BİR ŞAİRİN MASALI

 

Yolculuklar,  yolculuklar… Ne de bitmek bitmeyen bir meseledir hayatımızda. Zaman geçtikçe hep yenisi eklenir planlarımızın arasına. Umutlarımızın peşinde huzuru bulacağımız konağı ararken yorulur, durulur ve olgunlaşırız. Nihayetinde yollar varışı gösterdiğinde derin bir sükûta ermişse ruhumuz artık konağın başköşesine oturup yorgunluk kahvesi içmeyi hak etmişiz demektir. Eğer hala ruhumuzla aramızda uzun bir mesafe varsa yeni bir yolculuk daha bekleyecektir bizi. Aynı evlerden çıkıp farklı kaderlere doğru yol almak ise kaçınılmazdır. Herkes kendi yolunu çizer bu hayatta; kimi kendi yolunda emin adımlarla ilerlerken kimi ise çizdiği daire etrafında dönüp durur. Ve şimdi kapıyı aralayıp kadim bir yolcuyu selamlamanın tam vaktidir..

Bakışları tavana dikili olan genç adam gürültülü zihnini sakinleştirmekle meşgul. Hafiften başlayan karın sancısına ise pek ilgisiz. Artık hap kullanmaya niyeti yok. Kendisini daha fazla zehirlemeyecekti. Hışımla kalkıp içinde birikmişleri kustu lavaboya. Başını kaldırıp aynaya baktığında şaşırdı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Tanınmayacak haldeydi. Eline makası alıp uzamış sakalını kesmeye başladı. Yüzünü havluyla kuruttuğunda gözlerine baktı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Gülümsedi sonra. Bu kez aynı soruyu tekrarlayıp“ kimim ben” demeyecekti. Artık bedenen ve ruhen temizlenmişti. Yeni bir yolculuk için hazırdı. Geride ona ”selametle” diyecek kimse yoktu. Buna gerek de yoktu. Onu yalnızlaştıran kalabalıklardı zaten. Huzurlu ve neşeliydi. Yeni bir yolculuğun heyecanı vardı üzerinde. Elindeki bavulla kapıyı kapatıp çıktı. Önünde sonu görünmeyen uzunca bir yol seriliydi. Elinde avucunda umudu vardı bir de başucu kitabı. Yitik cenneti bulmak için yol arkadaşları bunlardan ibaretti. Unutmadan zamansız bir mekân değildi burası. Genç adamın kolundaki saatinin tıkırtısı duyuldu. Zaman işlemeye başlayınca adımlarını sıklaştırmaya başladı. Defalarca yanılmıştı, sarp yokuşlardan korkup geri adım atmıştı, labirent misali ömründe farklı yollar denemişti ama hep aynı ihanetlerin kapısında bulmuştu kendini. Kırgın şiirler yazıp kalemi kıralı çok olmuştu. Hatalarından köprü yaptığı yol onu hakikat denen meşakkatli yola ulaştıracaktı. Ne de olsa o da bir âdemoğluydu. Yasaklı meyvenin tadına bakıp dünya denen çukura düşüp kaybolacaktı önce. O acziyeti yaşamadan anlamayacaktı çünkü mutlak doğrunun kalbini saran sıcaklığını. Kurtuluşu bulmak için önce kendini bilmek gerekiyordu, kendini, özünü yani yaratılışını… Tefekkür ettiği ölçüde muhabbet ikliminden nasibini alacaktı. Genç adam kalbini duyduğu andan itibaren hakikatlerin karşısında bulmuştu kendini. Varış saati geldiğinde, doğudan gelen ışık genç adamın yüzüne vuruyordu. Bavulunu yere koyup etrafa baktı. Etrafta usulca akan bir nehir ve nehrin ahengini bozmadan dönen değirmenler vardı. Küçük bir çocuk değirmenlerin önünde ona gülümsüyordu. Hayatı boyunca taşıdığı korku yüreğinden siliniverdi. Merhametle baktı çocuğun yüzüne. Gülümseyerek konağa ilerledi.

 

Mihrican Can

İKİ DUDAK ARASINDA

 

''Ya atan aklımız olsaydı?''

 

Kapıdaki çöpçüyü

Bir yudum sıcaklık değil,

Bir yudum merhamet

Böyle bahtiyar ediyor

Uzun binalar dibinde

Dizlerini içine çekmiş

Yudumlarken çayını.

Ve okşamak bir süpürgeyle

Tozlu varlık manifestolarını.

 

Ezan dem vururken

Kentin ayaz sokaklarına,

Kuyular arıyorum.

Arıyorum bir çöpçüyü

İki dudak arasında

Tutarken bir toplu iğneyi

Konuşur gibi,

Temkinli ve aceleci...

Gömleği kim giydi?

 Asiye Bozbek

HAYAT KİME GÜZEL?

‘Uzanmışım kumsala, güneş damlar içime’

 

Temmuzun kavurucu sıcağında, ‘söz’lerdeki gibiydim adeta..

Bir yandan sahil gürültüsünü duymayıp kitap okumaya çalışıyor, bir yandan soğuk meşrubatımı yudumluyor, bir yandan da anneme, Cola’nın yanına neden çekirdek almadın diye, ayar veriyordum (!) ..

Tanrı’nın, defterime bir ders daha yazmasına, çok değil, dakikalar kalmıştı meğer..

#

Satırlarda gezinmekten yorulan gözlerimi uçsuz bucaksız Karadeniz’e çevirdim; birkaç saniye sonra da, tüm ıslaklığıyla kumsalda koşup, içeceğimi kuma bulayan çocuğa..

Derken, bir ‘grup’ belirdi yanımızda ; çoğunluğu çocuk..

En küçükleri beş-altı , büyükleri onbeş-onaltı..

#

Daha ‘bismillah’ demeden, peşlerinden bağırıp, bir şeyler söyleyen hocalarına aldırış etmeden, atladılar boylarından büyük dalgalara..

Tahminen, yüzme kursundan gelmişlerdi..

#

Onlar yüzedursun, benim dirsek, annemin kolunu deşiyordu;

‘Görüyomusun zengin p*çlerini, küçücük yaşta yüzme öğreniyolar, dana kadar kız oldum, bi yollamadın beni kursa’ dercesine..

Bir ara baktım, hocaları da girecek denize, takılayım dedim peşlerine..

‘Nerde beleş, orda yerleş! ’

#

Adımımı bile atmadan daha, gözlerim takıldı kenarda oturan tatlı bir çocuğa..

Sapsarı saçlar, yamuk yumuk dişler, buğday ten, ela gözler..

İliştim yanına..

Dakikalarca dil döktükten sonra öğrendim adını, bir o kadar sonra da yaşını..

Adı Sıla’ymış, yaşı da ‘beş’ .

Çocuklarla aramın iyi olmadığı etrafımca bilinir. Fakat bu kızda beni kendine çeken bir şey vardı sanki, bilmiyorum..

#

Gitmedi muhabbetimiz bundan öteye.. Benim adımı sormadı bile..

O bana bakıyor, ben ona..

Bitmiyor bu ‘anlamsız bakışma’..

‘Kendine iyi bak Sıla’cım ’ dedim ve şezlonguma doğru yöneldim.

O da ne!

Annem iki gözü iki çeşme ağlıyor..

#

Balık burcu kadınlarının yerli-yersiz ağlamalarına mahal vermemek lazımdı..

Ta ki, ‘o’ ana kadar..

Bu sefer, adını değil, ne olduğunu sormak için, annemin yanına iliştim..

—noldu anne yine?

—şu çocuklar var ya..

—hangi çocuklar?

—kızım sen salak mısın?  bi tanesinin yanında oturuyodun ya!

—evet?

—kimsesizler yurdundan gelmişler!

—…

#

Cevap vermedim..

Sormadım da , nereden öğrendiğini..

Anlamalıydım halbuki, yardımcıları sandığım kadınlara ‘Havva anne, Zeynep anne’ diye seslenmelerinden.. Ya da hocaları sandığım adamın çocuklara, öğretmenden çok ‘abi’ gibi ilgilenmesinden..

Bir daha gitmedim Sıla’nın yanına. Adımı sormadı ama, neden ‘ağladığımı’ soracaktı; cevabını bile bile..

#

Hayat kime güzel?

Yaşamın zorluklarını henüz ‘beş’ yaşında, küçücük bedeniyle omuzlayan Sıla’ya mı?

Kaldı ki, bu zorluklara karşı hep, ‘tek’ başına yürüyecek..

Yoksa, sırf ‘çekirdek’ almadı diye annesini azarlayan ‘bana’ mı?

#

Çok durmadılar.

Toparlanmaya başladıklarında,  onu ilk ve son görüşüm olduğunu anlamıştım..

Koşup sarılmak istedim,

Yapamadım..

Yaptığım tek şey, hayatıma bir ‘pişmanlık’ daha kazandırmak oldu,

Hiçbir zaman unutamayacağım..

#

Arabaları hareket ederken de, sadece baktım..

Bir iki saate geçecek sandığım üzüntüm, cam kenarında açılan perdeden, Sıla’nın bana son kez bakmasıyla, yerini büyük bir ‘acı’ya bıraktı..

#

Onlar gidince, eski Türk filmlerindeki gibi annemle sarılıp ağlaşmadım.Şımarmaya gelmiyor da bizimki..

Tamam..

Hayırsız evladım..

Baştan kabul..

#

Olur ya,

Beş yaşında, buğday tenli, ela gözlü, yamuk yumuk dişli birini görürseniz,

O muhtemelen Sıla’dır..

O olmasa bile,

Önce adını, sonra yaşını sorun,

Tabi ‘bol’ vaktiniz varsa..

Cevabını vereceği sorular bunlardır ancak..

‘Kendine ‘çok’ iyi bak Sıla’cım’ deyin..

Sımsıkı sarılın..

Ve de, adını bile bilmediği ablası ‘benden’ selam söyleyin…

#

Ben mi?

Bir paket çekirdek almak üzere büfeye doğru yol aldım, daha da varamadım…

 

Esin Sahin

ANLAŞILMAK ÜZERİNE

Bir insanın bir insandan beklediği en önemli ve de en doğal şey belki de “ anlaşılmak”. Bir çocuğun velisinden, bir işçinin patronundan, bir kadının/erkeğin sevdiğinden, bir mazlumun hâkimden…

Hayatımızı anlaşılmak beklentisi üzerine kurulmamalı tabii ki. Nitekim küçük yaşlarda bu gerçeği öğreniriz.

Anlaşılamamanın acısını yaşamakta günümüz insanı. Çünkü anlamaya yönelik değil çıkarlara ve çarpıtmaya yönelik bir dönemdir yaşadığımız. Belki de bu noktada sınanmaktayız an be an. Bu noktada tesellilerimizden biri kimsenin yaptığının yanına kalmayacağı gerçeğidir. Özellikle son günlerde “anlaşılmak” istenmeyen nice beyinler tüketilmeye çalışılmaktaysa da, bu çaba içindekilerin yaptıklarının yanına kalmayacağı bir gerçek.

 Aslında bir avuç anlayıştır arayıp durduğumuz. Çoğunlukla bulamasak da, bazen aramaktan yorulsak da anlaşılabildiğimiz/anlaşılacağımız o ender anların huzurunu/hayalini diğer anlara yayarız. Anlayışlı günlerde buluşmak dileğiyle…

 

Fatma Esra Günaydın

BU DÜNYA

Bu dünya, bu dünyadakiler ve bu dünyadakilerin kaderleri. Geçmişini silen ve geleceğini düşünmeyenlerin kaderleri. Saat tik-taklarını düzenli bir şekilde işler; kader, vazifesini yapmaya devam eder ve biz, boş ve karamsar yaşamlarımıza geri döneriz.

“Yemin ediyorum dünya boş bi yer” diye haykırıyor Murat Menteş. Her zaman belleğimizde yer edinmiş duygularımızla biz de buna gönülden inanmış insanlarız esasında. Ananemiz böyle söyler bize, dinimiz böyle öğütler. Hatta popüler kültür de bunun üzerine kuruludur bir bakıma. Yalnız, arada bir fark vardır. Birinci kısım bize dünyanın boş bir yer olduğunu anlatır ve bununla beraber boş işler yapmamamız gerektiğine dikkat çeker. İkinci kısım ise yine dünyanın boş bir yer olduğunu söyler. Ancak onun tarzı biraz daha farklıdır. Verdiği reçete “kimseyi umursama ve zevk almaya bak” olur, olmuştur ve olacaktır. Karar vermekte özgürüz. Ama karar vermeyi pek bildiğimiz de söylenemez. Biz doğruyu seçip yanlışı ayıranlardan değiliz nitekim. Hoşumuza gideni etrafıyla beraber alırız ve yanlışlar umrumuzda olmaz. Doğruları zaten abartmaya başlamışızdır çoktan. İkinci aşama çok daha fecidir. Sevdiğimize bir düşman buluruz ve düşman bulmakta üstümüze yoktur diyebilirim. Düşmanımızı güzelce gömeriz… Üzerine de çiçek niyetine olanca kuvvetimizle kinimizi kusarız. Artık karşımızdaki gurur kaynağımız bütün haşmetiyle sırıtmaktadır. Biz de sırıtırız. Sırıtırız ve ardından orayı terk ederiz.

