EĞİTİM FAKÜLTESİ MEZUNUYUM; HADİ BENİ SINA ÖSYM!

Bir ülke düşünün ki insanları birbirlerinin hakkını gözetiyor, bir makama gelmiş biri mutlaka liyakatine göre oraya alınmış. İşler tıkırında; rüşvet yok, adam kayırma yok. Bu benim ütopik ülkelerimden biri kısmen İbn-i Sina’nın Hay Bin Yakzan’nındaki bazı ülkelere benziyor. Bu aslında bir ütopya değildir, zannetmiyorum. Geçmişimizde örnekleri var. Selçuklulara baktığımızda medeniyet düzeylerinin zirveye ulaştığını görmekteyiz. Bu medeniyet, bize içinde birçok konuyu da verir. Edebiyat, mimari, sosyoloji ve diğer tüm ilimler… Bunların menşeine baktığımızda eğitimi görüyoruz. O zaman biz bu ütopyayı hayal ederken içinde bulunduğumuz ülkenin eğitim sitemine bir bakalım derim.

Her ne kadar yapılandırmacı yaklaşıma göre öğrenci merkezli eğitime geçtik desek de rehber yine öğretmen olduğundan eğitimde temel unsur öğretmen(hoca/rehber/usta)dir. Ülkemizde öğretmenlerimiz dört yıllık bir eğitim fakültesini bitirdiği takdirde öğretmen sıfatını kazanıyorlar. Kazanıyorlar da sonra? ÖSYM onları bir sınava tabii tutuyor, bu sınav onların genel kültür ve yeteneğini, bunun yanı sıra formasyon bilgilerini ölçüyor. (En yeni sisteme bir de her öğretmen adayının kendi branşıyla ilgili konulardan değerlendirilmesi eklendi. İyi oldu, hoş oldu, hayırlı olsun.)  Fakat sadece bilişsel becerilerini ölçerek öğretmen aldığımız okullarımızda ne kadar etkili eğitim öğretim verilebilir. Bu sistemle öğretmen olmuş biri yine aynı mantaliteyle öğrenci yetiştirecek, onların bilişsel olarak gelişimlerinin dışında başka beceri düzeylerinin geliştirilmesini göz ardı edecektir. Ki bu nitekim çoğu okulumuzda da böyledir. Çocuk verilen bilgiyi alsın yeter. Bunu analiz etmesi, eleştirmesi, sorgulaması, yeniden yapılandırması, başka bir yerde kullanması, değiştirmesi vb. gibi daha üst düzey becerilerin verildiği eğitim durumları göz ardı edilmektedir. Çocuk öğrendiklerini hayatına transfer etmesi gerekirken, önüne çıkan çoktan seçmeli sınavlara transfer etmektedir ki bu da kuru bilgi transferinden başka bir şey değildir.

Kafasını yoran öğrenciler yetişmesi için, kafasını yoran öğretmenlere ihtiyacımız vardır. Bunun eğitimi; ilgili fakültelerde eksik verilmekler birlikte, önemi de öğretmen adaylarına bildirilmemektedir.

Öğretmen adayları fakülteye ayak basmadan mülakata, sözlü sınavlara ve duyuşsal becerilerini ölçen değerlendirmelere tabi tutulmalıdır. Bu şekilde bir seçimden sonra onlara öğretmenliğin salt bilgi olmadığının önemi vurgulanmış olur. Bu mantık yapısıyla mezun olan öğretmenlerimiz yine bu gibi sözlü ve yazılı sınavları geçtikten sonra öğretmenliğe başlatılmalıdır. Elini kolunu sallayarak fakülte bitirmiş biri dört beş ay KPSS çalışıp ezber yapınca öğretmen oluyorsa ortada sakat bir durum söz konusudur. Ve dolayısıyla sakat yetişecek bir nesil.

