TBK 344*

108 bilinmeyenli denklem duruyor karşımda
344. maddenin sancısı başımda
Kanun koyucu; önümde kum torbası
Bir profesör, iki doçent de cabası
Vicdan gümlemekte: ''girseydin ya derse!''
Nefis müdafaada: ''hocalar da 344 derse!''
Ben çıkmazdayım
Vakit çıkmakta
Bir türlü öğrenemedim zaman tanzimini
Öldürmeliyim kanun koyucunun "muğlaklık" azmini...

NOT: Bu şiir, Borçlar Hukuku finaline hazırlanırken çektiğim sıkıntının tecessüm etmiş halidir.


                                                                                                  Mücahit Seker

*MADDE 344 - Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır.
Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılmamışsa, kira bedeli, bir önceki kira yılının üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla hâkim tarafından, kiralananın durumu göz önüne alınarak hakkaniyete göre belirlenir.
Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın, beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yılın sonunda, yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli, hâkim tarafından üretici fiyat endeksindeki artış oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir. Her beş yıldan sonraki kira yılında bu biçimde belirlenen kira bedeli, önceki fıkralarda yer alan ilkelere göre değiştirilebilir.
Sözleşmede kira bedeli yabancı para olarak kararlaştırılmışsa, beş yıl geçmedikçe kira bedelinde değişiklik yapılamaz. Ancak, bu Kanunun, “Aşırı ifa güçlüğü” başlıklı 138 inci maddesi hükmü saklıdır. Beş yıl geçtikten sonra kira bedelinin belirlenmesinde, yabancı paranın değerindeki değişiklikler de göz önünde tutularak üçüncü fıkra hükmü uygulanır.

 

KÂİNATI OKUMAK

Herkesin günün yoğun temposundan biraz olsun sıyrılmak istediği vakitler olur. Böyle zamanlarda nereye gideceğime karar vermeden, bir an önce evden çıkar yola koyulurum. Çoğu sefer güneşin batışını güzelce izleyebileceğim, sahil kenarındaki bir parka varır yolum.

Yine böyle, güneşin ufuk çizgisiyle kavuşmasına şahit olacağım düşüncesiyle, usulca evden çıktığım bir gün, parktaki banka oturduğumda güneş henüz batmıştı. Görünen o ki günün ferahlık veren son şansını da kıl payı kaçırmıştım. Derin bir iç çekişle ikinci bir alternatif olarak çantamdaki mavi kadife kaplı defteri çıkarıp bir şeyler karalamaya karar verdim. Zihnimde uçuşan kelebekler misali kelimeleri yakalayıp, anlamlı cümleler kurmak konusunda yaşadığım başarısızlık, mürekkebin beyaz kâğıtla buluştuğu noktaya gittikçe büyüyen bir leke bırakıyordu. Tam bu sırada sevinç dolu bir ses dağıttı zihnimi; ‘’He Hey! Gördünüz mü? Tam beş koca balık! ‘’ Başımı kaldırdığımda elinde oltasıyla, yaşlı bir balıkçının bana seslenmiş olduğunu fark ettim. Sesten ürkmüş olan zihnimdeki kelebekleri daha fazla kaçırmamak için bir kuru tebessümle karşılık vermeyi yeterli buldum. Gözümü yeniden kâğıtla kalemin birleştiği noktaya dikmiştim ki aynı ses bu kez daha sakin ancak daha dolu bir ses tonuyla; ‘’Hanım kızım “dedi. ‘’Fark etmediniz ama böyle beş koca balık her zaman tek bir oltaya takılmaz.’’  İçimdeki, şaşkınlıkla karışık mahcupluk duygusu, o an balıkçının sözlerini idrak etmeme engel olsa da bir iki saniye sonra bu sözlerin zihnime çivi gibi çakıldığını hissettim. Gözlerimi büyütüp iyice balıklara baktım, sonra yaşlı balıkçının gözlerindeki ışıltılı sevince…  Bu sevinci paylaşmamış olmak o an dünyanın en büyük haksızlığı sayılabilirdi. Biraz sonra balıkçı, etrafına toplanan parktaki çocuklarla birlikte yüzündeki tebessümü de alarak uzaklaştı.

