Nezakete bu denli önem verdiğimi bilmiyordum.

 

"Ne denli?" mi diyorsunuz?

 

Hannibal Lecter'a hayran olabilecek denli.

 

Ve şimdi de "Hannibal? O da nerden çıktı?" mı diyorsunuz?

 

Hemen anlatmalıyım o zaman...

 

Günlerden bir gün kendime, "Kuzuların Sessizliği" isimli filmi neden bu zamana dek izlemediğimi sordum. Bu benim için bir eksiklikti, çünkü klasikler arasında sayılabilecek filmleri izlemiş olmam gerektiğine inanırım. Buna prensip diyebiliriz. Ve evet, işte tam olarak bu prensiple bahsettiğim filmi izlemeye başladım. Filmi (her ne kadar sinema eleştirmeni olmasam da) günümüz standartlarıyla kıyasladım ve çok da büyütülecek bir yanı olmadığını düşündüm. Ancak tek bir şey farklıydı. O da Psikiyatr Dr. ve aynı zamanda filmin seri katili olan Hannibal Lecter'dı. Oldukça zeki, kibar ve sıradışı bir insandı.

 

Filmin en etkileyici replikleri, Doktor Hannibal ve dedektif Clarice arasında geçen konuşmalardı. Biri seri katil, biri FBI ajanı olan bu iki zıt karakterin hiçbir zaman dillendirmedikleri ama içten içe birbirlerine karşı her daim hissettikleri "hayranlık", filmde izlenmeye değer bulduğum şeydi!

 

Belki de sırf bu yüzden, Hannibal ve Clarice'in hikâyesini merak edip durdum. Kafamda onlar için mümkün olabilecek "sonlar" yazmaya çalıştım. Bu iki insanın birlikteliğini diliyordum ama gerçek hayat bunu asla mümkün kılamazdı. Ben tüm bu olası senaryolarla meşgulken, 2001 yapımı Hannibal filmini izlemenin kafamdaki soru işaretlerine en güzel cevap olacağını düşündüm. Sonuçta, bu hikâye orada devam ediyordu.

 

Ve evet... Doktor Hannibal her zamanki nezaketiyle yine oradaydı ve film boyunca Clarice ile olan her görüşmesinde karşınızda bir seri katil değil; aksine, centilmenliğin kitabını yazabilir bir beyefendi görüyordunuz.

 

Yalnızca nezaketin beni büyüleyemeyeceğine eminim.

 

Kapıldığım bu büyü, Hannibal'ın zekâsını da içeriyordu.

 

Size bir sır verebilir miyim?

 

Buna kulak verin: Zekâ ve nezaket!

 

Ben bu ikisini bir arada görüp de, hayran kalmayacak insan tanımıyorum!

 

***

 

Hannibal, film boyunca karşılaştığı her türlü insanı sivil ya da polis ayırt etmeksizin öldürürken, Clarice'e tek bir zarar vermedi. Ver-e-medi!

 

Peşindeki polisleri atlatabilmesi için bağlı olduğu kelepçelerden kurtulmalıydı. Ancak, kelepçenin bir ucu kendi eline bağlıyken, diğer ucu Clarice'in elindeydi. O an bundan kurtulmak için tek yol kelepçelere bağlı olan ellerden birini kesmekti. Ve o "seri katil", Clarice'e zarar vermektense, kendi elini kesmeyi yeğledi.

 

Biliyor musunuz? Buna isim bulamadım.

 

Aşk olabilir.

 

Ya da psikopat birinin bir kadına olan tarif edilemez "hayranlığı"!

 

Ne derseniz deyin, ben bu "şeye" saygı duyuyorum...

 

Hatta açık ve net söylüyorum, ben Hannibal Lecter'ın hayranıyım!

 

O bir seri katil. Kurbanlarının kulaklarını ve vücutlarının belirli bölgelerini yiyen bir seri katil hem de.

 

Ama erdem sahibi.

 

O adamın değer yargıları var.

 

Bir kere kibar.

 

İnsana değer vermeyi biliyor.

 

Ve bir bayanla nasıl konuşulması gerektiğini de...

 

***

 

Clarice, Hannibal'ın kaçtığını anladığında üzülmüştü. Hatta gözünden yaş gelmişti.

 

Hiçbir FBI ajanının, bir katili kaçırdığı için ağladığına şahit olmadık.

 

Çünkü Clarice, o an bir ajan değil; hayranı olduğu kişinin gidişine üzülen kadındı!

 

Film sonunda Hannibal bir uçakta.. Yine bilinmeyen bir yerlere doğru, izini kaybettirme yolunda!

 

Kuzuların Sessizliği biterken, Hannibal Clarice'e bir veda telefonu açmıştı. Clarice ona, "beni öldürmek için peşime düşecek misiniz doktor?" diye sorduğunda o alışageldiğimiz nezaketiyle cevap vermişti : "bunu neden yapayım? Ah Clarice, öyle sanıyorum ki; sen içindeyken dünya bir başka güzel!"

 

***

 

Tüm bunlardan sonra, söylenebilecek çok fazla şey yok sanırım...

 

Ben,  "zekâ ve nezaket"in büyük bir hayranıyım! Ve tabii Doktor Hannibal'ın da...

ELVEDA

Gözlerim yeşile özensin diye miydi, rengin?

Yeşile vurgunluğum o güne aşinadır, kasımın aşk kokulu buluşma misali. Sonuna ramak kala, koştuğumuz toplu seyahat acenteleri o gün sana da çalışmıştı. Ne ala! Tabiat kılıf uyduramamışken ayrılığa, tesadüfü ömrüme serip numaranı ezberletmişti…

Kalabalığa inat mı bayılmıştı kalbim yalnızlığa? Biz kimdik, severken?

Tesadüf eseri aynı otobüsü tercih etmiş iki yolcu mu? Yoksa senin arabanın bozuluşu muydu, benim yanıma iten? Sahi, kimdin hakikaten?

Gözlerimde birikmiş bir heyecandı ona ilk aşk deyiverişim. Tanımadığım bir yüzde kırk yıllık hatıra belirlemek, sesinin her tonunu beynime kazıyıp o adamı milat bellemekti cesur olmak.  Cesurdum, imkânsızlığı ardına alıp, karşımda aşk diye beliren bir adama ‘’benim’’ damgasını vuracak kadar!

Kalemi o uzatmıştı elime, mürekkebi Ankara katmıştı, kâğıdı küçük adamdan aldım… Koca bir bütündü hayatım, beni hiç sonsuzluğa taşımamış, kırılgan bir yalnızlıkta… Ve aslında tanıdığım her adam; biraz imkânsız, biraz uzak, biraz Ankara, biraz küçük adamdı. Ve aslında tüm sözler onlara aşinaydı. Yenisini ekleyemeyecek kadar siciline!

Defalarca sorular yöneldi aylak halime… Defalarca ‘’kim’’ dediler, ismine’ Kim? İnan cevap veremedim hiç, tanımadığım bir adama iç geçirirken yüreğim, adını hiç anamadım. Ve bu ilk cesaretsizliğimdi hayata…

Korkmadım severken seni, kin tutmadım, kalemi suçlamadım, kâğıda alınmadım, yalnızca imkânsızlığa iç geçirdim ara sıra… Yalnızca ona imkân tanıdım. Ona kızdım, ona bağırdım, onu suçladım. Sen diye başladım hep… Sadece sen… Sen gitmeseydin diye sonlandırdım cümleleri. Yakışmadı umuduma çelme, yakışmadı biz…

Eski bir şehre yeni anlamlar yüklerken rengin, yeşili hiç kana bulamadım. Oysa kırmızı en çok o boğuk istasyonlu şehre yakışırdı. Oysa otobüs terminalleri hep kareli gömlek seçmişti kendine. Oysa imkânsızlık hep yeşildi. Umut kadar, beyaza yatkınlık, gözlerime değmişlik kadar…

Oysa hep yeşil bakmıştım hayata, renkler aldatırken benliğimi ‘’ geç’’ hamlesine rağmen, kırmızıya çarpıp duracak kadar!