Çocuk; iyiyi, doğruyu, ya da kendine göre doğrularını belirleyemediği takdirde eleştirel düşünemeyecektir. Önüne konanı yiyen bir nesil yetişecektir. Doğruyu ayırt edemezse haktan, hukuktan, liyakat esasından habersiz olacaktır. Bu bir nevi ahlak eğitimidir belki ve o en çok okulda vakit geçirdiğinden bu eğitim ona okulda verilmelidir. Bunu ona işleyecek nakkaş ise öğretmendir.

Başta bahsettiğim ütopik ülkem çok da imkânsız değildir. Kaliteli eğitim fakülteleri, kaliteli öğretmenler ve beraberinde kaliteli bir nesil gelecektir. Ama önce şu eğitim fakültelerinin başındaki hocalarımız akademik polemikleri bir yana bırakıp bunlarla ilgilenmelidir. Elbette bunu düşünüp çalışanlar var ama görüyoruz ki yeterli değildir.

Feride Melike Demir

IŞIK, YANMAK, DEVİRMEK

Bir devrim için gerekliydi tüm bunlar. Bir sebebi olmalıydı; insanın kendini bile bile, isteyerek ateşe atmasının, yanmak için yanıp tutuşmasının bir sebebi olmalıydı.’Yüreği dünyadan koparmanın’ bir yoluydu belki. Anlamalıydım. Yine de bu kadarı çok fazla değil miydi, bu yolu fark etmenin daha az sancılı bir yolu yok muydu?

Ağlasam daha az yanar sandım yürek; belki gözyaşlarım yangını söndürür. Oysa fark etmemiştim ki, gözyaşları da o ateşin bir parçasıydı. Öyle bir yangın ki, bir nedeni olmalıydı. Dünyada her şeyin bir nedeni vardı ancak bu yangının nedeni öyle alelade bir şey olamazdı. Sonraları fark edecektim ki, bu yangın; birinin Hüseyin’in başını koparırken, birinin yüreğini bu dünyadan koparmaya karar vermesinin habercisiydi.

Anlamadım önce, her şey gibi sandım,’gibi’ler gibi; günlük, herkesin çevirdiği filmlerin türevleri gibi sandım. Yürekteki yangını insanlara öfkelenmekle bir tuttum. Yanıldım, aldandım. Aldandığım tek şey  bu olmayacaktı.

Bir ‘şey’ çıktı sonra karşıma; hiç bilmedim ki  yangını yangın yapacak asıl oydu. Onu da herkes gibi sandım, ona yandım. Ona inandım, ona aldandım. Hissetmeye başladım, her şey gibi değildi onunla bir şeyler, herkes gibi değildi. İyi biri değildi; gördüm, işittim, hissettim ama bir şey vardı, çok derinlerinde farklı bir şey. Ondan sonra her saniye yanmak için biraz daha tutuştum. Çok acıttı.’Riya yapmamalıydı; aşk, muhabbet oyununu doğru oynamayanların yüzüne mana kapısını kapamıştı çünkü’.Oysa onu tanıdığım ilk günden beri riyakârdı, acıtıyordu. Zalim olmak için can atıyordu çoğu zaman, susuyordum, ben susuyor ve sadece yanıyordum. Farkındaydım tüm yalanların, aldatmaların yine susuyordum. Nedenini sonra anlayacaktım.

İlk defa birinin içinde böylesine bir ışık görüyordum ve ilk defa böylesine eşsiz bir ışık, bu kadar karanlıktaydı. O ışığı ve karanlığın o ışığı kavrayışını gördükçe, hissettikçe daha da şevkle koştum her seferinde ateşe. Attım kendimi tam ortasına, yandım yandım yandım. Susarak ve ağlayarak. Ağlamak dediysem, harlı ateşi biraz olsun iflah etti sanmayın sakın. Gözdeki yaş yüreğin ateşine odun oldu, alevlerine can verdi.

Işığı ortaya çıkarmak için ateşse ateşti, yanmaksa yanmak. Yaklaşıyorum sandım, bu sefer oluyor sandım. Olmadı. Bir gün geldi, ışığın varlığına inancımı yitirdim, o yürekte sadece karanlıklar vardı artık. Yüreğimin yangını sönmeliydi, ışık yoksa yanmanın da anlamı yoktu. Ona değil de, en çok içindeki ışığı böylesine yok sayışına üzülmüştüm.