Başımı kaldırdım ve parktakileri izlemeye başladım. Hemen bitişiğimdeki bankta oturan ellili yaşlarda bir hanıma kopardığı erik çiçeğiyle küçük bir jest yapan eşini fark ettim. Kadın ağırbaşlılık ve yüzündeki derin teşekkür tebessümüyle narince aldı çiçeği. Kokmaz ama yine de burnuna tuttu yavaşça ve gülümsedi. Sanki dünyanın en nadide çiçeğini almış gibiydi. Derken bankın arkasında artık askerlik çağına ulaşmış, oğulları olduğu anlaşılan bir delikanlı belirdi. Sabırsızca beklemiş yaşlı çiftin arasına oturup bir koltuğunun altına annesini diğerine babasını aldı. Sıkıca göğsüne bastırdı ikisini de. Yüzlerinden uzun süredir ayrı oldukları anlaşılıyordu. Kavuşmanın verdiği tatlı bir huzur okunuyordu çehrelerinden.

Özlediğin birine kavuşmanın verdiği mutluluk ne ilahî bir bağıştı.

Öbür yandan yanan mangalın etrafında oynaşan çocuklar belirdi. Çocukların mangaldan tüten dumanı yakalamaya çalışırken attıkları kahkahalar onları izleyen yüzlerde istemsiz bir gülümse bırakıyordu.

Gülen bir çocuğun yüzü her zaman bir mucize gibiydi.

Göz hakkını vermek çabasıyla elindekinden diğerine ikram eden genç yaşlı daha bir sürü insan vardı etrafta. Hepsi de ayrı bir hikâyeyi anlatıyordu.

Farkındalık hayatımızı bambaşka bir hale çeviriyordu. Balıkçının o sözü uzun zaman zihnimde yer etti.’’ Fark etmediniz ama böyle beş koca balık her zaman bir oltaya takılmaz.’’! Kim bilir belki kader oltamıza takılmış sayısız fırsat balıklarıyla doluydu hayat ama biz fark etmeyi beceremiyorduk. Hayatımızdaki kaygılara takılıp kalmıştı oltamızın iğnesi.  Bakmayı ve görmeyi çoktan unutmuştuk. En umulmadık işler artık hayret vermemeye başlamıştı.

Oysa kâinat bir ömür boyu hayret edilecek kadar güzeldi. Önümüze gözlerle, kulaklarla ve bin bir dokunuşla okunması gereken bir kitap serilmişti. Her şeyin bir anlamı vardı. Varlığa ‘’mana-yı ismî’’ ile bakıp balıkları görmek bir kazançtı ancak bunun da ötesinde, hayat serüvenimizde bizden asıl istenen, varlığa ’’ mana-yı harfî’’ ile bakıp balıkçıdan da öte bir şeyler olduğunu keşfetmekti.

Ve kaçırdığımız onca şey arasında geriye söylenecek tek bir söz kalıyordu;

Ey cümle gözlerin kendisiyle gördüğü Basîr!  Aç gözlerimizi.

Ayse Varıslısoy

HUNİVERSİTE

-          Hoş geldin.

-          Hoş buldum.

-          Sen öyle san…

-          Hı?

-          Zıııttt, Erenköy! Ağzını ayırma öyle… İlk kural bu! Yeni olduğunu belli etmeyeceksin! Kayıt yaptırdın mı?

-          Evet de siz--

-          Soru yok! Soru sorcaktın di mi? Sorcaktın, fark ettim. Burada soruları sen soramazsın! Yeri gelir ben de soramam. Biz buralarda soru soran yenileri pek sevmeyiz delikanlı. Zaten başlı başına yenileri sevmeyiz. Dolayısıyla ancak ve ancak yenilere soru sorabiliriz. Eksi çarpı eksi eşittir artı! Kapiş?

-          Anlamadım…

-          Güzel… Bölüm?

-          İnşaat Mühendisliği…

-          Olsun, olsun… Canın sağ olsun. Ama bunu kimseye söyleme!

-          Neden?

-          Soru yok dedim! Özellikle kızlara mühendislik fakültesinde olduğunu söylemeyeceksin, anlaştık mı?

-          İyi de--

-          “De” yok! Biz buralarda “de” bağlacını da sevmeyiz. Bundan böyle inşaat mühendisliği okuduğunu birkaç iyi adamdan başka kimse bilmeyecek. Sorarlarsa güzel sanatlardayım dersin. Ama sormazlar. Neden?

-          Çünkü soru soranları sevmezsiniz. Sevmezsiniz de siz kims--

-          Hop! Su koyuverdin yine! Ailen seni buraya soru sorasın, sorgulayasın diye göndermedi herhalde… Soru yok! Derslerini dinle, çıt çıkarma, not tut, hocalarını ilah belle, tartışma, sorgulama, sus, pus, tıp! Siyasî görüşün ne?

-          Ben siyaseti pek sevmem.

-          Bak, burada imkansız diye bi şey yoktur. Misal; ağız, kırılabilen bir organ olmadığı hâlde ağzını kırabilirim şu an senin! Bu üniversitenin genel siyasî görüşüne itaat edeceksin, o kadar!

-          Peki…

-          Öyle her şeye de “peki” demeyeceksin. Koyun musun sen?!

-          Değilim.

-          Soru değildi bu andavallı! Her şeye cevap verme! Hele hele hocalarına sakın cevap verme! Onlar soru soruyo sanarsın; ama aslında sormuyolardır. Oyuna gelme!

-          Herkesle iyi anlaşabilen bi yapıya sahibimdir. Ben onları severim; onlar da beni sevsin isterim.

-          Ah canım benim… Sen şimdi “dünya barışı” da istersin, di mi?

-          İsterim tabi!

-          Fakülte kantininde veriyolar. Koş, tükenmeden al hemen! Bitmişse benim selamımı söyle, orijinalinden fotokopi çeksinler. Vizede “dünya barışı” olmayanları finale almıyolar.

-          

-          Öyle üç noktalı entel susuşu yapma bana! Kalp de kırılan bi organ olmamasına rağmen onu da kırabiliriz. Ve hatta bunu sık sık yaparız!

-          Fark ettim.

-          Sende çok kitap okuyan bi ifade var haa… Ben insan sarrafı oldum artık, şıp diye bilirim. Kitap okuyosun sen di mi?

-          Evet…

-          Biz burada kitap okuyanları da sevmeyiz! Hocaların ne diyosa o! Yok efendim başka kitapta şöyle yazıyomuşmuş da falanca böyle demişmiş… Eee? Ne yapalım yani?! Notunu tut, hocanı dinle, repliklerini ezberle! Doğaçlamaya girme! Hele hele rolünün dışına çıkma! Rol çalma ulan!

-          Ulan mı?

-          Zoruna gitmesin delikanlı. Testiyi kırmadan önce şaplağı yemelisin. Gardını almanı istiyorum. Benim gibi olma diye…

-          Senin gibi mi? İyi de amca sen--

-          Ne amcası hayvan herif?! Yirmi dokuzumdayım ben!

-          Ama saçlar, sen, sesin, çizgiler…

-          Sakin ol evlat! Evet, öğrenciyim ben… İktisat… Dokuzuncu senem. Keynesyen ekonomiyi dayatan bir iktisat hocasının önerdiği kitapları almamamın ve sınavlarda kendi iktisadî teorimi savunmamın bir sonucu bu işte…

-          Ben… Ben gerçekten çok üzüldüm.

-          Şaka lan, şaka! Ne duygusal adammışsın! (Yazar, diğer karakteri kendisinden esinlendiği ve kendisine “saf” denilmesine gönlü razı olmadığı için “duygusal” sözcüğünü daha uygun buldu.) Babama göre bu bölümden mezun olursam memur olma şansım yüksekmiş. O da bi arkadaşından duymuş. Kısacası, “RTV” istiyodum; babam zorla yazdırdı. Ben de derslere hiç çalışmadım, hepsi bu! Mesaj falan yok yani bu hikayede!

-          Nası yok! “Herkes arzu ettiği bölümü okumalı” mesajını sıkıştırdın araya, o nası olcak?

-          Senden de bi şey kaçmıyo haa… Bana bak… Az kullanılmış – sadece bir iki sayfasına “çöp adam” çizilmiş – “Mikro İktisat” kitabı var bende… Eğer iktisat okuyan bi arkadaşın olursa bana gönder; uygun fiyattan bırakırım. Mikrocu sınav sorularını bu kitaptan hazırlıyo. Piyasada bulunan bi kitap değil. Altın değerinde… Aklında bulunsun.

-          Olur abi…

-          Hadi ikile şimdi Allah’ın çömü! Tihehehehe…

-          Haydaaa!..

Yusuf Bahri Özsoy

 

ilahi aşk

İLK GÖRÜŞTE 'ETKİ'

Bir zamanlar insanlarda görülen, akıllarını başlarından alan, taklı ama ruhu felç eden, kavak yelleri esintisinde, baş döndürücü rüzgâr... Dillerin tutulduğu, gözlerin kamaştığı, sözlerin anlam yitirdiği, duyguların kifayete eremediği, duaların saflaştığı ve ruhu saygı duruşuna getiren bir rüzgardan bahsediyorum ama; İlk Görüşte Aşk. Hani edebiyattan hatırlarız ya, âşık maşuğunun kaşını hilale benzetir, en güzel kirpikler hep onundur, hiç öyle narin eller görmemiştir.

O hep ulaşılmazdır, en kıymetli, en özeldir. Âşık vuslatı dilemeye çekinir de hadsizlik olarak görürmüş... Okuyunca şaşırıp böyle de mi aşk varmış dediklerimiz işte... Tabi şimdilerde ilk görüşünü bırakmış, masumiyetin yitirmiş, manasını kaybetmiş ve 'bir zamanlar vardı işte' kervanına katılmış. Artık şiirlerde, şarkılarda kendimize gelen güvenin haykırışını görüyoruz sevgilinin yalnızca bir seçenek olduğunu, sen olmazsan bana başkası mı yok diye yüzüne yüzüne haykırıyoruz, öyle de gururla söylüyoruz ki...

Şimdilerde hiçbir şeye vakit yoktu artık. Zamansız ömre Parça-bölük ilişkiler sığdırmaya çalışıyorduk. Çünkü sabrımız yoktu; tanımaya, güvenmeye, inanmaya, yaşamaya ve en önemlisi de hissetmeye... Kimsenin sabrı yoktu, manasız bir ivedilik vardı yüreğin boş odalarında. Duygular da sanki özünü kaybetmiş, hayli irileşmiş hormonluydu, renksizdi, tatsız, tutsuz...

Güvenlik duvarı yıkılmış bir ağ gibi çöküşe geçmiş aşk. Sadakat sırra kadem vurmuş, heyecanlar yenik düşmüştü aşk(!)lara.

Sabırsız, duasız, bir an önce yaşayalım çarkına takılmış sanki.

O kadar yozlaşmıştı ki arzularımız, vuslat'a ermek 'hayal' iken, dilemeye bile utanılırken, şimdiki aşkın sınaması yataklardan geçer olmuş, yazık! İthaf edilecek bir hitap bulunamayan sevgilinin, artık ' aşkım, bebeğim, böceğim' gibi her cümlede bilinçsizce zikredilerek anlamını yitiren kelimelerle boyanmış yüzü. Palyaço suratlı ilişkilerde eğleniyoruz; saçmaladığımızı göremeden, yüzümüzdeki maskeyi çıkarmaya korkarak, duygulara dizginlik vermeden ve en kötüsü de içimizdeki kendini bilmeze diz çökerek yaşıyoruz. Patavatsız çıkışlarımıza 'destur'suz ilerliyoruz. Doğallıktan, masumiyetten, ar'dan, hayadan bir haber nesil yetişiyormuş gibi gözüküyor çevreye bakınca. Köhne duyguların kucağına atlayıp, nanik çekiyoruz hayata, 7’mizde de 70’imizde de aynı halt olarak kalacakmış gibi...

Beşerden geçemeden İlahisine varamayacağız, yoktan var edilmişliğimizin sırrına eremeden çıkacak belki de son nefes!

Hayatımızın en büyük günden maddesi aşk olacak. Peşinden ihaneti, aldatılmışlığı, çaresizliği, isyanı, gözyaşını sürükleyerek ve her bir halkasına sahte umutlar takarak... Sürekli düşecek şerefler, sahteliğini iğrençleşmiş gülümsemesine kanarak uzattığı eli tutacak ve daha da derinliklere itecek ruhunu, karanlığın... Sonunda aşağılık ayağa kalkacak.

Çok zor olacak belki de AŞK, her uzanan ele sarılacağız çünkü... Hiçbir zaman ilk görüşte aşkın tadını alamayacağız dualarda, rüyalarda, gözyaşlarında... Bir salaşlık hâkimiyeti ele almış duygularda, bu yorgun gençliği yormayacak. Bu yaşananlara da tek bir telaffuz kalıyor 'ilk görüşte etki'; yaşanacak en kısa zamanda biteceğini bile bile ve isteyerek!

Zeynep Tuna

BİRKAÇ ŞEY ÜZERİNE KARALAMALAR

 

Pragmatist olmak elbette bizim elimizde. Daha doğrusu kısmen elbette. Kısmen elbette diye bir cümle olur mu? Kısmen elbette...

Şartlar bizi bir şeyler yapmaya zorladığı zaman duygularımızdan sıyrılabiliyor muyuz? Belki de asıl sorulması gereken budur. Sahi asıl olmayan sorulması gereken neydi ki? Bazıları buna kafa karışıklığı diyebilir. Ben kısaca bilmiyorum diyorum...

Söyle bana diyor dinlediğim şarkıda. Aslında ingilizce ama ilk anladığım cümleyle başladım satırları biçmeye. Biçmek sanırım fazla artistik oldu. Belki karalamak diyebiliriz. Ama bunda da biraz her şeyi boşvermiş sakallı edebiyatçı havası var gibi duruyor. Tuşlara dokunarak bu işlemi gerçekleştiren birisi için fazla ağır. Her neyse... Kelimelere takılmayalım diyeceğim fakat kendi kelimelerime takılmam anlamsız olur. Kelimelere takılacak olan kişi okuyucudur. Yazar okunma ihtimalini ne kadar kafasına takarsa yazdıkları bir o kadar kendisinin değil, müşterilerinindir. Zaten böyle bir yazar için okuyucu yalnızca müşteridir. Yalnızca müşteridir ve de yalnızca müşteridir... Bu yüzden pek çok kişi farkına varmaz fakat okunma ihtimallerine göre açarlar mahremlerini sevgili günlüklerine. Hiç şahit olmadım ama böyle bir istatistiğe rahatlıkla kefil olabilirim. Belki de zamanında ben işlemişimdir bu samimiyet suçunu. Defalarca günlüğe başlayıp aynı sayıda defalarca yarım bırakan biri için anormal bir duygu olmasa gerek.

Cümleler öncesinde artistik lafını kullandıydım da aklıma bir şey geldiydi. Hani unutmayaydım da söyleyeceğimi ne pahasına olursa olsun söyleyeydim. E şimdi o kadar da samimiyet dersi verdiydim değil miydi... Az önce seyrettiğim filmde artistik kelimesi öyle sanatsal bi anlamda kullanıldı ki kendinden utandım. Sosyal medyada da meşhur mottodur, malum olduğu üzere ülkemizde edebiyat yapma, felsefe yapma, artistlik yapma, caz yapma telkinleriyle büyümüş vatanseverlerden biri olarak böyle kelimelerin söyle değişik manalarda kullanılması beni biraz değişik ediyor da... Öyle işte...

Bir yazıya başlarken okuyucu uyarılmalı mıdır? Diye sordum kendime. "Sayın okur, siz söyle bir yazı bulmak ümidiyle bu satırları okumaya başlayacaksınız fakat yazar fikirlerinden böyle sapmış, üslubunu da öylesine değiştirmiş. Beklediğiniz yazı bu olmayabilir..." Bu kolaylığı isteyen vatandaşlar bakımından zengin bir kaynağımız var. Tahammül bu toprakları terk edeli uzun zaman oldu ne de olsa...

Düşünürken vahşi ya da mülayim olmak da ayrı bir mesele olarak aklıma takıldı. Hangisinde fikirlerimiz daha sınırsız bir çerçevede genişleyecek? Yoksa bu vahşi-mülayim ayrımı bizzat düşünmeye konulan bir sınır mıdır?

 

Ömer Faruk Aksu

KÂR ODAKLI MI? DEĞER ODAKLI MI? 



Son zamanlarda öğrendiğim en güncel bilgilerden bir tanesi işletmede 2 farklı yaklaşım olduğu; kâr odaklı ve değer odaklı yaklaşım. Kâr odaklı yaklaşımda sadece kazanılacak para ön plandayken, değer odaklı yaklaşımda  insana verilen değer ve yapılan iş ön planda, kazanılacak para ikinci planda ve çok daha fazla. 

Bana sorarsanız yaşadığımız hayat başlı başına bir işletme ve gündelik hayatımızda bu iki yaklaşımdan birini sürekli seçmekteyiz. 

Temel ihtiyaçlarımızda onları karşılayabilmek adına  çoğunlukla farkında olmadan kâr odaklı yönde seçimimizi yapmaktayız; kârımız ihtiyacımızın karşılanmasıdır.

Değer odaklı seçimlerimizse çoğunlukla bilinçli, daha az olarak farkında olmadan yaptıklarımızdır. Dostluklarımızda, değer odaklı  olma eğilimindeyizdir, değer veririz ve değer bekleriz. Ailemizle ilişkilerimizde de değer odaklıyızdır ki farkında olmadan çoğunlukla, içimizden geldiği gibi. Kurabildiğimiz o ender dostluklarımızda da değer odaklıyızdır ve de dostumuza değer verdikçe mutluluk, huzur ve hafif bir tebessüm  yanımıza kâr kalır. Dostlukla arkadaşlıklar da bu noktada ayrılır belki de. Arkadaşlıklar çoğunlukla kâr odaklıdır çünkü, çıkar arkadaşlıkları da denebilir günümüz tabiriyle.

Aslında bu iki yaklaşım da birbiriyle iç içe sosyal hayatta ama mekâna, zamana göre değişir yaklaşımlar. Kâr odaklı bir arkadaşlık yıllar içinde çok değerli bir dostluğa dönüşebilir, öte yanda ailesiyle gayet değer odaklı ilişkileri olan bir kişi günü gelince çıkarları için ailesini karşısına alıp vurgun yapabilir. Çünkü içimizde iyilik de vardır kötülük de. İşin püf noktası ise hangi tarafımızı daha çok beslediğimizle ilişkilidir bana kalırsa. Seçim sizin...

 

Fatma Esra Günaydın

Online dergiler Online dergiler