Teknolojiyle Dans

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

TEKNOLOJİYLE DANS

Türk halkını teknolojiyle tanıştıranlar asla ve kat’â aydınlar değildir; TC’nin böyle bir tanıtım ve tanıştırma işini yapması ise, tabiatı icabı(!) düşünülemez bile. ‘Ya kimdir?’ denirse, bunun cevabı, ‘Alamancı işçiler’ olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Hacı dede ve ninelerimizin hakkını da teslim etmeden geçersek, insafsızlık etmiş oluruz. Onların durumuna aşağıda -kısaca- temas edeceğiz.

 Yukarıdaki tespite yönelecek ‘Bu nasıl cevap?’ sorusu, ne güzel tepkidir öyle!

TC’ye teknoloji transferi devlet ve onun sâdık bendesi statükocu aydınlara rağmen gerçekleşmiştir. Adı geçen suçlular, teknoloji üretmemekle birlikte, onun transferini de engelleyerek, suç tanımına yeni açılımlar kazandırmış bulunuyor. Geçen yüzyılı sistemli câhilleştirme, sistemli fakirleştirme ve sistemli baskıyla geçiren Türk halkı, yine geçen yüzyılın son çeyreğine girilen zaman diliminde bu cendereyi yırtma fırsatı yakaladı. Halk aslında bırakın fırsat peşinde koşmayı, dünyada fırsat diye bir şeyin varlığından bile habersizdi. Bunu ona zamana bağlı âmiller sundu. TC’de yaşayıp gününü bekleyerek, değişim ve dönüşüm ummak mümkün değildi. Onlar da farkında olmadan ‘kaçtı’! Kaçarak, teknoloji, bilgi ve ‘özgürlük’e ulaştılar. Sıralamadaki bilgi maddesine yapılacak îtirazı anlayışla karşılayacağımızı belirtmeliyim. İşin Türkçesi, onlar sadece insanlığa geçiş yaptı!

Alamancı işçiler öncesi TC uyruklular için ‘dışarı’ tanımı yoktu; dış dünyayı -yâni özgür dünyayı- onlar sâyesinde tanıdık. Komünist Rusya’nın mazlum halk(lar)ı dışarı ile temâsı sporcu, müzik ve dansçılarla kurabiliyor; şanslı olanlar dışarı çıkma fırsatı yakaladıklarında özgür dünyaya iltica ediyordu. TC nüfusuna kayıtlı insanlarda iltica geleneği ortaya çıkmadı (İrtica bile rejime karşı cılız tepkilerin adı olarak bugünlere erdi). Bunun yerine dışarıya işçi olarak gitmek, aynı işlevi gördü. O dönemin zavallı Rus halkı dışarıyı, ülkeye geri dönme tâlihsizliği yaşayanlardan; biz ise Alamancı işçilerden öğrendik.

 İşin hikâyesi şöyledir:

Bırakın İstanbul’u, kasabasını bile tanıması -fiilen- yasak[1] orta yaş köylü kardeşimiz, bir tür ışınlama ile Deuscland’a; Berlin, Hamburg ve Münih’e gitti. Hem de uçakla! Eşekten başka bir binitle teması olmamış bu kişiler, ülkenin seçkinlerini dahi atlatarak uçağa biniyor, yurt dışına çıkıyor, ileri bir ülkenin göbeğine iniyordu. Bizce bu, çağın en önemli olayıdır. Bütün bunlar olurken rejimin seçkinlerinin çoğu henüz yurt dışını tanımıyor, uçağa binemiyor; tv seyredemiyor, kasetçalar dinleyemiyor bir konumda idi. Çünkü, TC’de tv yayını yok idi! Onun için Koç Holding, Genkur, Cumbaşkanı vb. gibilerin durumu, Alamancı işçiye göre içler acısıydı. Biz buna ‘gardiyan kompleksi’ diyoruz. Sırf mahkumlar eziyet çeksin diye kendisi de aynı şartlara katlanan gardiyanla, bizim sapkın devlet adamı tipi arasında birebir benzerlik vardır. Türk halkı teknolojiyle -özellikle iletişim- temas kuramasın diye, kendileri de yüzyıl sonuna kadar teknolojiden yararlanmama gibi sapkın bir yolu politik tercih olarak benimsediler. Doksanlı yıllara kadar halkın telsiz kullanması yasaktı; elinde radyo bulunduranlar, her yıl verici eklemediklerini ispat için devlet kapısında sıraya girerdi.