Nasıl anlattım baharı? Nasıl dile düştü hayatlar? İnan düşünmedim rastını. Aldırmadım, kelimelerin istemsizce dans edişine…

Ağladığım tüm yaşlar sevdiğim adamın gözünde birikmişken, ona her baktığımda denizi gördüm… Ona her baktığımda uçsuz bucaksızlıktı rengi. Sonra dur dedim kaleme, işte burada dur!

Ve sakın yazma aksini…

İmkânsızlığa…

Kırmızıya…

Sonsuzluğa…

Gülerken gözlerini kısan her adama…

Küçük kalbime sığmış tek adamla…

Koca bir ‘elveda’ şimdi…

Satır aralarına bulanmış yeşilin esirliğiyle…

Elveda şimdi;
Kareli gömleğini hiç çıkarmayan şehir!

Seher Sahin

ÖZGÜR İRADE İLE DEVLETE BOYUN EĞMEYE YARAYAN BİR AHLAK!

OTORİTENİN ETEKLERİNDE SONA EREN BİR İSYAN!

 

Çağdaş Türk düşüncesinin önemli simalarından biri olan Nurettin Topçu (1909-1975), hem karşıtlarının, hem de taraftarlarının kendisine haksızlık ettiği bir düşünce adamıdır. Esas olarak bir ahlâk kuramcısı olan Topçu’nun Türk-İslam düşünce tarihine kazandırmış olduğu özgün tezlerden birisi “isyan ahlâkı” düşüncesidir. Aynı zamanda felsefesi sisteminin merkezi kavramlarından birisi olan “isyan ahlâkı”, düşünce sistemindeki diğer bütün ilkelerin kendisinden çıkarıldığı bir ifade konumundadır.

Topçu’nun ilk eseri İsyan Ahlakı (Conformisme et Révolte) ismindedir. Bu aynı zamanda Sorbonne Üniversitesi’nde yapmış olduğu doktora çalışmasıdır. Eser Fransa’da basıldıktan (1934) tam altmış yıl sonra düşünürün ana dili olan Türkçe’ye tercüme edilebilmiştir. Bu eserin dışında, Hareket Dergisi’nde yazmış olduğu “İsyan Ahlakı” başlıklı iki yazı (Mayıs 1949, III/27; Kasım 1969, IV/47) ile İslam ve İnsan, Mehmet Akif, Türkiye’nin Maarif Davası, İradenin Davası ve Kültür ve Medeniyet gibi eserlerinde de düşünce sisteminin önemli boyutlarından birisi olan isyan ahlâkı konusunu ele almıştır.

Nurettin Topçu’nun farklı bir boyutta geliştirmiş olduğu “isyan” anlayışı ile “isyan ahlâkı” düşüncesini tam ve doğru bir şekilde ortaya koyabilmek için, öncelikle, onun bakış açısıyla, düşünce tarihindeki ahlâk nazariyeleriyle “isyan” anlayışlarına bakmak gerekmektedir. Çünkü Topçu, kendi anlayışını, bu ahlâk sistemleri ile isyan anlayışlarından hareketle, onlarla karşılaştırarak ortaya koymuştur. İsyan Ahlakı isimli eserinde bu durumu açık bir şekilde görmekteyiz. Eserin hemen başında muhtelif ahlâk sistemlerinden bahsetmektedir. Eserin ilerleyen sayfalarında da, kendi isyan anlayışını ortaya koymadan hemen önce, benimsemiş olduğu isyan düşüncesinden farklı olduğunu belirttiği isyan anlayışlarından bahsetmektedir. Dolayısıyla biz de onun isyan ahlâkı düşüncesini ortaya koyarken aynı metodu takip edeceğiz.

 Topçu ahlâk nazariyelerini genel anlamda; akılcı (rationalist), deneyci (emprist) ve sosyal dayanışmacı (sosyolojiste) ahlâk nazariyeleri olarak üç guruba ayırmıştır. Rasyonalist filozoflar, fazilet ile bilgiyi aynileştirmişlerdir. Örneğin ahlâk felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates, “iyiliğin bilgisi zorunlu olarak onun uygulanmasını da birlikte getirir”, “ kötülük bir bilgisizliktir, hiç kimse bilerek kötülük etmez” diyordu. İnsanı ahlâklı hale getirmek için öğretmeyi yeterli gören, bir başka ifadeyle bilgiyi meydana getiren aklı ahlâk için de yeter sebep olarak kabul eden bu düşünce, Aristoteles ve Platon gibi sonra gelen rasyonalist filozoflar tarafından da benimsenmiştir. Topçu, bu görüş sahiplerinin ahlâki ideal ile ahlâki olayların bilgisini birbirine karıştırdıklarını ve ahlâkın gerçek alanından uzaklaştıklarını belirtmektedir (Topçu, 1998a, s. 28; Kök, 1995, s. 82).

Deneyci veya tecrübeci ahlâk anlayışına sahip filozoflara göre, bilgi hareketin sebebi değil sonucudur ve ahlâk, insanda iyinin değeri hakkında tam bir kanaat oluşunca gerçekleşir. Ancak bu kanaat sadece düşünceden hareketle oluşan bir şey değildir. Çünkü böyle bir kanaate sahip olabilmek için edinilmiş bir tecrübe de gereklidir. İyiliğin gerçekleşmesini sağlayan şey, iyilik düşüncesi değildir. Kuru bir vazife fikri, insanı harekete geçirmek için yetersiz kalır. Dolayısıyla da ahlâki hareket bilginin üstünde olduğu gibi ahlâkın alanı da bilgi alanının üstündedir. Topçu tecrübeci ahlâk anlayışını benimseyenlerin, ahlâki hakikatlerin değer hakikatleri olduklarını unutarak tecrübî bir unsurdan hareket etme yanılgısına düştüklerini, hareketten meydana gelen iradeyi incelemek yerine haz ve mutluluk gibi hareketin sonucunda ortaya çıkan birtakım genel sonuçları incelemekle yetindiklerini belirtmektedir.

Üçüncü gurupta ele aldığı sosyal dayanışma doktrinleri ise, mutluluk ve faydayı sosyal dayanışmaya bağlamaktadırlar. Ayrıca tecrübeyi akılla, iyiyi de vazifeyle uzlaştırmak suretiyle melez bir ilke ortaya çıkarmışlardır. Ancak insanın hayatında bu ilkelerden hangisinin baskın gelerek diğerini peşinden sürükleyeceği tam olarak bilinemez. “İyilik” ilkesi tercih edildiğinde faydacılığın hatasına düşülmüş olur, “vazife” tercih edildiğinde de belirsiz ve soyut bir durum ortaya çıkar. Çünkü eğer bir toplumdaki ahlâki ideal, o toplumun istekleriyle sınırlı hale getirilir, bu isteklere uymak da vazife olarak kabul edilirse, o zaman söz konusu toplumda ferdi şuuru ve vicdanı körleştiren “uysallık ahlâkı”, başka bir deyişle “sosyal konformizm” meydana gelir. Bu durumda iş, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” haline döner (Topçu, 1998a, ss. 28-30; Kök, 1995, ss. 82-83).