Bitti dedim; yürek yangını hiç sönmemişti ama karanlıklarda kalmayı kendisi isteyen; aşk ve aşkın yâri özgürlüğün yerine zalimliği tercih eden, riyayı kendine yoldaş edinenle aynı yolda yürüyemezdim. Noktadan da küçük ışığın karşılığı bu yangın olmamalıydı. Bilmemiştim; bir terazi yoktu ki  ortada, ışığı kefesine koyabileceğim...

Ama yürek yangını hiç bitmedi; riyaya, zulme rağmen. Hani ışık nerdeydi? Ben yanlış mı hissetmiştim, yok muydu ışık? Sorular bir süre beynimde hüküm sürdü. Kendime inancımı yitirmeye başladım, gözlerim görmüyor dedim, ışık yoktu boşuna yandın dedim. Nerden bilirdim, hiçbir şey olmadığı gibi değildi boşuna. O yangın ki; yürek devriminin ilk kıvılcımı olacaktı.

Unutur gibi oldum bazen; onu da, ışığını da, karanlığını da. Ancak hala sorguluyordum; böylesine eşsiz bir ışık neden bu karanlığa hapsedilmişti? Yangınım ve sorularla başa çıkma çabam devam etti hep.

Bir gün o geldi; karanlığını yok sayıyordu bu sefer. Şaştım. Işığını fark etmiş ve az kalan karanlığı biraz sonra yeneceğini söylüyordu. Yanında istiyordu. Çabalıyordu, ışığını karanlıklardan çok yapmaya kararlıydı bu sefer. Öyle sanmıştım. Ah gözlerim, o gözlerim bir kez daha acımadan attı beni yangınlara; bu sefer ışığı gösterecekti bana söz vermişti.

Herkes bir şey söylüyor, alay ediyor, gülüyor hatta bazen acıyorlardı. Bilmiyorlardı, görmüyorlardı. Bilemezlerdi; başka bir dünyaydı bu, karanlığın kokusunun çok keskin olduğu ancak yine de nokta kadar bir ışığın yüreği ‘devirecek’ kudrete sahip olduğu.

Yine, yine ve yine. Karanlıkların ışıkla yer değiştirmesini izledim bir süre, sabır dedim böylesine bir ışık kendini öyle kolay ortaya çıkarmazdı; bekledim. Günler geçti, aylar geçti. Sabırla, acılarımız eşitlensin diye biraz daha acıları aldım kendi payıma. Yine de anlam veremiyordum; ondaki bu ışık ortaya çıkınca ne olacaktı? Modernitenin zehirlediği zihnim ‘bana ne’ diyordu, her şeyin ardından payıma düşen ne olacak gibi sorular da eksik olmuyordu bende.

Benim cevabım öyle uzakmış ki bu sorulardan...

O ışık; bu kadar riyanın içinde nasıl hala var olabildiğini –var olup olmadığı konusunda çok zaman çelişkiye düştüğüm- anlayamadığım o ışık... Benimmiş; ona acı çektiğimi düşündüğüm zamanlar aslında hep yüreğin alt üst edilmesi gerektiğinin habercisiymiş. Daha fazla yanamam dediğim her anda yine kendimi ateşlerin ortasında buluşum başkaymış aslında. O’nabiraz olsun yaklaşmanın, yüreği O’na yakmanın yoluymuş.

Yürek devrimi yapmak, yanmaktan geçiyormuş, yanmak ama vazgeçmemek...

Yüreği dünyadan koparmak... Bunu telaffuz edebilmek bile güç istiyor. Yürek, dünya ve koparmak kavramlarını bir arada kullanabilmenin anlamına erişebilmek. Sadece farkına varmak içindi bu kadar yangın. Bundan sonrası sonu olmayan bir yol...

Yolun başındayken şimdi, bunu ilk fark ettiğimde o riyakâr adama teşekkür etmeliyim aslında. Onda gördüm ben o ışığı ilk, onda hissettim. Şimdi ışığın kendisine çevirdim yönümü. Yangınlarım bitmedi, aksine çok daha sıcak. Ama artık biliyorum ki, bu yangının sahibi o değil. Bu yangın ona değil, onu var edene!

Ezgi Ortakaya

Âdem Aleyhisselam yaratılırken, gökten üç elma falan düşmedi aslında. Bildiğin, etli butlu edebiyat düştü. İlk insanla beraber dünyaya adım atan bu olgu, son insanla beraber alıp ceketini çıkacak…

Konumuz tam olarak edebiyat değil aslında, edebiyatın sağ-sol etkisi. Temel düşünce, edebiyata yön verenlerin, hep sol akımın yazarları olduğudur. Aslında pek de haksız sayılmazlar. Şöyle durup düşündüğümüzde popüler yazarların çoğunun sol görüşlü olduğunu görürüz. Yani hem sol görüşlü, hem de yazarsanız, popüler oluyorsunuz demektir bir nevi…

Çok eskiye gitmeyeceğim. Kurtuluş Savaşı yıllarını düşünüyorum, hayal ediyorum şöyle bir, sanki koca ülkenin bütün sağcıları, muhafazakârları secdeden yeni kalkmış, bir elinde tesbih ‘Sübhanallah’, diğerinde top tüfek ‘Allah Allah’. Cephede kan gövdeyi götürüyor. Solcular için cepheye bir masa sandalye, bir top A4, bir de kalem koymuşlar, ‘Al kardeşim yaz yazabildiğin kadar’ demişler sanki. Tamam elbette böyle değil, bu benim hayalim ama elimi vicdanıma koyduğum da, zorlu dönemlerin yapıtlarının çoğunu sol edebiyat yazarları kaleme almış. İnsan kendini ‘Nerede bu ülkenin muhafazakâr yazarları?’ diye sormaktan alıkoyamıyor. Bu soruyu kendime sorduğumda tek bir cevap buldum aslında, Bu memleketin bütün muhafazakârları hakikaten bir savaş içindeler. İsteseler de istemeseler de, bir savaşın tarafı olmaktan kurtulamıyorlar.

Savaş başlıyor. ‘Korkma!’ diye başlıyor şiirine muhafazakâr yazar. İlk kroşe. Savaşın ortasında bir fırsat bulursa, ‘Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.’ Diyor. Al sana ikinci kroşe. Savaş bitiyor, ‘Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!’ deyiveriyor ve son kroşeyle bitiriyor savaşı…

Hiç unutmuyorum, bir fuara katılmıştım. Annemden hallice bir kadın yazar sigara içmek için dışarı çıktı. Dar alanda ufak bir çember oluşturduk. Birkaç yazar bir araya gelince konu ilk olarak tarihten, sonra siyasetten, moda, magazin derken en son edebiyattan açılır. Konu bir ara ‘muhafazakârlaşan Türkiye’ye geldi. Bu konudan oldukça mustarip olan kadın yazarımız, en son şöyle bir cümle kurdu; ‘Sağcılar bu ülkeye ne verdi ki? En iyi şairler, yazarlar hep solculardan çıkmıştır.’ Dedi. Sigaranın son nefesini içime çektim ve dışarı bir daha vermeden uzaklaştım oradan. Biliyorum dumanı üfleseydim, duman kendiliğinden bir şekil alacak ve ‘Allah’tan kork’ yazacaktı. Hiç gerek yoktu böyle bir illüzyon gösterisine.

Demem o ki; solcular iyidir, hoştur. En iyi yazar ve şairlerdir. Yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi bulursunuz, belki de daha fazlasını. Solun edebiyatı sizi etkiler. Sağın edebiyatı ise kroşedir. Okudun mu oturtur…

SEÇEBİLMEK ÖZGÜRLÜKSE, ÖZGÜRDÜK İKİMİZ DE

“İnsan acizdir, muhtaçtır, çok artistlik yapmamalıdır”

Onur Ünlü

Varoluşçu felsefenin temel ilkelerinden biri “seçme” özgürlüğüdür. Sartre “varoluş özden önce gelir” diyerek determinist bir bakış açısını reddetmiştir. Yani insan bu “saçma” dünyada kendi özünü kendi inşa edecektir. Aslında “saçma” olarak tanımlanan bir konsept içinde bu ironik bir durum olarak değerlendirilebilir. Yine Sartre insanın özgürlüğe mahkum olduğunu söyler. Hangi koşul altında olunursa olunsun insanın tutumlarını belirlemede özgür olduğunu savunur. Peki bizler gerçekten seçim yapma konusunda özgür müyüz?  Yahut başka bir soru soracak olursak, seçim hakkı ne demektir?

“Yabancılaşma” varoluşçuluk dediğimizde akla gelen kavramlardan bir tanesi. İnsan seçerek özünün binasını yükseltecektir. Fakat insan kimdir? Uçsuz bucaksız evrendeki bir gezegene fırlatılmış ve orada bilinci ile baş başa bırakılmış bir canlı mı? Eğer öyleyse, insan neye dayanarak bir seçim yapacak? Algılarına, duyularına, aklına? Hangisinin yanılmayacağından emin olabilecek? Hangi doğrunun mutlaklığını ispat edebilecek? Aslında hiçbirinin. Binlerce doğrudan birisine tutunup, göreceli hakikat okyanusunda yolculuğuna devam edecek. Sonunda ise bu kadar terminoloji içerisinde, kendisinin “seçmeyerek” geldiği dünyada yabancılaşmaya mahkum olacaktır. Dünyanın temel ve kaçınılmaz sonucu kanaatimce yabancılaşmadır. Yabancılaşma aslında her anlamda bugün karşımızdadır. Medeniyet adı altında gelinen noktada, insanın kurmuş olduğu düzen insan doğasını hiçe saymakta, Marx’ın da ifade ettiği üretim ilişkileri sonucu insan kendisine ve topluma karşı yabancılaşmaktadır. Bu içinde bulunulan durumun sadece bir yönüdür. Toplumsal anlamda dünden bugüne yaşanan birçok değişim insanın yabancılaşmasına katkı sağlayan birer unsurdur. Teolojik açıdan da dünya insanın yabancılaşmasının “gerekli” olduğu bir yerdir. Zira aslında burası İsmet Özel ifadesiyle “sürgün yeri” ve “pıtraklı” bir diyardır. Peki, Roquentin’in eline bir taş aldığı zaman yaşadığı yabancılaşmayı, bizler bugün yüksek binalara baktığımızda hissediyor muyuz?

Seçme konusuna geri dönecek olursak da, evet,  insan her durumda seçebilir. Fakat bu özgürlüğümüz bize sunulan seçenekler arasındadır. Özgürlük özgür bir kavram değildir. Sınırsız özgürlüğü savunan birinin zihninde bununla ilgili birtakım açıklamaların ve imgelerin çizdiği sınırlar olacaktır. Bizler nesneleri, fenomenleri çeşitli yollarla yorumluyoruz. Ancak bu yorumlarımız onlara dair fikirlerden ibarettir. İnsanoğlu nesnelerin varlık sebeplerini kendi başına bilemez. Bir taş ne diye orada durmaktadır?  Aydınlamadan sonra mutlaklığını ilan eden pozitifizm de bu yorumlardandır ve mutlaklığı yoktur. Zira o taşın (nesnenin) özüne ilişkin bir bilgiye ulaşamaz. Husserl bunun bilincinde, fenomenoloji yöntemini geliştirmiş, felsefe ile bilim arasında bir ayrıma gitmiştir. Özgürlük de aslında içini bizim doldurduğumuz bir kavram. Onu biz yorumluyoruz. İnsan inançlı biri olup olmama noktasında seçim yapma hakkına sahiptir. Buna seçim özgürlüğü diyebiliriz. Fakat neticede ortada ona sunulan seçenekler vardır. Bu özgürlük, seçenekler arasından bir tanesini tercih etmektir. Önceden edindiğimiz epistemoloji özgürlük önünde bir bariyerdir. Çünkü bizler herhangi bir şekilde birer ürünüz. Althusser ideolojiler ve devletin ideolojik aygıtlarından bahsederken  bu durumu “özne” olmak olarak açıklar. Bizler özneyiz. En anarşistimiz dahi bir kalıbın tezahürüdür. Yaptığımız her seçim aslında kendi haklılığımızın bir iddiasıdır. Fakat aynı zamanda birçoğu tarafından yanılgının eylemleşmesidir. Böyle bir ortamda seçimlerimiz sonucu inşa edeceğimiz benliğimiz, bizim özgür irademizin dışında, birçok faktörün etkilediği, tezler ve antitezler etkileşimi sonucu ortaya çıkan sentezler olacaktır. Aslında önümüzde “seçeneksiz seçenekler” durmaktadır.

Toparlayacak olursak, hepimiz kendi seçimlerimizin sonucuyuz diyebiliriz. Peki bu halde nasıl özne olabiliyoruz? Nasıl bir ürüne dönüşebiliyoruz? Şöyle ki, kendi seçimlerimizi yaptığımız “bağlam” veya “ortam” bizim seçimimiz değil. Bu seçimlerimizi oluşturan etmenler başka birçok etmenden oluştuğundan, seçimlerimiz konusundaki “özgürlük” konusu tartışmalıdır. Yaşadığımız varoluşsal sorunlar ve çağımızın bize getirdiği kalıplar – sınırlamalar içerisinde varılacak noktanın kaçınılmaz olarak “yabancılaşma” olacağını düşünüyorum. İnsanın her manada çevrelendiğini, Cemil Meriç’in tanımlamasıyla bunların “entellektüalizasyon, materyalizasyon ve egalizasyon” olduğunu, bu durumda da işimizin zor olduğunu söylüyorum. Galiba sonuç Onur Ünlü’nün sözüne varıyor:

“İnsan acizdir, muhtaçtır, çok artistlik yapmamalıdır”

Alp Kaan Kılınç

YETERİNCE UFUKLAR -LOJİSİ 

Bir fikrim var benim de…Yani aklıma geldi öyle, durup dururken.. Siz beğenir misiniz bilmem. Akademik olmayacak. Kaynaklarını düşeceğim dipnotlar aramasın gözleriniz.  

Herkesin dilinde bir ufuklar açmak şarkısı, yüreğinde sevdası, gözler kısılmış güneşin batışına ki; ufuklar açılacak ya, ilham bekleniyor.. Biri gelmiş hisset diyor, öteki bir kıyımı kıyıyor kıyma kıvamına gelinceye kadar, beriki siyaset mecmuasından fetva veriyor, kimisi kendi kendine artistleniyor (tek kisilik drama),  bazısı fikir türetme derdinde tümevarımsal önermeler peşinde koşarken, mantık hataları yapıyor affına sığınarak Aristo'nun ki; o affetse Gazali affetmez fikrimce. Bizimki de - ben oluyorum o- oturmuş nereden ne kusur bulurum da bana buradan malzeme çıkar diye, o yazı senin bu yazı benim, kalbi kadar temiz olmayan beyaz sayfalar geziyor, bir çift ultraviyole gözlük camı g'ardında.. Yok yok, bu sonuncu mizah anlayışıma kurban gitti. İşin doğrusu öyle değil tabii ki… İşimin doğrusu şu ki; doğrular peşindeyim, gerçekler ve nihayetinde bir hakikate vardırmak istiyorum sonunu yolumun. Evet bir hakikatten bahsediyor feylesof kardeşlerim, bir ve tek olan, Simyacı Kral'ın da dediği gibi, 'aynı el', 'tek dil' ve tabii ki; vahdet-i vücutçu abilerimiz... Zorunlu ve bu sebeple tek, paradoksal teorisi gereği yetkinleşmeye ihtiyacı olmayan tek varlık Tanrı'dır diyoruz sık sık, bu aralar da daha bir sık…

Bir zaman, "Yeterince okuduğunu düşünüyor musun?" diye sorulmuştu zat-ı acizime, samimiydi de soran, lakin hatalı bir soruydu ve verilen cevap da hatalı olacaktı… Ben de hem kırmadan hem de kuyunun etrafından dolaşarak, "Hayır, hem de hiç.." deyu cevaplamıştım. Bundan hangi hatalı sonuçlara varılacağını az çok tahmin ettim ama bir gün tüm bu hatalar zincirini bizatihi görmesini istedim, daha çok ve dahi inandım da o bir güne…

Konumuza, sıfır kilometre Porsche Caractere'in artistik çekilen el freninin akabinde lastiklerinin asfaltta çıkardığı ses, bıraktığı iz ve performansındaki hız teşbihiyle geri dönelim. Yeterince ufuk açıklığı, yeterince okumayla ve yeterince ufuk açıcılığı da yeterince düşünmeyle oluyormuş havasına büründü çoğu entelektüel çağrışımlı yazılar. Yeterincenin kaç kg/ lt/km/ yy ettiğini bilen var mı ki; yettiğini düşünüyoruz, kendimize güvenimiz yeteri kadar mı ki; bir de başkalarının yeterliliğini ölçüyoruz? Bize mi düşüyor ÖSYM'nin işlerini üstlenmek, seri üretiminde hatalar saptandı tamam ama bırakalım herkes kendi işini iyi yapsın. Okumak ve düşünmek dışında ne yapılabilir sorusuna verecek uygun bir cevap bulamadım henüz. Lâkin 'yeterli' olmadığını düşünüyorum âcizane. 

Vardığımız yer; eleştiride acımayana eleştiride acınmaz ve yeterliliğin etraflıca düşünülmesi gerektiği gibi konular olabilir. Durmakta olduğumuz yer; yeni tefekkür denemelerinin fazlaca iddialı olması tenakuz riskinin artmasına yol açabilir. Varacağımız yer; yeni ufuklar…

Meryem Çatal

GERÇEKLERLE VAR OLMAK

Herkes kendi hayatını ilmek ilmek işlerken, sadece kendi yaşamına değil diğer insanların yaşamına da katkıda bulunan insanlar vardır. Ellerinde bir fenerle yolları aydınlatır gibi varlıklarıyla çevreye güç katarlar. İsimleri hiç bir zaman unutulmayacak insanlardır onlar. Yaşamlarını hayatın gerçekleri uğruna bir çırpıda feda edebilecek, kendi yaşamlarından, aşklarından, ailelerinden vazgeçebilecek; gayeleri uğruna emanet olan yaşamlarını seve seve verecek insanlar... Hiç tereddüt etmeden, bir an bile duraksamadan...

 Hayatta ender rastlanacak bu insanlardan biri Malcolm X.’dir. O'nun hayatı gerçeği aramak ve ona sahip çıkmaktan ibaret. Bir yanda hayatta kalma mücadelesi, diğer yanda kimlik arayışı sarar yaşamını. O şehirden bu şehire, umut kovalamacası ile sürüklenir. Denenmiş, hatta hayatının vazgeçilmezi olmuş kötü alışkanlıklar artık onun yol arkadaşıdır. Hırsızlık, dümencilik, demir yolları onun hayatından gelip geçmiş deneyimlerdir mesela... Ve sonra dört duvar arasında bir mola verir ve kendini orada keşfeder. Ardından İslamiyet ile tanışır.

Malcolm X kendini İslamiyet’te bulur. Fıtratına yavaş yavaş kavuşur, kavuştukça yaşama lezzetini almaya başlar, hayatın kendisine kattığı her türlü kirden arındığını hisseder; fakat içinde bulunduğu grupla, gerçek İslamiyeti yaşaması imkânsızdır. Bunun farkına varana dek bu grup için canla başla çalışır. Malcolm X, Afro-Amerikalılar için umut, gelecek, kendi seslerinin, hayatlarının ifadesi... Belki de tutunulacak bir dal... O bunun farkında olduğu için onların özgürlüğü adına mücadele vermeye sımsıkı sarılır. Birçok şehirde, üniversitelerde eşini, çocuklarını bir kenara bırakıp konuşmalar yaparken, çok sevdiği liderinin, kurtarıcısının yüz kızartıcı şeylerle meşgul olduğuna dair haberler alır. Bunu öğrenmesine rağmen onu bırakamaz. Yine konuşmalar, konferanslar düzenler. Diğer taraftan kurtarıcısını nasıl temize çıkaracağı hakkında düşünüp durur.  İşler umduğu gibi gitmez ve kurtarıcısı tarafından düzeni bozduğu (!) için gruptan ihraç edilir. İhracın asıl sebebinin çekememezlik olduğunu sonradan anlar. Bir süre kendisi ve atıldığı grup hakkında düşünür. Doğrusu yanlışıyla geçen on iki yılı gözden geçirir. Afro-Amerikalılar için daha çok fayda sağlayacak bir grup oluşturmaya karar verir. Şimdi, Malcolm X için gerçek bir Müslüman olma zamanıdır, asıl liderle, asıl Kitapla buluşma vakti gelmiştir. Perdeler yavaş yavaş kalkmaya başlar.

Bir başlangıç daha var Malcolm X' in hayatında. Hac zamanı ve Mekke yolları elbette. Tüm düşüncelerini alt üst eden; siyahıyla, beyazıyla kardeş olunabileceğini öğretebilecek bir ortam... En can alıcısı da gerçek İslam oradadır. Bu zamana kadar yaşadığı, Müslümanlık diye kendisine verilen her şeyin asıl İslam’dan  farklı olduğunu anlar. Bir kez daha yenilenir ruhu. Yıkanır tövbeleriyle, yakarışlarıyla. Sadece namaz kılabilmek için çektiği acıdır, günahlarından kurtulmasının vesilesi belki de. Allah' ın kendisini bir an bile terk etmediğini hisseder. Malcolm X kitapta bunu şöyle açıklar: " Allah çeşitli vesilelerle her zaman ve her yerde yanınızda olduğunu sık sık gösterir size, yeter ki O' nu gönlünüzden hiçbir zaman çıkarmayasınız."

Yeni planlar, yeni umutlar, yeni bir yaşam çantasında; en güzeli yeni ve en doğru inancı kalbinde, Amerika yollarına düşer. İnancından güç alarak kaldığı yerden devam eder yeni grubunun çalışmalarına. Aynı zamanda kendisine planlanan suikastın haberlerini de alır. Buna rağmen ne korku vardır onun hayatında ne de geriye dönen bir adım... Bir konferansta konuşmasını yaparken vücudunda on altı kurşunla hayata gözlerini yumar. Hayatı acılarla, mücadelelerle geçen bir şahsiyettir. Benim ondan öğreneceğim en önemli şey hayatı oluşturan gerçekleri sahiplenmek, her daim doğruyu aramak ve ona sahip çıkmak...

Tüm samimiyetimi toplayarak aynanın karşısına geçiyorum. Bir yanım, beni bana yansıtmasını isterken, diğer yanım sanki başına geleceklerden korkuyor. Cesaret, vefa kalmış mı diyerek kırılmış, yıpranmış kalbimin derinliklerinde gezinmeye başlıyorum. Bir yanda tutulmamış sözler, diğer tarafta bu sevgilerde neyin nesi, benim yanımda olmayı hak etmiyorlar diyen, kendini toparlamaya çalışan son haddinde bir iman, sanki bu kalp sadece bana ait olmalı diye haykırıyor. Biraz daha ilerleyince bir köşede saklanmaya çalışan geçmişin acıları, günahları tövbe beklerken beni karşılıyorlar. Bütün bunların arasında neredeyse kaybedeceğim, yitik hazinem olan doğrularıma ihtiyacım var. Tekrar hayata döndürmek, sadece birkaç önemli günde değil; yaşadığım her an önden gidip bana ışık olsunlar, yolumu aydınlatsınlar diye onları bulmaya çalışıyorum. Zaman geçip hesap günü gelmeden tek doğrum olan Yaratan' ı ve O' nun elçisini kalbimde arıyorum.                                                                                                                                                                                                                                  

Esra Arpacı

Online dergiler Online dergiler