Yukarıda anılan zevât, ilk mektep seviyesinde ‘yerli malı yurdun malı; her türk onu kullanmalı’ türü tekerlemelerle, siyâsî geviş katsayısını arttırmaya çalışıyordu. Tabiî, bu kadar basit değil; işin içinde ‘ithâl ikâmesi’ işi vardı ve ayrıca her iş(lerin)in temel sâiki bizden nefret etmeleriydi. İthâl ikâmesi, yerli üretimi yapılan eşyanın ithâlinin yasaklanması demekti ve dikta rejimlerin biricik ekonomik önlemiydi! Yerli üretim dedikleri ise, montaja dayalı, sınırsız sübvansiyonla desteklenen birkaç parababasının halkı sömürü gayretiydi... Ayrıca TPKK (Türk parasını koruma kanunu) vardı; üzerinde bir dolar bile yakalatan hapse tıkılırdı. Bu durum 24 Ocak kararlarıyla değişmiş ve serbest piyasa ekonomisine (liberalizm) geçilmiştir. Sistem bilgisayar ve internet kullanımını yasaklama konusunda ‘gâfil’ avlanmıştır. Bugün için buna teşebbüs etmesi de pek imkansız görünüyor.[2] Artık, sıradan birisiyle ülkenin seçkinleri aynı marka bilgisayar ve cep telefonunu kullanıyor. Yâni, ne kadar kudursalar azdır!

Alamancı işçimiz bir yıl içinde elektrik, telefon, süpermarket, yürüyen merdiven, metro, tv, kasetçalar, sürücü belgesi ve kendi malı arabayla tanıştı. Bir yıllık sürede asla ‘candırma’ya rastlamadı, karakola çekilmedi, nezârete atılıp işkence görmedi; dinine sövülmedi, namaz kılıp oruç tuttuğu için işini kaybetme tehlikesi yaşamadı. Bir yıl boyunca insan gibi insan sayıldı.

Sonra, ‘izin’ denilen bir lüksle tanıştı. Arabanın bagajını çoluğu çocuğu, eşi dostu için türlü hediyeyle doldurdu; cüzdanı da mark ile dolu olduğundan, epey şişkinceydi. Döndüğünde köyün -hattâ kasabasının- en zengini olarak karşılanacaktı. Pilli araba, ağlayan bebek, naylon çorap, gömlek, giysi; kasetçalar, radyo; kutu kutu kıçı pamuklu cigara dolu araba Kapıkule’ye ulaştı. Kötü şöhretli gümrük memurlarına, içine beş-on mark iliştirilmiş pasaportunu uzattı ve kutsal vatan toprağına ayak bastı. Otobandan çıkıp şehre ulaşmak biraz zor oldu. Köye ermek ermek pek mümkün görünmüyordu. Çünkü, mevcut rejim Türk halkının -gün gelip- bir şekilde özel arabaya binebileceğini, köyüne ‘düdük’ler öttürerek girebileceğini, rejimin seçkinlerinin evinde bile bulunmayan malzeme yüklü valizlerle bagaj yapabileceğini vs. hiç hesap etmemiş idi (Araba düdüğü sesi insanlık tarihinin TC ayağı bakımından pek müthiştir. Ters okumayla, Afrika ve Amerika’da duyulan ilk silah sesine tekâbül olarak değerlendirilmelidir). Sistemin bu yoğun teknolojik hediye trafiğini iyi okuyamadığı o kadar belli ki... Galiba, hep hediye seviyesinde kalacağını sanmışlardı. Oysa, ‘sirâyet’ diye nitelenen ve çabuk yayılmasıyla ünlü bulaşıcı olguyu fark edemediler.

Hacı dede ve ninelere gelince... Onlar da aynı zaman diliminde güney sınırından zemzem bidonu ve misvak desteleri yanında teknolojik nîmetlerin ‘câhil’ halka transferiyle meşguldü. Bi’t-tabii, rüşvet mukabili!

İkinci büyük savaş sonrası hurdaya çıkmış kaymakam veya pırpırlı cipinden başka motorlu vasıta görmemiş Türk köylüsü, Alamancı işçi sâyesinde neler gördü neler... Alamancı işçinin bindiği araba mersedes, audi, bmw vb. marka iken, TC C.başkanı altmış model ford’a tâlim ediyordu (‘fortçuluk’ deyiminin bu gerçekle bir ilgisinin bulunmadığını belirtmek, bir insanlık borcudur; onun için burada ez-cümle îfâ edilmiş oldu).

İşte, bizim dışarıyla temâsımız ve teknolojiyle dansımız! Ne yazık, ‘öyle saf ve öyle temiz’ bir hikâye değil. Türk halkı, yetmişli yıllarda Ankara ve onun son kelaynağı oynayan zihin sapkınlığını böyle kırıp geçti.

Osman Kibar

 

 


 [1] Sistemin asr-ı saâdetinden ellili yıllara kadar köylülerin Ankara caddelerinde dolaşması ilbay (vâli) genelgesiyle yasaklanmıştı.

 [2] Son bir iki yıl, eski kafa birkaç okul müdürü internet kafelerde öğrenci avına çıkmış, işkencecilik yaptığı yılların özlemiyle kıvranan yine birkaç emniyet müdürü kafelerden topladığı sabî sübyanı nezârete atmıştı. Ama arkası gelmedi; muhtemelen yaptıklarından utanmışlardı! Eskiden halkın teknolojiyle buluşmasını engellemek için rejimin özüne uygun yasalar çıkarırken, şimdi teknoloji karşısında utançla yüzyüze kalmış bulunuyorlar.

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler