O yaz Nurten'le ayrılışımızın sene-i devriyesiydi. Ondan sonra, Organ Mafyası tarafından hislerim çalınmış gibi, kimseyi sevemedim. Feriha teyzenin kızı Aslı vardı, birkaç defa Dörtyol'daki pastanenin ikinci katında buluşmuştuk ama Esra Erol'un aracı olmadığı hiç bir kadından elektrik alamayacağımı aşılamıştı bana Flash Tivi bir kere…

7 aydır işsizdim. Geçen yılın aynı günleri Salih ağbinin manavda geceleri karpuz nöbeti tutmuştum. Asgari ücretin üçte ikisine anlaşmıştık. Salih ağbi, İktisat fakültesini birinci sınıfta terk etmişti, o yüzden ince hesaplardan anlar, günü geldiğinde paramı TEFE-TÜFE'den arındırılmış bir şekilde verirdi. İşin kötü yanı, manava giren çıkan karpuz sayısını da, T.C. kimlik numarası gibi ezbere bildiğinden, bazı geceler bizim çocuklara meze ayarlama işi sıkıntıya girerdi...

O gece Kartal'ı Ayrancı Yokuşu'na çektik. Tüm Cebeci kaportanın altında kalmış gibiydi. Teypte Neşet babadan 'Seher Yeli' çalıyordu. Bizim buralarda adettir, yüksek bir tepede iki tek atılıyorsa, mutlaka Neşet Ertaş dinlenir. 'Arabanın muayenesi geçeli de iki yıl oldu ' dedi Emrah. Bütün ekonomik sistemlere muhalif olan Ferhat, birasını fon dipleyip derin bir nefes verdi; 'Kendimiz bile doğru düzgün hastaneye gidemiyoruz, bir de araba mı kaldı...' Haklısın der gibi başını salladı Emrah. Ferhat ve Emrah, oto sanayide aynı dükkanda çalışan iki motor ustasıydı. Aynı mahallenin çocuklarıydık. Dört-beş ayda bir makineye sıkıştırdıkları parmaklarını saymazsak sağlam adamlardı. 'Hayırdır bilader sen niye sessizsin bu akşam?' dedi Ferhat. 'Yok be ağbi, kafam şu iş konusuna takık. Nereye gittiysem, biz seni ararız diyorlar. Turkcell bile iki defa mesaj gönderdi, kontör yükleyin diye, bu pezevenklerden hala ses yok' dedim. 'Yarın Erol ağbi bizim kahveye gelecekmiş, eli kolu uzun adam git bir konuş belki bulur bir yerlerden bir şeyler' dedi Emrah. Erol ağbi, Cebeci'deki bütün Ganyan bayilerin sahibidir. Bir de yarış atı var diyorlar ama kimsenin net bildiği bir şey yok. Yıllar evvel bizim mahalleden Aysel ablayla evlenmiş, daha sonra parayı bulunca yarı yolda bırakmış kadını. İzmir'de Antalyalı bir yirmilikle takıldığını konuşuyorlar. Yılda iki üç defa buralara uğrar, Aysel abladan olan oğlu Umut'u görmeye gelir. Erol ağbiyle konuşma fikri aklıma yatmıştı açıkçası, dördüncü biranın sonlarına doğru geldiğimde, kafamda yarınki konuşmanın da son satırına gelmiştim...

O sabah erkenden kuruldum kahveye. Gelirken aldığım iki simitle açık bir çay içtim. Bir ara elim yanağımdaki yara bandına takılmıştı. Tıraş olurken, yanağımdan ufak bir parça kopup gitmişti benden, namussuz en az Nurten kadar yakmıştı canımı. Bazen, kesiğin verdiği acı değil de, kopup giden şeyler daha çok yakar adamın canını. Bedenimden bir parçanın ayrılmış olmasını bilmek üzüyordu beni. Tıpkı Nurten’in gidişi gibi… Nasıl diyordu şair; 'İnandığın şeyler uğruna birçok hata yaparsın. Canını hatalar değil de, inanmak yakar...' Hakikaten de öyleydi. Çok inanmıştım Nurten’e. Bizim Nurten, Sadri Alışık'ın Müjgân tarifine harfiyen uyuyordu. Rahmetli yaşasaydı, Müjgân diye bizim Nurten'e de âşık olurdu.

