından büyük dalgalara..

Tahminen, yüzme kursundan gelmişlerdi..

#

Onlar yüzedursun, benim dirsek, annemin kolunu deşiyordu;

‘Görüyomusun zengin p*çlerini, küçücük yaşta yüzme öğreniyolar, dana kadar kız oldum, bi yollamadın beni kursa’ dercesine..

Bir ara baktım, hocaları da girecek denize, takılayım dedim peşlerine..

‘Nerde beleş, orda yerleş! ’

#

Adımımı bile atmadan daha, gözlerim takıldı kenarda oturan tatlı bir çocuğa..

Sapsarı saçlar, yamuk yumuk dişler, buğday ten, ela gözler..

İliştim yanına..

Dakikalarca dil döktükten sonra öğrendim adını, bir o kadar sonra da yaşını..

Adı Sıla’ymış, yaşı da ‘beş’ .

Çocuklarla aramın iyi olmadığı etrafımca bilinir. Fakat bu kızda beni kendine çeken bir şey vardı sanki, bilmiyorum..

#

Gitmedi muhabbetimiz bundan öteye.. Benim adımı sormadı bile..

O bana bakıyor, ben ona..

Bitmiyor bu ‘anlamsız bakışma’..

‘Kendine iyi bak Sıla’cım ’ dedim ve şezlonguma doğru yöneldim.

O da ne!

Annem iki gözü iki çeşme ağlıyor..

#

Balık burcu kadınlarının yerli-yersiz ağlamalarına mahal vermemek lazımdı..

Ta ki, ‘o’ ana kadar..

Bu sefer, adını değil, ne olduğunu sormak için, annemin yanına iliştim..

—noldu anne yine?

—şu çocuklar var ya..

—hangi çocuklar?

—kızım sen salak mısın?  bi tanesinin yanında oturuyodun ya!

—evet?

—kimsesizler yurdundan gelmişler!

—…

#

Cevap vermedim..

Sormadım da , nereden öğrendiğini..

Anlamalıydım halbuki, yardımcıları sandığım kadınlara ‘Havva anne, Zeynep anne’ diye seslenmelerinden.. Ya da hocaları sandığım adamın çocuklara, öğretmenden çok ‘abi’ gibi ilgilenmesinden..

Bir daha gitmedim Sıla’nın yanına. Adımı sormadı ama, neden ‘ağladığımı’ soracaktı; cevabını bile bile..

#

Hayat kime güzel?

Yaşamın zorluklarını henüz ‘beş’ yaşında, küçücük bedeniyle omuzlayan Sıla’ya mı?

Kaldı ki, bu zorluklara karşı hep, ‘tek’ başına yürüyecek..

Yoksa, sırf ‘çekirdek’ almadı diye annesini azarlayan ‘bana’ mı?

#

Çok durmadılar.

Toparlanmaya başladıklarında,  onu ilk ve son görüşüm olduğunu anlamıştım..

Koşup sarılmak istedim,

Yapamadım..

Yaptığım tek şey, hayatıma bir ‘pişmanlık’ daha kazandırmak oldu,

Hiçbir zaman unutamayacağım..

#

Arabaları hareket ederken de, sadece baktım..

Bir iki saate geçecek sandığım üzüntüm, cam kenarında açılan perdeden, Sıla’nın bana son kez bakmasıyla, yerini büyük bir ‘acı’ya bıraktı..

#

Onlar gidince, eski Türk filmlerindeki gibi annemle sarılıp ağlaşmadım.Şımarmaya gelmiyor da bizimki..

Tamam..

Hayırsız evladım..

Baştan kabul..

#

Olur ya,

Beş yaşında, buğday tenli, ela gözlü, yamuk yumuk dişli birini görürseniz,

O muhtemelen Sıla’dır..

O olmasa bile,

Önce adını, sonra yaşını sorun,

Tabi ‘bol’ vaktiniz varsa..

Cevabını vereceği sorular bunlardır ancak..

‘Kendine ‘çok’ iyi bak Sıla’cım’ deyin..

Sımsıkı sarılın..

Ve de, adını bile bilmediği ablası ‘benden’ selam söyleyin…

#

Ben mi?

Bir paket çekirdek almak üzere büfeye doğru yol aldım, daha da varamadım…

 

Esin Sahin

ANLAŞILMAK ÜZERİNE

Bir insanın bir insandan beklediği en önemli ve de en doğal şey belki de “ anlaşılmak”. Bir çocuğun velisinden, bir işçinin patronundan, bir kadının/erkeğin sevdiğinden, bir mazlumun hâkimden…

Hayatımızı anlaşılmak beklentisi üzerine kurulmamalı tabii ki. Nitekim küçük yaşlarda bu gerçeği öğreniriz.

Anlaşılamamanın acısını yaşamakta günümüz insanı. Çünkü anlamaya yönelik değil çıkarlara ve çarpıtmaya yönelik bir dönemdir yaşadığımız. Belki de bu noktada sınanmaktayız an be an. Bu noktada tesellilerimizden biri kimsenin yaptığının yanına kalmayacağı gerçeğidir. Özellikle son günlerde “anlaşılmak” istenmeyen nice beyinler tüketilmeye çalışılmaktaysa da, bu çaba içindekilerin yaptıklarının yanına kalmayacağı bir gerçek.

 Aslında bir avuç anlayıştır arayıp durduğumuz. Çoğunlukla bulamasak da, bazen aramaktan yorulsak da anlaşılabildiğimiz/anlaşılacağımız o ender anların huzurunu/hayalini diğer anlara yayarız. Anlayışlı günlerde buluşmak dileğiyle…

 

Fatma Esra Günaydın

Online dergiler Online dergiler