Bu döngü etrafında geçip gider ömürlerimiz. Saklanamayız ve saklanamadığımız gibi açıkta kendimizi koruyacak kuvveti bulamayız. Bunun üzerine değişiriz, çevremizin kıyafetine bürünürüz. Neticede döngünün esiri haline gelmişizdir.

Pek şikâyetçi olduğumuz da söylenemez. Ne de olsa kıyafetimiz şık, etrafımızdaki gözler ışıltılıdır. Fazla sual etmeden bu durumun keyfini çıkarmaya başlamışızdır bile…

Bu dünya, bu dünyadakiler ve bu dünyadakilerin kaderleri… Tercihlerimiz bizi aşıyor ve sanırım pek de bize göre olmayan sularda yaşıyoruz…

Ömer Faruk Aksu

 

İNSAN KAYBETTİKLERİNİ ÇABUK UNUTUR

Fırsat buldukça giderim Zincirlikuyu’ya Karacaahmed'e oturur bir başıma bakarım mezar taşlarına..
Kiminin doğum tarihlerine, kimini ölüm tarihlerine
Kimi genç yaşta ölmüş, kimi yaşlıyken ölmüş
Kimi vatanı uğruna can vermiş, kimi canice öldürülmüş
Kimi de kaderine boyun eğerek ölümü tatmış
Ama her biri gerçek olan yere gitmiş.

Benim oralarda bulunmamın sebepleri çok
Bazen ölümü anmak bazen gideceğim yeri daha iyi tanımak için
Ama anladığım tek şey oraya gidildikten sonra sevenlerin unuttuğunu hatırlamak
Evet sevenler kaybettiklerini çabuk unutuyor.
Hayatta iken sevgililerimiz, annelerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz!

Ölüm acısını tattığımız ilk aylar onların değerlerini daha iyi anlar, acımızı taze yaşarız
Her geceyi onsuz geçirmek daha çok acı verir bizlere aylar geçtikçe acı hafifler yerini günlük hayatta bırakır.
Sanki hiç sevdiğimizi yitirmemiş gibi yaşamaya devam ederiz.
Belki bir bayram sabahı belki de bir hüzün akşamı gelirler aklımıza
Acıtırlar yüreğimizi, bir kaç saniye sonra hayat eskiye döner
Sanki aylar önce sevdiğimizi yitirmemiş gibi, sanki hayatımızdan kimse çıkmamış gibi
O kadar boş vakti olur ki insanın 1 saatini ayıramaz ayrıldığına
Gidip bir dua okumaya sevdiğinin mezarına...
Ben karşılaşmadım hiç gittiğim her mezar taşına
Üzerine bırakılmış bir demet taze güle
Dua okuyan bir evlada, bir eşe, bir babaya,
Hep yalnızdırlar o soğuk ve derin yataklarında
Isıtmıyor toprak o öptüğünüz elleri, baktığınız gözleri, başınızı yasladığınız sineyi
Her zaman bir beklenti içerisinde geçirirler gündüzü geceyi
Baba diye sarıldığınız o adamı, anne diye öptüğünüz o kadını, canım diye kokladığınız o eşi, evladım diye başını okşadığınız o çocuğu, kardeşim diye desteklediğiniz o genci ne çabuk unuttunuz?
Unutmayın bu gün unutan yarın unutulur, bu gün ağlayan yarın ağlatır bugün gelen yarın getirir...
Onları orada yapa yalnız karanlık ve soğuk gecelerde beklentiler içerisinde bırakmayalım
Hayatlarına nasıl girdiyseniz hayatınıza nasıl aldıysanız yine aynı şekilde devam ettirelim.

Bir mezar taşında da yazdığı gibi..

Biz de sürerdik siz gibi sefa
Siz de geleceksiniz biz gibi buraya...


İnsan kaybettiklerini çabuk unutur.
Bizler unuttuklarımızı tekrar hatırlayalım...

 

Eyüp Albayrak

Online dergiler Online dergiler