Gözleri dört defa lacivertti Nurten'in, bir baktım mı ikinciyi bakamazdım. Hele bir saçları vardı, Mezopotamya’nın tüm ticaret yolları onun saçlarından geçiyordu sanki… Çok sevmiştim Nurten’i. Şimdilerde eskisi kadar aşk cümleleri kuramıyorum. Yaş ilerledikçe köreliyor insan bunu anladım. Eskiden olsa, Nurten’in adının geçtiği bir konuşmada, onun baş harflerinden şiirler yazar, kafiyeleri alt alta sıralardım. Şimdi sadece susuyorum. Bildiğim tek şey; susmanın, aşkın ve ayrılığın üvey kardeşi olduğu. Aslında susmayı da Nurten’den öğrendim. Terk edilişimin peşisıra birkaç mesaj attım ama cevap bile vermedi. Susuyordu. Konuşması da gerekmiyordu gerçi. O konuşunca benim canım yanıyordu. En son konuşmasını yaptığında, üçüncü dünya savaşının başlama talimatını verdi sanmıştım. Bütün Dörtyol, bütün Cebeci, Bütün Ankara üstüme yakıldı sandım…

Sustu… Sustum… Sustuk… Uzaktan sevdik birbirimizi. Yani en azından ben öyle ümit ettim. Nişanlandığı adamı sevdiğini sanmıyordum. Eğer bir gün o şüpheyle uyanırsam, o banka veznedarı herifi bıçaklayacağımı düşündüm hep. Ne bileyim, benim matematikle aram pek iyi değildi, belki de o yüzden terk etmişti beni…

Kırmızı BMW 5.20 yanaşmıştı kahvenin kapısına. Gördüğü en lüks araba 2002 model Doğan görünümlü Şahin olan kahve ahalisi, Posta gazetesinin en arka sayfasında uzun uzun baktıkları kadınlar gibi gözlerini kırpmadan kestiler arabayı. Benim de içim gitmedi değil hani. Kırmızı iç çamaşırıyla defileye çıkmış bir manken gibiydi adamın arabası. Erol ağbinin ‘Selamünaleyküm’ü ile defile de bitmişti. Cebeci Kaymakamı’na bile bu kadar hürmet göstermiyorduk, hepimiz ayakta, sırayla kendisiyle tokalaşıyorduk. Seremoni bittikten sonra, Sağır Recep’in ‘Çay verin Erol ağbimize’ cümlesi yankılandı kahvede. Yeşilçam filmlerindeki Almancılara benziyordu Erol ağbi, herkes etrafına toplanmış, ne anlatacak diye ağzına bakıyordu. Ben biraz daha dış tarafta, avını bekleyen aslan gibi pusudaydım. Uygun bir anını bulduğumda hemen yanına gidip, iş konusunu açacaktım kendisine. Emrah’ın da dediği gibi, eli kolu uzun adamdı, mutlaka bizi de koyardı bir yerlere…

‘Hoş geldin ağbi’

‘Hoş bulduk koçum’

‘Nasılsınız inşallah?’

‘Sağ ol sağ ol. İyiyiz çok şükür, sizleri sormalı?’

‘Sağlığınıza duacıyız ağbi’

‘Eksik olmayın’

‘Ağbi, benim bir maruzâtım olacaktı sana. Malûm buralar küçük yer, kolay iş bulunmuyor. Nereye başvurduysam bir sonuç çıkmadı. Acaba diyorum, bir yardımcı olsanız da bana bir iş ayarlayamaz mısınız?’

‘Hııı… Valla koçum, biliyorsun ben İzmir’deyim bayağıdır, buralarla eskisi kadar bağım kalmadı. Ama artık işler cemaatle yürüyor biliyorsun. Bir cemaate falan takılıyorsan iş bulman kolayama yok değilsen ben bile yardımcı olamam sana.’

