Eleştiri: New York'tan Beş Minare | Kültür&Sanat

Kültür-Sanat Editörü tarafından yazıldı. Aktif .

New York'tan Bitlis'e, Hepimiz Kardeşiz...

 

Kimi filmler ya da yönetmenler hakkında eleştiri yazmak, bile bile ateş hattına girmek demektir. Film hakkında yaptığınız yorumlar, daha en başında filmi aşar; tartışma taraf tutmaktan hor görüye uzanan bir skalada savrulur durur. Bu mayınlı bölge, son birkaç yıldır iki kişinin yaptığı filmler için söz konusu: Cem Yılmaz ve Mahsun Kırmızıgül. Başka alanlardan sinemaya geçiş yapmış olan bu iki popüler şahsiyetin işlerini küçümsemek her nedense adetten gelmekte, beğenmeme konusunda bir ön kabul mevcut. Hele mevzu bahis “türkücü” kimliğinin gölgesinden kurtulamayan Mahsun Kırmızıgül olunca işler daha bir zor.

Bu polemik sonuçta sinema yazarlarını da karşı karşıya getirmiş durumda. Kırmızıgül’ün yaptığı filmler bayağı bir demogoji ve buram buram popülizm koktuğu gerekçesiyle alaşağı edilirken, diğer yönden “şimdiye kadar neredeydi” tarzı bir dışlamanın damgasını yemekte, yiyor ve yiyecek. Basına gönül koyan Kırmızıgül’ün son anda filmin gösterimini iptal etmesinin, en iyisinden bir görmezden gelme ile sonuçlanacağını tahmin etmek ise hiç de zor değil.

Oysa tüm bu eleştirilerde gözden kaçırılan nokta Kırmızıgül’ün filmlerinin taşıdığı nitelikten çok, kıyaslamanın diğer ucundaki örnekler olmakta. İlk film senaryosuna Kemalettin Tuğcu edebiyatı yaptığı gerekçesi ile çarpı konulan Kırmızıgül’ün, ikinci teşebbüsü Güneşi Gördüm ile birden Yılmaz Güney ile kıyaslanmaya başlanması gerçekten de tuhaf değil mi? Bu ülke topraklarında politik sinema denilince akla ilk gelecek ismin ardından Mahsun Kırmızıgül’ün adını zikretmek, en az onun filmlerindeki zafiyetler kadar eleştiri adına bir gedik açmıyor mu? Şayet bunu yapacaksak, Jean-Luc Godard ile Ridley Scott’ı, Costa Gavras ile Rolan Emmerich’i de karşı karşıya getirmek için bir bahanemiz olur. Ancak biliriz ki, bu tarz bir yaklaşım bel altından vurmaktır. Saydığımız tüm isimler ideolojik filmler yapar, ama içlerinden yalnızca ikisi politik sinema denilen estetiğin babalarından sayılır. Kırmızıgül’ü Yılmaz Güney ile çarpıştırmak ise mağdur olacağı en başından belli olan tarafı harcamak, daha da ötesi, kıyas götürmeyecek iki farklı üslubu eşitleme gafletine düşmektir. Elmayla armutu aynı sepete koymak, eleştirel bir miyopluğa düşürecektir bizi...

Bu açıklamayı yapmak elzem, öyle ki Kırmızıgül sinemasına dair yapılacak herhangi bir olumlu ya da olumsuz söz, her an sizi bir taraf olmaya itebilir. Oysa kelamımız sinema, bu nedenle de New York’ta Beş Minare’yi “kebap kokulu bir arabeskçinin” (!) filmi gibi değil de, film yapmaya, dahası sinema sektörü adına girişimlerde bulunmaya çalışan bir heveskarın yeni denemesi olarak değerlendirmek, nahif, ancak eleştiri ahlakına daha uygun davranmak olacak. Işık etrafında dönen pervane misali, Türkiye gündemindeki en hassas meseleleri filmlerine taşıyan Kırmızıgül, bam teline dokunmayı da iyi bildiğinden kesinlikle popülist bir damara sahip. Ancak onun bu tavrı, güncel politikaya dair her daim yorum getirmiş –hatta kimilerine göre Obama’yı bile seçtirtmiş- Hollywood’unkinden farklı değil. Sinema sektörü denilen olay, çoğunlukla bir para basma makinesi olarak hayal edilir, ancak bu sektör tam da bu tür hamleler ve manevralar sayesinde kurulur. Sevelim ya da sevmeyelim; Yeşilçam’la Hollywood’u ayıran budur: Bu ayrım, bir bakkal dükkanı ile profesyonel olarak örgütlenmiş bir holding arasındaki farkta kristalize olur.

Bu anlamda Kırmızıgül’ün son filmi New York’ta Beş Minare, gerçek anlamda sektörel, sinema endüstrisinin bu ülkede gelişimi adına üslupsal bir girişim. Kırmızıgül gerçekten de Holllywod tadında ve aynı onun kabalığında bir filme imza atmayı başarmış gözükmekte. İki saat boyunca sıkılmadan izlenen, içinde güncel politikaya dair yorumlar-anıştırmalar bulunan, aksiyonla ve heyecanlı kurguyla süslenmiş bir seyirlik. Hollywood’un formüllerini iyi anlamış olan Kırmızıgül, aynı kodları kabaca ikame etmekten kaçınmamış: Aynı gizli milliyetçilik, aynı orta yolculuk, benzer bir hedef kitleyi mutlu etme derdi. Sürekli bir uzlaşı mesajı...New York’ta Beş Minare için “Hollywood standartlarında ilk Türk filmi” deniliyorsa, inanın bu sürçü lisanın ötesinde, gerçek bir noktaya temas etmekte.

Ancak bir filmin Hollywood standartlarında olması, onu iyi yapmaya yetmiyor. Mahsun Kırmızıgül bu sefer en derli toplu filmi ile izleyicisini selamlıyor, ama ne yazık ki senaryo konusundaki zafiyetlerini hala inatçı bir şekilde sürdürüyor. Bu kez filmin ritmi üzerinde daha iyi çalıştığı görülen Kırmızıgül, maalesef aynı başarıyı senaryoda gösteremiyor. Kırmızıgül şayet senaryo yazmakta ısrarlı ise, o zaman acilen “işlevselleştirme” problemini çözmesi gerekiyor. Artık klişeleşmiş olan o ünlü deyişi (bir romanda silah varsa mutlaka patlamalı) hatırlamadığı belli oluyor. Tüm meselelere teker teker dokunma hastalığından bir türlü kurtulamayan Kırmızıgül, bu sefer icraatını islami terör örgütlerine taşıyor. Ancak en başta izlediğimiz ve gerçekten de etkileyici olduğunu kabul edeceğimiz sekanslarla, Amerika sekansları arasında herhangi bir geçişlilik ya da organik bir bağ söz konusu değil. Bu nedenle filmin içinde birbirini takip eden sahneler birbirine anlam aktarmıyor ya da bayrağı devretmiyor, tüm anlatı birbirine tutuşturulmuş çekimler bütünü olarak çıkıyor. Hele filmde yapılan “sürpriz son” hareketi, bu eklektizmi daha da belirginleştiriyor. Kırmızıgül sinemayı bir anlam yaratma aracından çok, düşüncelerini paylaştığı bir kompozisyon gibi algılıyor.

Sürpriz sondan laf açılmışken, film aslında en büyük twistini, “cemaatle laikler” arasındaki çatışmayı görmek isteyenlere yapıyor. New York’ta Beş Minare, ne “cemaati” deşifre etmeye yönelik bir girişim ne de herhangi bir kutupta yer almaya meyleden bir söyleme sahip. Fragmanda yer alan “laiklik” vurgusunun filmde yer almaması, bir çok izleyiciyi şaşırtacak. Aslında Kırmızıgül boyunu aşacak büyük meselelere dokunmaktansa daha kişisel bir hikaye anlatmaya yöneliyor.

ABD sekansının zayıf halka olduğu filmde, kimi yerlerin gülünç durduğunu da belirtmek gerek. FBI ajanlarına posta koyan, Türk polisinin gücünü göstererek ABD’yi fetheden bu sahnelerde Irak’ta ölen müslümanların onurlarını da kurtaran cabbar ajanlarımız  Amerika’ya insanlık dersi veriliyor. Üstün körü çizilmiş FBI ajanlarının yanı sıra “her siyah hiphop dinler” klişesini de yerine getiren film,  her düştüğünde  Mevlana’ya sığınıyor. Bununla birlikte en tökezleyen sahnelerde bile filmi oyuncuların kurtardığını söylemek gerek. Haluk Bilginer’in Hacı performansının yanı sıra onun sağ kolu rolündeki Danny Glover ve Hacı’nın eşini canlandıran Gina Gershon’un da nasıl iyi oyuncular olduklarını bir kez daha görüyoruz. Filmde Mustafa Sandal ve Mahsun Kırmızıgül dahil, hiçbir oyunculuk sırıtmıyor.

New York’ta Beş Minare’ye politik bir söz ya da yaşadığımız keskin sürece dair akliyene yorumlar duymak için gidiyorsanız, hiç zahmet etmeyin deriz. Bunun için Takva’yı izleyin. Ama Türk üsulu bir Body of Lies görmek isterseniz, New York’ta Beş Minare’nin bunu yerine getirebilme şansı var.

Online dergiler Online dergiler