 Nurettin Topçu ise, bu ahlâk anlayışlarından tamamen farklı bir şekilde ahlâk meselesinin temeline “sorumluluk” kavramını koymuştur. Bütün ahlâk sistemleri sorumluluğu bir caydırma ve vazgeçirme sebebi, kötü eylemlerden insanı koruyan bir kuvvet olarak olumsuz açıdan ele almışken o sorumluluğu, insanın içinden gelen bir itme kuvveti, harekete geçirici kuvvet ve sonsuzluğa atılmak isteyen bir irade şeklinde ifade etmek suretiyle hareketin sonucu değil de sebebi olarak kabul etmiştir. Böylece sorumluluğu müspet hale getirmiş ve onu, sadece bir pasiflik olan, ahlâki davranış sahibinde herhangi bir etki meydana getirmeyen vicdan azabı duygusundan ayırmıştır. Sorumluluk, düşünmeyi doğurur ve insan düşündükçe yapacağı hareket karşısında kendisini daha fazla sorumlu hisseder. Dolayısıyla da kaynak açısından manevi hayat ahlâki hayattan doğmaktadır (Topçu, 1998a, s. 31; 1998b, ss. 71-72).

Topçu’nun, sorumluluk kavramı üzerine inşa etmiş olduğu “isyan ahlâkı” anlayışını ortaya koymadan önce, bizzat kendisininİsyan Ahlakı isimli eserinde ifade etmiş olduğu çeşitli isyan anlayışlarından bahsetmek gerekmektedir.

Nurettin Topçu, iki tür isyan anlayışından bahsetmektedir: Birincisi, Allahsız ferdiyetçilik anlamında Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau (ö. 1778)’nun toplum kaynaklı her şeyi inkâr eden hasta ferdiyetçiliği; Alman filozoflar Max Stirner (ö. 1856)’in Allah’sız ferdiyetçilik anlamındaki anarşizmi ile Arthur Schopenhauer (ö. 1860)’un nihilizmle sonuçlanan kötümser iradeciliğidir. İkincisi ise ferdî iradenin kendi yetersizlik ve eksikliğini gidermek için ilâhî iradeye katılması, başka bir ifadeyle, Allah’ın insandaki hareketi, O’nun bizzat bize karşı isyanıdır. Merhamet ile başlayıp ümit ve iman kaynaklarından beslenen bu isyan anlayışında menfaat, kin ve kibir gibi ahlâki reziletler yoktur. Bu isyana sahip olanlar, ilahi merhametle bütün âlemi birlikte kucaklayan aşkın iradesine sahip olarak kurtuluşa eren insanlardır. Çünkü insanoğlu mesuliyet imanının eseri olan bu isyan anlayışıyla ancak kurtuluşa ulaşabilir. Topçu, söz konusu isyanı kendine has varlık ve düşünce görüşüyle İslâmî bir yoruma ve Hallâc-ı Mansur (ö. 922) gibi bir mutasavvıfın şahsında mistik bir temaya büründürmüştür (Topçu, 1998a, s. 173; 1998c, ss. 83-84; Kök, 1995, s. 73; 1998, s. 16).

Birinci gurupta ele almış olduğu isyan anlayışlarından Fransız filozof Rousseau, bütün beşeri kurumlara değil, sadece sosyal hayatın ortaya çıkardığı kurumlara isyan etmekte ve kurtuluşu, somut ve yaşanmış tecrübede aramaktadır. Ona göre kötülüğün ilk sebebi insanlar arasındaki eşitsizliktir. Ancak insanlar arasında başlangıçta bulunan tabii eşitsizlikte kötülük ve esaret diye bir şey yoktu. Dolayısıyla da kötülüğün ortaya çıkmasına neden olan eşitsizlik, toplumdan kaynaklanan müessesleşmiş eşitsizliktir. İnsan iyi doğar, toplum onun kalbindeki yüksek duyguları yok ederek yerine menfaat ve gururu koyar. Bundan dolayı da Rousseau, insanlıktan vazgeçerek tabiata sığınmayı tercih etmiştir. Zira insan, tabiatın içinde iken iyi, samimi, mutlu ve cömertti. Tabiatın dışına çıkmakla kendisinin mutsuzluğunu da hazırlamış oldu. Topçu’ya göre Rousseasu’nun isyan anlayışında “ben”, tek başına bulunan, kendi kendine yeterli olan bir güç olmadığı için anarşizm söz konusu değildir. Âlemde benliğin dayanacağı ebedi bir düzen vardır, bu da tabiatın içindedir (Topçu, 1998a, ss. 1881-189; 1998c, s. 83; 2005, ss. 152-153).

Aynı gurup içerisinde değerlendirmiş olduğu bir diğer isyan anlayışı, Stirner’in hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen isyanıdır. Ona göre dünyada benliğin dışında korunacak her hangi bir şey olmadığı için insan kendi benliğini her şeyin merkezi yapmalıdır. İnsan için kendi benliğinin üstünde hiçbir şey mevcut değildir. Stirner, ferdî benliği engellemek ve onu kendilerine köle yapmak amacında olan devlet, insanlık, toplum, tabiat, ahlâk, kanun, vatan, nizam ve din gibi benliği engelleyen her şeye karşı çıkmaktadır. Çünkü insan ancak bu şartlarda hür ve mutlu olabilir. Topçu, insanın sadece kendisi için yaşadığını, ruhun yalnız beden için çarptığını en iyi ortaya koyan bu isyanı “anarşistle komünistin isyanı” olarak ifade etmektedir (Topçu, 1998a, ss. 174-179; 1998c, s. 83).

Topçu’nun Rousseau ve Stirner ile aynı kategoride değerlendirmiş olduğu bir diğer isyan anlayışı Schopenhauer’un var oluşu hedef alan kötümserliğidir. Scpopenhauer, var olmayı kötülüğü istemekle eşdeğer kabul etmiş olduğu için var olmayı hedef almıştır. Onun isyanı bizzat hayata çevrilmiştir. Dolayısıyla da varlıktan, devletten, hazdan, kısacası hayatın bize sunabilecek olduğu her şeyden uzaklaştırıcıdır. Bu isyan anlayışı iradenin bir nevi intiharıdır. Kurtuluş, kötülüğün kaynağı olan yaşama iradesini, hayatı ve var olmayı inkâr edip Nirvana’ya sığınmak suretiyle ancak mümkün olur (Topçu, 1998a, ss. 190-194; 1998c, s. 83; 2005, s. 153).

Nurettin Topçu, söz konusu isyan anlayışlarını çeşitli yönlerden eleştirmektedir. İnsan ruhunun telefiyle sonuçlanan bu isyan anlayışlarının hepsi “Allahsız insanın isyanı”dır. Bu üç isyan anlayışından birincisi bütün beşeri kurumların, ikincisi sadece sosyal kurumların, üçüncüsü de bizatihi varlığın inkârına götürmektedir. Dolayısıyla da onların hiçbirisi insanı gerçek anlamda kurtuluşa ve mutluluğa ulaştıramazlar. Çünkü bu düşünürlerden Rousseau kurtuluşu insanlıktan vazgeçerek tabiata sığınmada, Stirner ferdi benliğin hiçbir sınırlamaya tabi tutulmaksızın tatmin edilmesinde, yani benliğin bencilliğinde, Schopenhauer ise kötülüğün ve ızdırabın kaynağı olan iradenin kendi kendisini inkâr ederek Nirvana’ya sığınmada aramıştır. Hâlbuki gerçek kurtuluş, akıl ile başlayıp ilimden felsefeye, felsefeden de dine yükselmek suretiyle ancak mümkün olmaktadır. Başka bir ifadeyle kurtuluş, insanın kalbinin Allah'a açılmasıyla ve insandan harekete başlayan iradenin Allah'a ulaşmasıyla gerçekleşir. Yalnız eğer insan en son geldiği noktada durmayıp, kendisine ve kendi dışındakilere karşı başlatmış olduğu isyanı devam ettirirse, o zaman süreç tersine döner, elde etmiş olduğu mutluluğu yavaş yavaş kaybeder (Topçu, 1997, s. 26; 1998a, s. 195; 1998d, s. 132; Karaman, 2000, ss. 116-120).