Cümlesi bittiğinde, yüzünde ipnevari bir gülümseme vardı Erol ağbinin. Adam cemaatten mi yoksa tam tersi kıl mı oluyor anlayamadığım bir gülüş attı. Bütün hayallerim bir kez daha yıkılırken, son birkaç kelâm daha etmezsem içimde kalırdı, battı balık yan giderdi artık. Bütün gemileri yakmıştım.

‘Ben zaten Serbes Cemaati'ne üyeyim ağbi?’

‘Serbes Cemaati mi? O ne ulan? Yeni mi kuruldu?’

‘Yok ağbi olur mu, yıllardır Ankara’da var olan bir cemaat, kitapları falan da var hatta’

Erol ağbi yanındakilerden yardım almak istercesine sağına soluna bakıdı. Yanındakiler de hem şaşkın hem de söylediğim şeyleri anlamaya, Erol ağbiye tercümeye etmeye çalışıyorlardı. Herkesin gözlerinde ‘Serbes Cemaati kim?’ sorusu okunuyordu.

Kahvenin sahibi Turan ağbi, Erol ağbiyi bu zor durumdan kurtarmak istercesine söze girdi; ‘Serbes Cemaati kim oğlum? Ben de ilk defa duyuyorum. Başında kim var peki?’

‘Emrah Serbes Hoca Efendi Hazretleri…’

Gözlerimi açtığımda, Cebeci Devlet Hastanesi’ndeydim. Serçe parmağımı alçıya almışlardı, pek bir şey hissetmiyordum. Koluma takılı olan serum, saniyeden daha hızlı işliyordu. Vücudumun ihtiyacı varmış demek ki diye düşündüm. Bir yanımda Emrah, diğer yanımda Ferhat vardı. Gözümü açar açmaz sormaya başladılar; ‘Ne oldu oğlum sana? Ne dedin adama da bu hale getirdiler seni?’ Emrah’ın sağlı sollu soru kroşelerinden sıyrılarak dudaklarımı kımıldatacak dermanı buldum;

‘Hep senin yüzünden kardeşim,’ dedim.

‘Ne benim yüzümden?’

‘Soyadın Serbes olmayacaktı.’

 

İnsanların artık çok kolay etiket sahibi olduğu ya da kendilerini ifade ederken çok basit mantık yürütmeleriyle tanımladığı günümüz dünyasında; tanım anlamında benim için daha önemli etken insanın ne olmadığıdır. Yani kelimelerin başına “anti-” eklemek, kıçına “–izm” eklemekten daha evladır. Evladan ziyade mecburen bunu tercih etme zorunluluğudur.

Dostlar! Mele-i alaya talip olan insanın düşünce ve ahlak mekanizmasının zevkin kevaşesi haline gelmesiyle, kendini fütursuzca betimlemelere gitmesi tam olarak,  kapitalizmin dünyayı aptallık konusunda insanları eşitlemeye zorlamasının bir nevi zuhurudur. Kapitalizmden ziyade benim burada değinmek istediğim “kolay etiket.” Örneğin, “ich kann Deutsch sprechen” den Almanca konuşabiliyorum.  İki cümleyi alt alta yazıp ve bir de tam uyağı tutturduğunda birinin “ ben şairim.” Okulda inci gibi yazı yazıp kompozisyon dersinden 100 alan kızın “ ben yazarım”. Naylon stajla edindiği ve sınavlardan bir gece önceki bilgisine dayanarak alınan diplomayla “ben mühendisim.” 

Yukarıdaki benzetmelere inanıyorum ki bu yazıyı okuyan herkes en beş tane daha çok rahatlıkla beynini yormadan omuriliğindeki reflekslerden bile çoğaltabilir.  Aslında meselede bu değil mesele benim babam.

***

Benim babam güneşin doğduğu andan itibaren hiçbir saati yoktur ki sabit bir yerde 1 saat oturmuş olsun. İnanılmaz çalışkan bir insan. Şunu da belirteyim ki kendisi sabit bir işte çalışmaz. Mesleği demir doğrama ustası, Allah nasip ederse de 1,5 ay sonra emekli.  Burada babamın mesele olmasındaki sebep de onun gününü nasıl doldurduğudur. Eğer mesleğiyle alakalı bir işi varsa o iş bitene kadar babam sabah çıkar, akşam evde olur. Burada sorun yok. Zaten NŞA’da standart bir işte çalışan adamın da günü dolu geçer. Ancak kendi işini yaptığı için herhangi bir demir doğrama işi gelmeden bu adamın geçirdiği gün benim meselem.

İşi olmadığında; 100 metre karelik alana ektiği domatesini, biberini, salatalığını, soğanını sulamayla veya bakımıyla geçirir. Mahallenin belli başlı noktalarına insanların düzenli olarak astıkları bayat ekmekleri Yusuf Ağa’sının beslediği ineklere götürür. Birkaç yakın akrabanın süt ihtiyacını sağlar. Sağda soldan topladığı karton kâğıtları geri dönüşüme, aldığı parayı da tütününe çevirir. Demir doğrama işlerini yaptığı bir yerde ona tahsis edilen meyve ağaçlarından eve ve yine yakın birkaç aileye meyve getirir. Bunun gibi daha nice şeyler.

Annemin de hakkını vererek şunları söylemeliyim k; bizim evde ne marketten yoğurt alınır ne salçaya para verilir ne de turşuya. Her kış kilerimizde 4-5 çeşit kompostosu, türlüsü vs. bulunur.  Yani kısaca herkesin dışarıda küçük küçük görünüp genel toplama vurunca bir sürü para harcadığı şeyler bizde en doğal halinde yapılır.

Bunu neden anlatıyorum?

Okuduğum bir tweet’ te adam şöyle diyordu: kapitalizm istemiyoruz diye auuvvv wauuww etmeyin. Direniş bildiriler, boykotlarla değil; reçeli, turşuyu evde yapanlarla olur.

İşte bu cümlenin tam olarak ne anlatmak istediğini ben babamda gördüm bunu okur okumaz. Bir insanın saçma sapan slogan ve niceliğin tapındığı kalabalıklardan atılan naralarla elde etmeye çalıştığı sonuçları benim babam yaşamıyla daha fazlasını yapmaktadır. İşin garibi de babam ne antikapitalisttir ne sosyalist ne de saçma sapan bir takım ön sıfatları vardır.

***

Kapitalist sistemin ya da yenidünya düzeninin market yaratma amaçlı güttüğü bir projenin zuhuru olan ortak beğenilere sahip aptallıklar dünyasının ortasında kalan veya kalmak zorunda olan insan; bir çıkış noktası olarak kendine en yakın hissettiği ama düşünmediği sıfatlara sarılmak zorunda hissediyor. Zira külli anlamda bir değişimin olmasının gerekliliğine inandığı için, bireysel hiçbir çabanın etki etmeyeceği ve ancak kendi doğrularını savunanlarla böyle gelmiş sistemin, böyle gitmemesine engel olabilmeyi kendini inandırmaktan ötürü bu etiketlere anlam yükler modern insan. Aslından bu en büyük aptallık ve tembelliğin getirdiği bir sonuçtur. Bu aptallık yukarıdaki ortak beğeni pazarının;  tembellik ise teknoloji ve yüksek yaşam standardının bir sonucudur.

Bireysel çabanın körelmesi sonucu peşinden koşulan gayelerde yine en çok zararı bireyler görür. Şöyle ki; hesapta halkçı bir direnişte, en çok halkın zarar gördüğü bir eylemde en fazla savunulan şey halkın kendisi olması nasıl bir ironidir? Naralar “kahrolsun ABD” iken veABD’ye yerinde kalması ama dönerci Ahmet’in o gün satış yapamamasındaki Ahmet, işte tam olarak bahsettiğim bireydir.  Ancak yaşam tarzımızda çok basit çabalar harcayarak veya bir simidin verdiği enerjiyi başkalarıyla paylaşabilsek tüm ideolojilerden üstün bir iş yapabileceğimizin farkında değiliz. Karaya vuran denizyıldızı hikâyesi tam olarak burada anlatmak isteğimin özeti konumundadır.

Sonuç olarak varmak istediğim nokta; en yakın çevresine bir faydası, iyiliği dokunmayan insandan bir cacık olmaz.  Kapitalizme de ev yapımı turşuyla salçayla karşı çıkılır. Tarifini isteyen olursa yardımcı olurum.

Saygılarımla..

Not: İsyanın sesi olan aşağıda paylaştığım şarkıda dünya düzenine bir başkaldırıdır. Bu şarkı ile de çok kral bir şekilde kapitalizme karşı gelebilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=BqJ-4ePe_Pk

 

“Yaratıcı Yazma” derslerinde bizlere harcadığı yoğun mesaiden dolayı, Yard. Doç. Dr. Hülya Çevirme’ye ithaf olunur…

Yazarlık ve yaratıcı yazarlık… Bir isim ve bir sıfatla nitelenmiş yine aynı isim.   Değişen ne peki? Yani bir sıfat ekledik de ne oldu? Sözcüğümüze nasıl bir nitelik kazandırdık? Bütün bu sorular bizleri birazcık düşündürse gerek. Ama önce biraz yazar ve yazarlık üzerine konuşmalıyız.

Yazar kimdir sorusuna tarih boyunca yüzlerce özgün tanım getirilmiştir. Birçok yazar kendi sanat anlayışına göre “yazar” olmanın ne demek olduğuna ilişkin düşünceler sunmuştur. Kimi sanatçı, yazarlığını varoluşuyla açıklamış, kimisi bir hobi olarak değerlendirmiş, kimisi de hayatında bir zorunluluk olarak görmüştür. Yazarların, yazarlığa bakışı tam anlamıyla bir renk cümbüşü oluşturmuş ve bizzat sanatın özgün tarafını ortaya çıkarmıştır. Özgün derken, acaba özgünlük yaratıcılığı da içinde taşımaz mı? Yani yazarlar özgün olduklarında aynı zamanda “yaratıcı” da olmazlar mı? 

Yazarlık, sıradan bir yazma işi değildir, şüphesiz. Eğer öyle olsaydı; yemek tarifi yazan hanımlardan tutun da derslerde not alan öğrencilere kadar herkesi yazar olarak değerlendirmek zorunda kalırdık. Peki, yazarlığı “yazmak” tan ayıran nitelikler nelerdir öyleyse? Bizler, hangi özellikleri olan kişilere yazar diyoruz?

Yazarlık üzerine fikir beyan edenler, bu konuda yeterince söz söylemişler aslında. Genel olarak yapılan vurgular şu üç kavram etrafında toplanmıştır: Yazmak, okumak ve yaşamak.  

Bu kavramları biraz düşünmek, biraz genişletmek konuyu anlamak için faydalı olacaktır.

Yazarlık yazdıkça gelişen bir beceridir. Edebiyatımızdaki yazarları düşünün. Genel olarak değerlendirildiğinde, tecrübe kazandıkça sanatlarının olgunlaştığı görülmektedir.  Bir yazar için yazılan her satır, verilen her uğraş gelişim basamağıdır. Her yazı aslında aşılmayı bekler. Her yazı, her eser bir sonraki eser için “alt sınır” çizer. Bu durum, hem yazarı ilgilendirir, hem de okuyucuların beklentilerini ilgilendirir. Ünlü yazarlar genellikle, sık sık yazmayı, hatta her gün yazmayı tavsiye etmişlerdir. Bu konuda Pline l’Ancien’in sözü çok manidardır: Bir satırsız bir günüm yok.  O zaman “yazarlık” dendiğinde yazmayı bir uğraş haline getirip, sürekli onunla ilgilenen bir kişiden bahsediyoruz demektir.

Gelelim okumak kavramına. Okumak, yazarlık için olmazsa olmaz bir kavramdır. Okumayan bir kimsenin yazacak şeyler bulması imkânsızdır. Çünkü okumak birçok inceliğe matuf bir kavramdır. İnsan, çok çeşitli alanlarda okuyabilir. Birbirinden farklı disiplinlerde bilgi ve duyarlılık sahibi olabilir. Yazarlık da tam olarak bu bilgi ve duyarlılığı gerektirir. Çünkü yazar her eseriyle yeni bir dünya kurar. Bu dünya çok yönlüdür. Bu dünya öyle bir dünyadır ki, zengin bir malzeme birikimi gerektirir. Bu birikimi sunacak olan en değerli eylemlerden birisi de şüphesiz okumaktır.  Dünya edebiyatında iz bırakmış önemli yazarlara baktığınızda, onların ne derece okumayla iç içe olduklarını görürsünüz. Ömürleri; odalarındaki kitaplıklarında, kütüphanelerde, okuma meclislerinde geçmiştir. Tam anlamıyla okumayı bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. Okumak aynı zamanda yazarlar için bir zorunluluktur aslında. Hayatında hiç öykü okumamış bir öykü yazarı düşünelim. Komik bir durum olmaz mı? Hele ki bu komedinin vahametine maruz kaldığımız şu günlerde, bu soruya cevap vermek bizim için zor olmasa gerek.

Peki yazmayı ve okumayı anladık da, yaşamak neyin nesidir, ölüler yazabilir mi?  diyorsanız siz yaşamıyorsunuz demektir. Derhal cenaze namazınızın kılınması gerekir. Yaşamak derken neyi kastediyoruz? Yaşamak derken “incelikli” yaşamayı kastediyoruz. Gülten Akın’ın da çok güzel ifade ettiği gibi “Ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya” İşte yazarlık, durup ince şeyleri anlamaya vakti olmayanların yaşamından farklı bir yaşam biçimidir. Hayatı dolu dolu yaşamayı gerektirir. İnsanların dikkat etmediği ayrıntıları görmeyi gerektirir. Söz gelimi, insanların üstüne basıp geçtiği bir çiçeğin feryadını bile anlamayı gerektirir. Hatta bu çiçeğe çiçek demeden çiçeğin adını bilmeyi, türünü, cinsini, anlamını, coşkusunu anlamayı gerektirir. Bence yazarlığın en önemli unsuru yaşamaktır. Yaşamazsanız anlatacak bir şeyiniz olamaz. Anlatacak bir şeyi olmayan kimse de yazamaz. 

Yazmak, okumak ve yaşamak aslında mündemiçtir. Yazarlık bağlamında biri olmadan, diğerini açıklamak çok zordur. Bir yazar bu üç niteliğe de sahip olmak zorundadır. Ayrıca çok iyi bir yazar olmak için bunlar da yetmez. Kişinin felsefe, sosyoloji, teoloji, mitoloji, psikoloji, doğa bilimleri, sinema, tarih, müzik vb. alanlarda da kendini geliştirmiş olması gerekir.

Şimdi de biraz “yaratıcı yazma” kavramına değinelim. Popülerliği su götürmez yaratıcı yazarlık kavramına… Yukarıda yazılanlardan da anlaşıldığı gibi yazarlık, bünyesinde zaten “yaratıcılığı” barındırır. Bu durumda yaratıcı yazarlık kavramı saçma bir kavram gibi gözüküyor. Aslında öyle değil. Bence, yaratıcı yazarlık, eğitim kaygısından doğmuş bir kavramdır. Yaratıcı yazarlık kavramını ortaya atanlar, şüphesiz ki yazarlığın gerektirdiği temel niteliklerden birisinin de “yaratıcılık” olduğunu biliyorlar. Ancak dikkat edersek, yazarlığa eklenen yaratıcı kelimesi, atölye çalışmalarında, derslerde, kurslarda yazma çalışmaları yapacak öğrencilerin hangi yönünün üzerinde durulacağını vurguluyor. Şüphesiz, bu gibi kurslarda, kurs öğretmeni; kursiyerlerine bazı teknikler, biçimler, kalıplar, kurallar öğretebilir ancak temel olarak yaratıcılığın geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu yüzden adına “yaratıcı yazma” denilmektedir.

Yaratıcı yazma kursları, güzel bir etkinlik sahası olarak değerlendirilebilir. Ancak buradan sertifika alan yahut mezun olan kimselere, sırf bu vasıflarından dolayı yazar diyemeyiz. Kişinin bu kurslara gidip eğitim alması yazarlık için yeterli değildir. Belki bazı olumlu katkıları olabilir, ancak bu sadece devede kulaktır. Bence yaratıcı yazma daha ziyade bir sosyal etkinlik olarak, bir hobi olarak değerlendirilmelidir.

Yazarlık, yazarlığın gerektirdiği nitelikler, yaratıcı yazarlık konularını ve bunların birbirleriyle ilişkisini irdelemeye çalıştık. Yazımı, Guy Debord’un güzel bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli.”

Türkiye’nin sorunu, hakikatin tekel bayisi olunduğu vehmi. Hakikate hürmet değil, hakikati temsil iddiası.

Az bilgi, çok fikir ve de önce fikir, sonra bilgi.

Bu insanlar genellikle, her defasında haksızlığa uğradıklarını ve aslında her şeyin en iyisini hak ettiklerini düşünürler: Güneşin kendi fikriyatına dik açıyla geldiği sanrısı.

Tutulan takımdan, alınan cep telefonuna kadar yapılabilecek en iyi tercih onların kararıyla gerçekleşmiş, iradeleriyle kemale ermiştir. Giyilen kıyafet, kullanılan aksesuar ve elbette benimsenilen siyasi görüş, diğer ‘tırt’ muadilleriyle kıyaslanamaz kertede. O halde, nasıl olur da insanlar farklı düşünür? Nasıl oluyor da insanlar gerçeği göremez?

Gezi olayları mı? Hayır. ODTÜ’de başörtülülerin kovulması olayı mı? Hayır. Kamuda başörtüsü serbestisi mi? Hayır. Ergenekon mu? Hayır. 28 Şubat mı? Hayır. Maalesef bu soru zincirine ekleyebileceğimiz daha nice meselemiz var. Ama hayır hiçbiri tek başına bu yazının konusu değil ve fakat her biri bu yazının yazılmasını gerektiren hal-i pürmelalimizin sebeplerindendir. Koca bir acılar birikintisi..

Çok düşündüm, ne yazmam gerektiğini, neler anlatmam lazım, ne birikti içimde.

Bulamadım uzun süre. Meğer en çok bu birikmiş, bulamamak.

Bu öyle, alelade bir şey değil

Kaybettiğim tokam ya da kalemimden yana sıkıntım yok

Ben, umudumu bulamıyorum,

İnsanlığa, aşka, ruha ve yazmaya dair.

O kadar küskünleşiyorum ki kendime,

Uzaklaşıyorum her şeyden.

İnsanları kırıyorum, bibloların hepsi sağlam.

Dünyayı alsam sırtıma bu kadar ezilmem,

Canım yanmaz, küfretmem.

Şehir üstüme üstüme geliyor,

Neresinden başlasam hayatın, hep yarım kalıyor.

Bir şeyleri eksik bırakıyorum,

Belki de sorun budur, eksik bırakmak.

Tamamlama zahmetine bile girmeden bırakılıp gidilen her şey,

Nefes alıyor mu, kırıldı mı, unuttu mu ya da unutur mu diye düşünmediğimiz,

'Bak ben gidiyorum ama kalabilirim de' diyemediğimiz her şey,

Şarkıları, şiirleri armağan edemediğimiz,

Yetim bıraktığımız her şey.

Bir çocuğun gözyaşında boğuluyorum,

Bir güvercinin kanat çırpışında kesiliyor nefesim,

Bir gemi limana değil, kalbime yanaşıyor sanki

Ve yavaş yavaş köreliyorum.

Dünyada her ne olup bitiyorsa,

Göremiyorum.

Araf’a takılmış bir hayat benimkisi

Ne gidebiliyorum, ne de kalmaya mecalim var.

 

Öğrendim,

Dünyanın neresinde mutluluk varsa,

Orada ölüm var.

Online dergiler Online dergiler