Topçu’ya göre, söz konusu isyan anlayışları gerçekte bir isyan hareketi değildir. Çünkü onun hareket felsefesinde her isyan, iradenin kendi içinde bulunduğu şartlara boyun eğmeyip bir başkaldırması olmak bakımından harekettir, ancak her hareket bir isyan değildir. Hareket içimizden dışımıza doğru bir çıkış gayreti ve dışa yayılmak üzere içimizde aniden doğan bir kuvvettir. Ayrıca hareket saf bir kendiliğinden oluş da değildir. Engellenmiş bir kendiliğinden oluştur. Herhangi bir hareketin isyan hareketi olabilmesi için, kendi içerisinde, baş kaldırmış olduğu nizamdan daha üstün bir düzenin iradesini taşıması gerekir. Bundan dolayıdır ki, isyan etmiş olmak için isyan etmek veya kısmi anarşizm, sadece isyanın inkârı anlamına geldiği için Rousseau, Stirner ve Schopenhauer gerçek anlamda isyancılar değildir. Zira hem onların ortaya koymuş oldukları isyan hareketinde böyle bir durum yoktur, hem de onlar, inkâr etmek istedikleri nizamla birlikte kendilerini de reddetmişlerdir (Topçu, 1998a, ss. 195-196; Kök, 1995, ss. 84-85).

Topçu Rousseau, Stirner ve Schopenhauer’ın isyan anlayışlarını, mesuliyet iradesinden kaynaklanan, iman kaynaklarından beslenen ve ilahi varlıkla birleşmek arzusunda olan isyan anlayışının tam zıddı olarak görmektedir. O insanları, söz konusu yıkıcı isyan anlayışlarından kurtararak içtimai uysallığın, anarşist ferdiyetçiliğin, cemiyetin ve Allah’sız varlığın üstüne yükseltmeye çalışmaktadır (Topçu, 1998d, s. 132)

Topçu, ilk bakışta paradoks gibi görünen “isyan” ve “ahlâk” kavramlarını düşünce sistemi içerisinde yeni bir boyutta birleştirmiştir. Ahlâkta iradeyi “isyan” kavramı ile ifade etmiştir. Bu iki kavram her dinin temelinde zorunlu olarak bulunmaktadırlar. “İsyan” kavramı, onun din ve ahlâk felsefesinin temelidir.

Nurettin Topçu “isyan” kavramının muhatabı olarak Allah’ı almamıştır. Çünkü düşünür bu kavramla, ne Allah’a karşı bir başkaldırıyı, ne de nizam yıkıcı bir hareket ve ihtilâli veya anarşiyi kastetmiştir. Onun isyanı anarşizme, nihilizme ve bireyselliğe prim vermez. Âlemi kırıp geçiren anarşist, menfaatlerinin esiri olan bir kişi olup benimsemiş olduğu ruh isyanı kaybetmiştir. Aksine “isyan” kelimesiyle, iradenin, kendi içinde bulunduğu şartlara ve ferdiyetini, özgürlüğünü ortadan kaldıran unsurlara boyun eğmeyerek başkaldırması ile mükemmelliğe giden yolda önünü kesen her türlü engele karşı çıkmasını, bir başka ifadeyle, iradenin sonsuza ulaşmak gayesiyle her çeşit menfaat ve tutkuya, nefsin sefaletleriyle ihtiraslarına, sonlu olan iyilik ve mutluluğa dahi başkaldıran sorumluluk idealini ifade etmektedir. Zaten o, daha önce belirttiğimiz üzere, ahlâk meselesinin kaynağına mesuliyeti koymuştur. Dolayısıyla da onun düşünce sisteminde isyan, insandaki evrensel nizamı oluşturan bir faktör ve evrensel merhamet nizamına bağlılık olarak karşımıza çıkmaktadır. Merhamet duygusundan kaynaklanan, insan ile kâinatın Allah'ın karşısındaki güçsüzlüğünü ve acizliğini ortaya koyan bu hareket âlemşümul merhamet nizamına bağlılıktır. İşte bundan dolayıdır ki, Topçu’nun düşünce sisteminde “isyan”, insanın kendisini özgürleştirmesi, adım adım kendisini gerçekleştirmesi, daha yüksek bir iradeye dönüştürmesi ve daima daha üstün nizamlar yarata yarata Allah’a doğru ilerleme hareketidir. Bu düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir:

“Bizim anlamak istediğimiz isyan, ne benliğimize ve nefsimize ait arzulara, ne içtimaî gayelere, ne de merhametten başka duygulara bağlı isyandır. Bizim isyanımızın ancak sonsuzlukta gayesini arayıcı olduğunu ve âlemşümul merhamet kaynağından doğduğunu söyledik. Nefsimizle hiç alakası olmayan ve bizi mesuliyetle hareket geçiren merhamet, isyan irademizin ilahi kuvvetidir. Bizim isyanımız anarşi değildir; ebedi ve âlemşümul merhamet nizamına bağlılıktır. Onda, gayesi olan ve kendisine ihtirasla çevrilmiş bulunduğu namütenahi kuvvete itaat vardır. Bu itaat, en mükemmel teslimiyettir…” (Topçu, 1998b, s. 73)

“İsyan, gerek fertte, gerek onun ihtirasında, kâinatın ve kendisinin hiçliğini ortaya koyan küçümsemedir; isyan, aşk içinde sonsuza atılarak bedenini ve ruhunu hiçe sayarcasına ızdıraba adanan harekettir.

İsyan, kurtarıcı mutlak’ın eşiğinde bile, insanı elleri havada Mutlak’ın hareketini diler vaziyette tutan duadır; isyan, bu uzanmış ellerde sembolleşen, Allah’ı kendisine katılmaya ve kendi içinde isyana çağıran, ferdin tek başına asla cesaret edemediği kurtarıcı hükmü O’na verdiren bu uysallık iradesidir.

İsyan ışıktır; ruhtan ruha, mürşidden müride, babadan oğula sürüp gider; mürid ve oğul için nasıl ışık ve destek olursa mürşid ve baba için de aynı şekilde ışık ve destek olur.” (Topçu, 1998a, s. 203)

İsyan, insanın içindeki sonsuzluk iradesinin nefsin sefaletleriyle ihtiraslarına ve bunlardan doğan zulümlere karşı ayaklanmasıdır.” (Topçu, 1998d, s. 46)

Topçu’nun felsefi sisteminde “isyan ahlakı”, hareket felsefesinin genel kaidelerine bağlı olarak gelişmektedir. Zaten o bazı yazılarında “isyan ahlakı”ndan “hareket ahlâkı” olarak bahsetmektedir. “İsyan ahlakı”, hareket felsefesi açısından zamana uymanın ve toplumsal itaatkârlığın, siyaset felsefesi açısından da tutuculuğun ahlâki eleştirisidir. Bu noktada şunu da ifade etmeliyim ki “isyan ahlâkı” tezi, Topçu’nun, hayatının bir döneminde sahiplenip sonra vazgeçmiş olduğu bir düşünce değildir. O bu düşünceye hayatının sonuna kadar sahip çıkmıştır (Kök, 1995, s. 19; Mollaer, 2007, s. 38, 47).

Nurettin Topçu, "isyan ahlâkı"nı ahlâktaki iradenin karşılığı olarak kullanmakta ve sonsuz olanı sonluya tercih etme, sonsuza yönelme ve iradeyi dışarıdan çevreleyip tutsak eden dış şartlara karşı bir başkaldırı olarak kabul etmektedir. “İsyan ahlâkı”nı, iradenin sonsuza ulaşmak gayesiyle, her çeşit menfaat ve tutkuya, sonlu olan iyilik ve mutluluğa dahi başkaldıran sorumluluk ideali şeklinde tanımlamaktadır (Kök, 1998, s. 18).

Topçu’nun düşünce sisteminde isyan hareketi, iradeyi, sonsuza ulaşmasını engelleyen her türlü engelden kurtarıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak her isyan hareketi bu özellikte değildir. İsyanın kurtarıcı olabilmesi için, ferdi veya toplumsal menfaat ve gayelerden değil de insanda ilahi bir cevher olan evrensel merhamet duygusundan kaynaklanmış olması gerekir. Bununla birlikte bu duygu insanın şahsiyetiyle kaynaşmış ve onun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olmalıdır. Bir başka ifadeyle isyan hareketi, ahlâki bir hareket olduğunda kurtarıcı olma özelliğine de sahip olur. Ancak nasıl ki her hareket bir isyan hareketi değildir, aynen onun gibi, her isyan hareketi de bir ahlâk hareketi değildir. Aksine bazen de isyan hareketi zulüm olabilmektedir. Ferdi ve içtimai menfaat ile gayelerden değil, insanda ilahi bir cevher olan ve onu mesuliyet duygusuyla harekete geçiren merhamet duygusundan kaynaklanan, nefis ile mahkûm edici kuvvetlere karşı olan, sonsuzluğa ulaşmayı engelleyen, bütünü yok eden ferdi hırs ve iradenin karşısına dikilen isyan hareketi bir ahlâk hareketidir. İşte bu şekildeki bir hareket ancak kurtarıcı olma özelliğine sahip olarak insanı daha önce bahsettiğimiz bencil arzu ve isteklerin, ihtirasların esaretinden kurtarabilir. Bu isyan iradesinin ilahi kuvveti, nefsimizle hiçbir ilgisi olmayan ve bizi mesuliyetle harekete geçiren merhamet duygusu olmaktadır. Bu duygunun insanda iman haline gelmiş olması gerekir. Bununla birlikte, ilahi merhamet duygusundan değil de, nefsin arzu ve isteklerinden beslenen isyan hareketi ise ahlâki bir hareket değildir (Topçu, 1998b, s. 73, 74; 1998d, s. 132). Bu düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir:

"... isyan, aşk ile merhametimizi ezerek mahkum edici kuvvetlere karşı olursa ahlâk hareketidir; nefsin şahlanmasına karşı gelmek şartıyla meşru ve insanidir; sonsuzluk yolunu tıkayan, bütünü yok eden ferdî hırs ve iradelerin karşısına dikildiği ve hepsinde de ilahi merhamet kaynağından hayat aldığı takdirde ahlâkî harekettir. Nefsin arzularından gıdalanırsa şer ve zulüm olur. Ve isyan ahlakî vasfını kaybetmemek için, hareketinin her anında ilahi merhamete bağlılığı muhafaza etmelidir. Onunla bağları kopardığı bir an içinde bile zulüm halini alabilir." (Topçu, 1998e, ss. 95-96).

İsyan hareketinin ahlâki bir hareket olmasının şartını bu şekilde ifade eden Nurettin Topçu, Hz. Peygamber’in Mekke'de başlayıp Medine'de devam eden mücadelesinin, aşkı ezmeye veya yok etmeye çalışan nefislere karşı verilmiş bir isyan ve ahlâk hareketi olduğunu ifade etmektedir (Topçu, 1998e, s. 95).

Topçu’nun yeni bir boyutta geliştirmiş olduğu isyan anlayışında hem bir anarşizm veya anarşist tavır, hem de uysallık bulunmaktadır.

İnsanın kendi yetersizliğini kabul edip harekette bir değişiklik yapma gücüne sahip olana müracaatta anarşizm vardır. Kendisinden yardım beklenen bu güç karşısında insanın takınmış olduğu tavır ise hakiki bir uysallığın işaretidir. İsyandaki anarşizm, insanda evrensel bir sorumluluk haline gelen merhamet ile kendi mukadderatına tek başına hâkim olan “Yegâne Varlık”tan medet uman imanın sesidir. Bu tavır, hareketin her türlü esaretten kurtularak hedefi olan ilahi iradeye ulaşmak için vermiş olduğu mücadelenin içerisindedir. İsyandaki uysal tavır ise, esaretten kurtulan iradenin ilahi iradeye teslim olmasıdır. Dolayısıyla da ortaya koymuş olduğumuz her hür hareketimiz veya ahlâkî hareketimiz, bizim tarafımızdan bir anarşizm hareketi olurken, ilahi irade karşısında ise, bir itaat ve uysallık olmaktadır. Zaten müminin imanı, görünüşte ilahi irade önünde uysallıktan başka bir şey değildir. Mistik de, mutlak irade önünde tam manasıyla bir uysal olarak kendisini göstermektedir. Ancak fert ve toplumda bu iki kişilikten (anarşist, uysal) sadece birisi yaşayabilir. Anarşizmle uysallık arasındaki çatışma isyana sebep olur. Bunun sonucunda da ikisinden biri, zorunlu olarak ve daima uysal olarak kalır (Topçu, 1998a, s. 197, 198).

Topçu bir başka eserinde ise, isyan hareketindeki uysal ve anarşist tavrı şu şekilde ifade etmektedir:

“… her isyan hareketinde sanki bir anarşist ve bir uysal bulunmaktadır. İsyandaki anarşist, insanda âlemşümul mesuliyet haline gelen merhametin hareketinde barınıyor. İsyandaki uysal ise, bizdeki bin türlü esaretten sıyrılarak mesuliyet şeklinde gözüken ilahi iradeye sükûn ile teslim olan benliğin sevimli simasında barınıyor. Allah’a iştirakimiz, bizdeki bu anarşistle bu uysalın birleşmesiyle hakikat olmaktadır. Ahlâki vasfını taşıyan her hareket, bizim tarafımızdan bir anarşizm hareketidir, ilahi irade karşısında ise bir itaattir.” (Topçu, 1998b, s. 73).

Topçu, merhamet duygusundan kaynaklanan içerisinde isyan ile uysalı birlikte barındıran bu şekildeki isyan hareketini Kültür ve Medeniyet isimli eserinde "Allah'ın insanda isyanı", İradenin Davası isimli eserinde ise “Allah’ın bizdeki hareketi” olarak isimlendirmektedir (Topçu, 1998d, s. 132; 1998b, s. 73).

Söz konusu isyan anlayışı en iyi ifadesini Müslüman bir mistik olan Hallâcı Mansûr’un Allah'tan başka hakikat olmadığını vurgulamak için söylemiş olduğu "Ene'l-Hakk" (ben hakikat’im) sözünde bulmuştur (Topçu, 1998a, s. 201; 1998b, 74; 1998d, s. 132). Böylece o, Rousseau, Stirner ve Schopenhauer’ın kötümser ve ferdiyetçi görüşlerinden İslâm mistiklerinin iyimserlik anlayışına geçmiş olmaktadır.

Hallâc, ilahi iradeye tam olarak teslim olmak ve Allah’ın iradesine boyun eğmek için bedenin, bencil ve hoyrat benliğin isteklerine karşı ilgisiz kalabilmeyi gerçekleştirme amaç ve çabasındadır. Bu insanda başlangıçtan itibaren var olan benliğin arzu ve isteklerinden vazgeçerek bizi bizden habersiz olarak yaratan aşkın varlığa dönmeye yönelik hür bir harekettir. İnsan bu şekilde kendi beşeriyetini aşarak tabiat-üstü bir varlığı isterken haddizatında kendi kendisini istemiş olmaktadır. Bu çabaların bir sonucu olarak da insan Allah'la özdeşleşmektedir. Hallâc, bütün beşeri yetersizliklere karşı isyan etmiş ve Allah'ın varlığında yok olmak, ilahi varlıkla birleşmek için "Ene'l-Hakk" demiştir. Bu, insan için, esaretten, hareketlerinin esiri olmaktan ve bize yabancı olan fakat bizi içten içe bölen her şeye bağımlı olmaktan bir kurtuluştur. Hallac’ın hareketi Yegâne Varlık’a doğru bir yükseliştir. Bu isyan hareketinin başka bir ifadeyle kurtuluş iradesinin rehberi ise, ilahi aşktır (Topçu, 1998a, ss. 197-202).

Bu noktada şunu ifade etmeliyim ki Topçu, ortaya koymuş olduğu isyan anlayışına sadece Hallâcı Mansûr’u örnek olarak vermemiştir. Aynı zamanda o, Sokrates, Gandi, Hüseyin Avni Ulaş ve Mehmet Akif’i de bu şekilde bir isyan anlayışına sahip düşünürler olarak ifade etmiştir. Akif, vicdanının Allah’a iştirak eden sesiyle “Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım"(Akif, 1990, s. 332) diye haykırıyordu. Ayrıca Topçu, nebiler ve veliler de dâhil olmak üzere ruh dünyasının bütün kahramanlarının da aynı isyan anlayışına sahip olduklarını belirtmektedir. Bu kişiler, ne kendi tabiatlarına, benliklerine, ne de dışarıdaki tabiata esir oldular. Onlar sorumluluk iradesiyle hareket etmek suretiyle Hakk ve hakikatin en büyük temsilcileri olmuşlardır (Topçu, 1998b, s. 74; 1998c, ss. 109-117; 1998d, s. 46). 

Nurettin Topçu’nun felsefi düşüncesinin özgün tezlerinden birisi “isyan ahlâkı” düşüncesidir. Onun düşünce sisteminde isyan, dinde dua, tasavvufta aşk, ahlâkta kendini insanlığa feda ve ulûhiyette de fenadır. Ferdi iradenin özgürlüğünün habercisi ve göstergesi olan isyan, sonsuza ulaşmak için insanın kendisini gerçekleştirmesi olayıdır.

Ahlâk teorilerinde ahlâkın merkezi kabul edilmiş olan fayda, mutluluk, iyilik, vazife, içgüdü ve sempati gibi kavramlar isyan ahlakında pasifliği ifade eden kavramlar olarak ortaya çıkmaktadırlar. Aynı zamanda bu kavramlar, isyan ahlakı açısından insani esaret şekilleridirler. Dolayısıyla da bireyin bunlar gibi sonsuzluğa ulaşmayı engelleyen engellerden kurtulması gerekir. Bu, insanın içerisinde yerleşik olan merhamet duygusundan başlayıp ümit ve iman kaynaklarından beslenen isyan anlayışı çerçevesinde mümkün olabilir. Allah’ın insandaki hareketi olarak da ifade edilebilen bu şekildeki bir isyan anlayışı ancak bireyi kurtuluşa ulaştırabilir. Bu hareket, içerisinde anarşizm ile uysallığı barındıran bir ahlak hareketidir.

Stirner’den Rousseau’ya, oradan da Schopenhaur’e yükselen isyan hareketi Nurettin Topçu’nun düşünce dünyasında ahlâki doruğa ulaşmıştır. O, kendi benlik ve kibirlerinin dünyasında ümitsizlik ve hiçliğin girdabına düşen filozofların aksine, toplumu, ferdi ve değerleri inkâr etmeden, sadece onları aşıp Allah’da fena bulan sonsuza açık bir isyan anlayışı geliştirmiştir. Onun ortaya koymuş olduğu isyan ahlâkı, muhafazakârlık tarafından önerilen uysallığa ve determinist ahlâk teorilerine karşı yeni bir ahlâk teorisi kurma teşebbüsü olup İslam dininin özgün bir yorumunu ortaya koymuştur.

 

Kaynakça  

Âkif, M. (1990). Safahat, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.

Karaman, H. (2000). Nurettin Topçu’da Ahlâk Felsefesi, İstanbul, Dergâh Yayınları.

Kök, M. (1995). Nurettin Topçu’da Din Felsefesi, İstanbul, Dergâh Yayınları.

Kök, M. (1998). “Önsöz”, Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı, İstanbul, Dergah Yayınları.

Mollaer, F. (2007). Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı, İstanbul,  Dergâh Yayınları.

Topçu, N. (1997). Türkiyenin Maarif Davası, İstanbul, Dergah Yayınları.

Topçu, N. (1998a). İsyan Ahlakı, Çev. Mustafa Kök ve Musa Doğan, İstanbul, Dergâh Yayınları.

Topçu, N. (1998b).  İradenin Davası / Devlet ve Demokrasi, İstanbul, Dergâh Yayınları.

Topçu, N. (1998c). Mehmet Akif, İstanbul, Dergah Yayınları.

Topçu, N. (1998d). Kültür ve Medeniyet, İstanbul, Dergah Yayınları.

Topçu, N. (1998e). İslâm ve İnsan / Mevlâna ve Tasavvuf, İstanbul, Dergah Yayınları.

Topçu, N. (2005). Ahlak, İstanbul, Dergah Yayınları.

 

KADIN

Kaba genellemelerle yapabileceğim, bir 'kadın' tanımım mevcut değil. Zira her ne kadar benzer vakılar karşısında benzer duyguları paylaşsak da ben tek bir kadınlık hâli olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla 'kadın'ı anlamlandırmadan önce anlamak asıl mesele.

Toplumsal tarihe ve verilere bakılacak olursa, 'kadın' her şeyden önce ailenin merkezi konumundadır. Aile kozasında rolü ise evvela, fizyolojik olarak 'anne', sosyal olarak 'eş', ekonomik olarak 'eşine yardımcı' ve kültürel olarak da 'eğitici' olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde kadınlara ya da kadınsallığa atfedilen ne yazık ki; dünyevî, duygusal, maddiyatçı bir boyut. Değişen dünya karşısında, kadın 'kadın olmaktan' tavizler verdi ve değerlerini terk ettikçe kadınlığı da unuttu(ruldu). Zira küçüklükten beri 'ekonomik özğürlüğü' eline almaya endekslenen bir kadın, ileriki hayatında kendini ezdirmemek paranoyasına kapılarak, erkeksileşti. Ve bağımsız olmak adına bütün bağlarını kopardı.

Bir Anne Olarak Kadın

Anne motifi olarak kadın, aile kozasının merkezinde yer almaktadır. Kadın başlı başına bir pırlantadır ki yuvasında ışıl ışıl parlayacaktır. Bir kadın anne olduğunda, güzelliğinin adeta tozu alınmakta ve şefkat isimli elbiseyi giyinmektedir. Rahman ve Rahîm kelimelerinin aynı kökten geliyor olmasına bu açıdan bakıldığında şaşırmamak gerek. Yaratıcının merhameti ile bir annenin rahmi.. Toplumdaki bireylerin her birinin bir annenin eğitimiyle yoğrulduğunu düşünürsek esasında ne kadar meşakkatli  ve mühim sorumluluklarının olduğunu anlayabiliriz.

Bilmem hatırlar mısınız? Anneler Günü'ne özel bir reklam filmi vardı. Bir kız çocuğuna babasının mesleğini soran ufak arkadaşı ardından annesinin ne iş yaptığını soruyordu. Küçük hanımı bu dakikadan sonra susturmak mümkün olmuyordu: ''Benim annem hem doktor, hem aşçı, hem öğretmen, hem mühendis, hem pastacı, hem ayakkabı bağlayıcı, hem dondurmacı...'' Bir annenin hayatımızdaki yerini anlatan bu sözler hepimizi gülümsetiyordu.

İşte bu 'anne' algısı ne yazık ki unutturulmak üzere. Pamukkale Üniversitesince, bin kadınla yapılan araştırmada, kadınların yüzde 46,3'ünün televizyon izlediğini, yüzde 15,8'inin komşu ziyaretinde bulunduğunu, yüzde 13,8'inin ise çocuklarıyla ilgilenmeyi tercih ettiğini ortaya koydu. Bedensel gelişimini annesinin karnında tamamlayan çocuk, dünyaya geldikten sonra yalnızca gıda ihtiyacını karşılayacak olan bir anneye ihtiyaç duymuyor. Yüreği sevgiye, ruhu şekillenmeye ve beyni bilgiye aç bir varlıktır evdeki çocuk. Oysa günümüzde annelerin görece büyük bir kısmı, televizyon kumandasına sarıldıkları kadar çocuklarına sarılmıyorlar.

Feminizm'in Kadından Götürdükleri

Feminizmin   tutarsız yanıtlar verdiği iki mesele var ki, kadını kendine yabancı kılıyor. Neredeyse kadına en büyük kötülüğü de bu şekilde icra ediyor. Bunlardan ilki,  kadınların çalışmasından yana çaba harcayıp anne olduktan sonra ise ' hastalıklı' biri olarak telakki edilmelerine yol açmalarıdır. İş hayatında risk olarak nitelendirilen çocuğa, bir nevî ayakbağı olarak bakılıyor. Lakin bu kadarla kalınsa belki tahammül edilebilir. Çalışma hayatında erkek rakipleriyle mücadele etmeye çalışan kadın için hamilelik, ulaştığı konumdan aşağı inmek ve dört duvar arasına hapsolmak anlamına geliyor.* Özellikle de batı toplumlarında karşılaşılan tablo bu. Dolayısıyla hamile olan kadın, bir yaşlı ve bir çocuk gibi görülerek bulunduğu konumdan dışlanıyor.

''Kadınları eve kapatanlar da evden kurtarmak isteyenler de feministlerdir.'' diyen Mustafa Armağan, bu tespitini şöyle açıklıyor: Feministler, 19.yy başlarında fabrikalarda gayri insani şartlar altında çalışan kadınları, ayrıcalıklı burjuva kadınları gibi evde oturma lüksüne kavuşturmak için çırpınıyorlardı. O zamanki sendikalar ve feminist gruplar, kadınları eve kapatmak için mücadele veriyorlardı, bugünkünün tam tersine.**

Feministlerin kafalarının karışık olduğu ikinci nokta ise; kadınların erkeklerle eşit olup olmadıklarıdır. Zira kadınlar erkeklerle eşittir hatta aynıdır denildiğinde, erkek standartları çıta olacak ve bu çıta ile karşı karşıya kalan kadın fıtratı gereği oradan atlayamayacaktır. Bu defa da 'kadınlara özel' muamele isteyecekler ve en başta karşı çıkılan 'erkek ve kadın farklıdır' kalıbını gönüllü olarak kabul edeceklerdir.

Modern Toplum İle Kadın

Moderniteyle birlikte evlerimize, ruhlarımıza sızan bir anlayış var ki, o da seyirlik dünya anlayışı. Bunun merkezinde ise kadın bedeni bulunuyor. Ne zaman başladığını anlayamadığım, erkek gözüyle algılama hâli hâkim kadınlarda. Aynaya işte bu gözle bakıyor ve diğer kadınlara da. Kadın sadece erkeklere değil, diğer kadınlara da genç ve güzel görünme telaşında. Adeta estetik bir kalıpta yaşamını sürdürmeye çalışan modern kadın, bu erkek gözüyle şaşı bakışları fazlasıyla içselleştirmiş durumda.

Kadın, görünmenin en kolay yolu olan modayı, kitaplara ve ilmi ile görünmeye tercih etmeye başladı. Böylece geri kalmışlığını alışveriş merkezlerinde yaptıkları harcamamalarla telafi etmeye çalışıyor. Sonunda cepleri ve elleri boş, beyinleri ve çeneleri ise bomboş söylemlerle dolu hale geliyor.***

Son Olarak: Bir Hikâye

Sultan Vahdettin'in son eşi Nevzat Hanım'ın hikâyesi, beni çok etkilemiştir. Zira o kocasının arkasında her zorlukta bir dağ gibi durmayı bilen nadir eşlerdendir. Payitahtın son yıllarıdır.. Asırlık çınarın devrilme sahnesinde çıkıvermiştir tarih sahnesine Nevzat Hanım.  Genç yaşına rağmen, bu zor ve çileli dönemde sağlam durmayı başarmıştır. Çevresinin bütün ısrarlarına karşı Sultan Vahdettin'den vazgeçmemiş ve San Remo'ya birlikte sürgün edilmişlerdir. Orada büyük sıkıntılar çekmişler ve zor günler geçirmişlerdir. Sultan'ın cenazesine dahi borçları sebebiyle haciz konulduğunu söylersem, sanırım mağduriyetle geçen günleri tahayyül etmenize yardımcı olabilirim. Nevzat Hanım tüm yaşadıklarına rağmen ''Ruz-i Mahşer'de onun yanında yürümek istiyorum'' diyerek sadakatini ve bir hanımın en asil hâlini tüm hanımlara ilan etmiştir. 

Letafetini ve nezaketini süs edinmiş hanımlardan yalnızca birinin hikâyesi idi Nevzat Hanım'ınki. Ancak bir eşin nasıl olması gerektiğinin en iyi cevabıydı da.

Bizi biz yapan değerlerimiz, değişen ve dönüşen dünya ile hızla kayboluyor ve yitirdiğimiz bu değerler en mahrem, en hassas yönlerimiz oluyor. İşte bu değerlerimizden bir tanesi de insanın latif cinsi olan kadınlar. Kadınların aslından uzaklaştırılması, bağımsız olmak adına tüm bağlarını koparması, nesillerin kimliksizleşmesine ve bir yok oluşa zemin hazırlıyor. Bu gidişatı durduracak olan da yine kadınlar. Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz da işte bu hanımlık cevheridir.

* Mustafa Armağan, Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı, 4.Bölüm: Batı'da Annelik Bitiyor mu?
** Christopher Lasch, Women and the Commen Life, WW Norton and Company,1997, bölüm 4
*** Ali Şeriati, Fatıma Fatımadır

Buket Abanoz

Paylaş

BEŞİKTAŞ SEN BİZİM HER ŞEYİMİZ MİSİN?

Türkiye’de üç İstanbul takımından birini tutmak her vatandaş için elzemdir. Memleketinin takımını tutan insanlar olsa da yanında da mutlaka bu üçünden birini tutarlar. Bu siyasi tarafınız, milletiniz hatta bazen dininiz kadar önemlidir karşınızdaki insanın gözünde. Hangi takımı tuttuğunuz kendinizi tanımlarken sıraladığınız üç dört şeyden birisidir.

Bu durum birbirini tanımayan binlerce belki milyonlarca insanı bazı ortak duygularda buluşturması adına güzel bir şeymiş gibi görünür. Birbirini tanımayan insanlar doksan dakika omuz omuza bağırıyor, gol olunca sarılıyor, yenilince beraber ağlıyor. Ama bu durumun bir de öteki yüzü var. Sizin takımınızı tutanı bu denli kayıtsız şartsız kabul edip kendinizden sayarken, diğer takımı tutan kişiyi ötekileştiriyorsunuz. Sırf diğer top oynayan adamları destekledikleri için ailelerine sövüyor, polis olmadan aynı statta maç izleyemiyorsunuz. Ve herkesin normal karşıladığı çok hastalıklı tezahüratlar Anchoryapıyorsunuz.

Onlar yalnızca tezahürat demeyin, insanlar bu sözleri teyit edercesine birbirini yaralıyor, öldürüyor, stadyumlar yakılıyor, sahaya girilip oyuncular dövülüyor.

Futbol büyük bir eğlence sektörü ve insanlar da eğlenmek, kafa dağıtmak, bir süre sorunlarından uzaklaşmak için bu oyunu izlerler. Yani mantıklı olan durum budur. Fakat futbolla ilgilenen insanların büyük kısmı bu amaçlarla ilgilenmiyor. Futbol araç olmaktan çıkıp amaç haline geliyor.

Her türlü fanatizm gibi futbol fanatizmi de beynin kepenklerini indiriyor. Şike suçlaması sebebiyle yargılanan başkanları hakkında her yoruma karşılık masumiyet karinesi kavramını hatırlatan takım taraftarları futbol federasyonunun avukatı hakkında bir dedikodu çıktığında medya ve internet üzerinden onu linçe uğratıyor.

Darağacında bile olsak son sözümüz Fenerbahçe diyor kulüp başkanı ve bu onun takıma olan aşkını taraftarlara ispat ediyor. Bu sözü samimiyetle söylediğine ikna edilmeye çalışılıyor ki takımını kötü duruma düşürecek bir şey yapmadığına inanalım. Oysa bu sözün samimi olması daha vahim bir durum, sözün sahibinin Metris’ten Bakırköy’e naklini gerektirecek kadar.

Fenerbahçe, Beşiktaş veya Galatasaray büyük bir eğlence sektörünün çok önemli bir parçalarıdır, nihayetinde birer futbol takımıdır. İnsanların milletlerini bile bu denli kutsaması, ötekilere bu denli düşmanca davranması aptalca ve tehlikelidir ki top oynayan on bir adam ile bir armaya bu kutsiyeti atfetmek hastalık işidir.

“Futbolun çalışan sınıfların boş zamanını sahte bir neşe kaynağı olarak doldurup afyon etkisi yarattığına” falan inanmıyorum. Franco’nun Barnebau için söylediği iddia edilen 150 bin kişilik uyku tulumu gibi klişelerde pek anlamlı, mantıklı gelmiyor. Ama futbolu idare edenlerde bu niyet olmasa da büyük bir kitle üzerinde futbol bu etkiyi doğuruyor. Ülkelerinin tarihi, siyaseti, sanatı hakkında kulaktan dolma bilgiler dışında pek bir şey bilmeyen insanlar bütün futbol taktiklerinden haberdar ve takımının hangi takımı kaç kez yenip hangi kupayı kaç kez aldığını ezbere biliyor. Hayatında hiçbir şeyin üzerine yormadığı kadar futbol üzerine kafa yoruyor. Ah bir onu geçirseler Beşiktaş’ın başına neler yapacak.

 

Ben çevremden de gözlemlediğim kadarıyla durumun en kötü etkisini üniversite öğrencilerinde görüyorum. Aidiyet duygusu tatmak için katılınan taraftar gruplarında ne olduğunu sorgulamadan bir “şirkete” aşk sözcükleri söyleyen ve vahim olan bunu içten inanmış bir şekilde yapan sürüyle insan var. Mevzu futbol olduğunda olay veya karşıdakinin söyledikleri bütün anlamını yitiriyor. Objektif düşünebilen değil düşünmeyen, yalnızca körü körüne savunan fanatik bir gençlik yetişiyor.

İngiltere’de başlayıp birçok ülkede çıkartılan sporda şiddet yasaları ile birlikte oluşturulan yeni müşteri-seyirci tipinin futbolun “ruhunu” ve eğlencesini bitireceği söylense de bunun yalnızca bir oyun olarak algılanması için bu tip yasaların çok gerekli olduğunu düşünüyorum.

NotYazıda verdiğim takım, taraftar örnekleri kolayca aklıma gelen güncel şeyler olduğu için yazdıklarımdır. Her takım ve taraftar grubu hakkında benzer onlarca örnek bulunabilir.

 

Halil Kaan Canan

Paylaş

KAVRAM EKSENLİ İNSAN

Kavram, herhangi bir konuda içeriğin kapsayıcılığını ifade edecek bir sınır ve bu sınırın kapsadığı içeriğe dair satırbaşlarını anlamlı bir şekilde ifade eden kelimedir. Kavramlar gerek akademik anlamda gerekse günlük yaşamda sık sık kendisinden bahsedilen fakat “şey” sözüyle geçiştirilen öksüz kelime grubudur.

Kavram eğitimi başlı başına incelenmesi gereken bir mesele olmasına karşın bu mesele karşı takınılan tavır şaşırtıcıdır. Bir konuyu ifade ederken konuyla ilgili anahtar kavramlara dair derinlemesine bir fikir yoksa ifade sadece söyleyenin kendi egosunu kabartan dakikalar olmaktan öteye gitmeyecektir. Temel eğitim-öğretimden itibaren kavramların zihinlere yerleştirilmesinde doğru bir metot takip edilmelidir. Zira henüz eğitiminin başındaki bir insan zihnine yerleştirdiği kavramlar doğrultusunda yaşamını sürdürecektir. Kavram eğitimi eksik kaldığında ise yaşama boyunca konuşurken “şey”,”mesela”,”ıııı” gibi anlamsız sesleri kullanmak zorunda kalacaktır, zira neyi niçin anlattığı konusunda pek de bir fikri yoktur. Eğitim sistemimizin yetiştirdiği öğrenciler tam bir ezber canavarı olup çıkmakta, o ezberlerin gerçek mahiyeti konusunda ise en ufak bir fikre sahip değillerdir.

Örneğin bir öğrenciye integral kavramının içeriğine dair yapılacak bir sunum yerine integral formülleri sıralanırsa bu öğrenci çok iyi integral alan fakat bu bilgisini gerçek yaşamla eşleştiremeyen bir kişi olarak yaşamını sürdürecektir. İntegralın en kaba haliyle küçük parçacıkların toplanması fikrine dayalı olarak öğretilmesi halinde ise bu öğrenci integrali nerede kullanacağını bilecektir.

Kavramsal eğitimi eksik kalan bir kişi hem ezber gibi mayınlı bir alanla karşı karşıya gelecek, üstelik bildiğini zannedecektir. Belli bir yazılı metni kavramlar haricinde okuduğumuzda(ki buna gazete okur gibi okumak da diyebilir) bu metnin esas fikrinden çok metindeki kopuk kopuk kelimeler dizisine zihnimizin ev sahipliği yaptığına şahit olacağız. Bu kopuk kelimeler bir süre sonra yanlış uygulama, unutkanlık v.b arızalara neden olacaktır.

Kavram çalışmasından kasıt elbette ki kuru bir sözlük bilgisi değildir elbette. Zira bir kelimeye birden fazla anlama yüklenen metinlerde o kavramı sadece belli bir yönüyle bilmek metnin anlam bütünlüğüne dair fikrimizi karıştıracağı gibi verimli bir çalışmadan da uzak olacaktır. Aynı kelimenin bile farklı metinlerde farklı anlamlar yüklendiği düşünüldüğünde kavramları ortaya koyma işinin ne derece ciddi olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Kavram çalışmasının en önemli ayağı ise referans eserler kısmıdır. Kişinin kendi bulunduğu çevresi, kültürü, mesleği, meşrebine göre bu referans eserler değişebilmektedir. Bu yüzde referans eserleri hakkında keskin ifadeler kullanmak pek yararlı olmayacaktır. Belli bir çerçeve çizme adına referans eserlerin insanı ve onun yaşadığı kâinatı bütüncül kavrayan eserlerden oluşmasında büyük yarar vardır.

Zira insan çok yönlü bir varlık olması dolayısıyla yine onu ve onun ilgilendiklerini tanımlarken de birden fazla eksende değerlendirme yapmak sağlıklı sonuçlara götürecektir. Örneğin insanın ve çevresinde gelişen olayları basit bir maddeci bakışla yorumlayıp metafiziği yok saymak bir analizden çok değer ifade etmeyen ucu yırtık kâğıt para gibidir.

Kavram çalışmanın insana sağladığı en önemli fayda da tutarlılıktır. Kavramlar ekseninde düşünce üreten insanlar olaylara göre değil, ilkelere göre hareket etmektedirler. Zira ilkelerini de yine belli kavramlara dayandırmışlardır. İlkelere dayalı bir hayat tereddütlerden olabildiğince uzak olacaktır zira hadiseler karşısında telaşa düşmek yerine kendi ilkesi doğrultusunda bir pozisyon almaya itecektir.

Post-modern çağda yeni bir eğitim modeli aranırken kavram modelli bir eğitim sistemi asla göz ardı edilemeyecek bir konumda durmaktadır.

 

Ömer Kaya

Paylaş


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler