KOCANDIR DÖVER DE SEVER DE

İnsan Hakları İzleme Örgütü, "Kocandır, Döver De Sever De': Türkiye'de Aile İçi Şiddet ve Korumaya Erişim" başlıklı bir rapor yayınladı. 4 Mayıs 2011 de yayınlanan bu rapor neticesinde, Türkiye'de, tecavüzden, bıçaklamaya, hamileyken karın bölgesine tekmeden, köpek ve başka hayvanlarla bir odaya kapatmaya kadar şiddetin çok çeşitli yönlerine maruz kalan kadın ve kız çocukların, yasadaki eksiklikler ve uygulamadaki sorunlar nedeniyle, hayat kurtaran koruma tedbirlerinden faydalanamadığı tespit edildi.

Gauri Van Gulik, Emma Sinclair-Webb ve Mor Çatı’dan avukat Esra Erbaş’ın sunduğu rapor oluşturulurken Türkiye’nin dört bir yanından yaşları 14-65 arasında değişen şiddet mağdurlarıyla yapılan görüşmeler arasında S. T. İle yapılan görüşme, Türkiye’de kadınların maruz kaldığı şiddetiaçıkça gözler önüne seriyor:

S.T., 22 yaşında beşinci çocuğuna hamile, Diyarbakır’da doğmuş. Babası öldüğünde ise İzmir’de bir devlet yurduna yerleştirilmiş.

2000 yılında, 12 yaşındayken ailesi S.T. ‘yi görücü usulüyle evlendirmiş. İstememesine rağmen kocası S.T.’yi Diyarbakır’a geri götürmüş ve evliliğinin ilk yıllarında daha ilk çocuğuna hamileyken karnını tekmeleyerek onu damdan atmış. Bebek kurtulmuş fakat S.T. bebeğin beyninde hasar oluştuğunu beyan etmiş. Kocası tarafından şiddet görmeye devam ederken nihayet 2008 yılında, kocası kafatasını ve kolunu kırdıktan sonra, polise gitmiş. Polis kocasını karakola getirip ikisine de yemek yedirdikten sonra S.T.’ye “Biz kocanla konuştuk, bir problem yok, yine berabersiniz” diyerek eve yollamış ve S.T. ikinci defa kocasının başına taşla vurması nedeniyle karakola gittiğinde polisler kocasına geri dönmesini söylemişler.2009 yılına gelindiğinde kocası S.T.’yi bir odada kilit altında tutuyor ve her gün dövüyormuş. Kaçıp da polise üçüncü kez gittiğinde, polis kocasını çağırmış ve kocasının özür dilemesinin üzerine polis ikisini tekrar eve göndermiş. 2010 yılında bir gece kocası arkadaşlarıyla eve gelip de S. T’yi onlara “ikram etmeye” kalkıştığında S. T. Kaçmak için çatıdan atlayıp dördüncü kez polise gitmiş. Kocası S.T’nin yalan söylediğini iddia edince polisler adama inanarak S.T.’ye “Kocanla git ve onunla kal” demişler.

Ve sonunda S.T. Gizlice aile mahkemesine gitmiş; ancak korktuğu için resmi şikâyette bulunamayacağını savcıya beyan etmesi üzerine Mahkeme tarafından re’sen koruma kararı çıkartılmış. Bu karar, S.T’nin kocasına evden uzaklaşma ve geri durma tedbiri koyarak nafaka ödemesini hükmetmesine rağmen kocası ne evden ayrılmış ne de nafaka ödemiş hatta S.T. mahkeme kararıyla iki ay bir gün sığınakta kaldıktan sonra polis kocasına S.T.’nin yerini söylemiş ve kocası S.T.’yi alıp yine eve götürmüş. S.T.’nin son durumu bu şiddetin ve ülkemizin bu duruma aldığı tedbirlerin ve bu tedbirlerin yararını açıkça gözler önüne seriyor. Haziran 2010 S.T. hala şiddet görüyor, onunla aynı evde yaşıyor, kocası nadiren çalışıyor, kumar oynuyor, faturaları ödemiyor ve sık sık S.T.’yi ve çocukları dövüyor. S.T. çocukları devlet yurduna gönderemeyecek, kendisi de kaçamayacak kadar korkuyor. Yeşil kartı kocasının bir defasında yaktığı kimlik belgelerinin arasında olduğu için doğum öncesi muayene hizmeti alamıyor, ki uğradığı şiddet sırasında karnına da tekme atıldığı için bu bakım acilen verilmeli. Belediyeye bağlı bir kadın grubu S.T.’nin durumunu izliyor ve ona yardım ediyor; ama S.T. ne kendisi ne de çocukları için bir çıkış yolu olduğuna inanıyor.

Raporda bu ve benzer olaylara ayrıca; Koruma Kanunu’nun uygulanmasındaki eksikliklere, sığınma evlerinin yetersizliğine, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel hukuk bakımından yükümlülüklerine ve bize bu konuda verilen tavsiyelere de değiniliyor. Bu tavsiyelere göre:
1998 yılında yürürlüğe giren 4320 sayılı “Ailenin Korunması Hakkında Kanun” da eksiklikler giderilmeli, kanun boşanmış ve evli olmayan kadınları da kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmeli. Şiddet mağduru söz konusu bu kadınları karakollarda ve aile mahkemelerinde sosyal hizmetlere sevk edebilecek ve koruma talepleriyle ilgilenebilecek uzman personelin çalıştığı birimler oluşturulmalı. Yasaya uygun davranmayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polis memurlarının, savcılarının ve hâkimlerinin şikâyet edilebileceği bir mekanizma, İç işleri Bakanlığı tarafından oluşturulmalıdır.

Hâlihazırda ülkemizde kadınlara karşı var olan bu şiddet olaylarına devletin ve sözde bu bağlamda oluşturulmuş koruma organlarının işleyişindeki eksikliklere ve alınması gereken tedbirlere yer veren bu raporda gözler önüne serilen eksikliklerin giderilmesi için Türkiye adına, 11 Mayıs 2011 tarihinde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu uluslararası bir sözleşmeye imza attı. Kadına yönelik şiddetle mücadele için önleme, koruma, yargılama ve mağdurlara destek yollarını içeren kapsamlı bir yasal çerçeve oluşturan ve hukuki bağlayıcılığı olan, devletin kadına yönelik şiddet konusunda sorumluluktan muaf tutulamayacağını vurgulayan sözleşmenin tam adı:"Avrupa Konseyi Kadına Karşı ve Ev İçi Şiddetle Mücadele ve Bunun Önlenmesi Sözleşmesi" dir. Avrupa’nın en önemli hukuki düzenlemesi olarak kabul edilen bu sözleşmenin müzakereleri üç yıl sürmüştür. Türkiye dâhil on iki ülke tarafından imzalanmıştır. Bu ülkeler: Türkiye, Avusturya, Almanya, Yunanistan, İzlanda, Karadağ, Portekiz, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsveç Slovenya’dır.
İmzalanan bu sözleşme metni "Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi", "Şiddet mağdurlarının korunması", "Suçluların cezalandırılması" ve "Kadına karşı şiddetle mücadele alanında bütüncül, entegre ve koordineli politikaların uygulanması" ilkeleri çerçevesinde hazırlanmıştır.

Pratik uygulamalar öngören ve kadına yönelik şiddetin ortadan kalkmasına somut katkıda bulunma potansiyeli taşıyan bu sözleşme ve daha önce yayınlanmış olan ‘Kocandır döver de sever de’ adlı rapor sayesinde alınabilecek tedbirler, ülkemizde var olan kadına şiddet ve bu tür şiddet olayları yüzünden açılmış olan sosyal bir yaramızın iyileşmesi için atılan önemli adımlardır.

 

Aynur Erden

 

Paylaş

VAFTİZ ADI: TC

Vaftiz adı: Alanya (Alaiye),  Elazığ (Elaziz), Güroymak (Norşin), Hatay (Antakya), Müküs (Bahçesaray), İmroz (Gökçeada), Ağaköy (Hamidiye), Popköy (Kanibey)... Binler onbinlerce örnek.

Sistem kendi halkını sömürge valisi gibi değerlendirdi. Hatta işi daha aşırı götürdü, sömürge tanımına yeni ufuklar açtı, bilinen (standart) sömürgecilere taş çıkarttı. Bu şu demek: Eğer TC halkı herhangi bir Batılı sömürgeci ülke tarafından işgal edilip esir tutulsa daha şanslı olabilirdi. Yani ikinci büyük savaş ertesi veya komünizmin çöktüğü doksanlar sonrası özgürleşebilirdi; bu da zenginleşme huzur güven ve yaşam kalitesinin yükselmesi demek olurdu. Ama olamadı, 2011’lerde bile askeri diktatörlük (kimisi nazikçe vesayet rejimi diyor) hâlâ yıkılmış değil. Tamam, sarsıldı çatladı çözülüyor çöküyor fakat süreç tamamlanmadı henüz.

Şehir köy mahalle sokak adlarına uygulanan vaftiz, kişi adlarında belirginleşmedi. Bu tuhaf bir unutkanlık olsa gerek. Yoksa yaptırım güçleri vardı; galiba hafifsediler veya Allah unutturdu! Oysa giyim kuşam bir yana, TC halkının birbirine nasıl hitap edeceğine dair yasalar dahi çıkarmışlardı. Ad fazla değil ama soyad konusunda epey titiz ve acımasız olduklarını biliyoruz. Benzer bir uygulamayı 1987’li yıllarda Bulgaristan’da yapan ve/fakat yüzüne gözüne bulaştıran komünist diktatör Tudor Jivkof, bizimkilere göre daha insaflıydı demekle yetinelim.

Sistem kişi adı vaftizlemesinde işi pek sıkı tutmadı demek çok da yanıltıcı olmaz; bu tutumda bizzat kendi adlarının da İslam kökenli olmasının payı aranabilir. Vaftiz adı verilen 1930-1940 arası doğumlu şehirli-bürokrat çocuklarına bakıldığında fazla marjinal absürd adla karşılaşmıyoruz.; la-dini olmakla yetinmiş gibi duruyor. Kurucubababa adlarının da dayatılmadığı tespitini yapmakta yarar var, bu epey tuhaf-olumlu bir vaziyettir. Fakat yer adlarında tam bir kıyım ve vaftiz çılgınlığı yaşanmıştır. Oysa, evet oysa oraları yüzyıllar önce fethedenler böyle bir terbiyesizlik yapmamıştı, kendileri fatih değildi, mevcut yerlerin ülke/toprak olarak edinilmesiyle ilgili hiçbir faaliyetleri yoktu, aksine toprak kaybı ve kocaman bir devletin tasfiyesinden sorumlu bir taifeydiler...

Vaftiz kurumunun işleyişine gelince.

Şehirli-bürokrat çocukları ebeveyn yoluyla etkiye açıktı, köylü çocukları için ise bu söylenemez. Sonradan sisteme uygun ad değiştirme (gönüllü veya zorlama) yaygın değildir. Ama esas vaftiz, zihniyete müdahale ile gelmiştir. O şöyle olmuştur: Adı abdurrahman, süleymen, Ahmet, Mehmet olan ve dini aidiyeti de (dindarlık, tarikat mensupluğu) bulunan çoçuklar, tam anlamıyla devşirilerek sistemin hizmetine alınmıştır. Bu ahlaksız uygulamanın tam karşılığı halka amplaya domestique zulüm olarak yansımıştır; basitçe ‘baltanın sapı bizden’ durumu!

Yatılı askeri, sivil okullarda vaftizleme operasyonu  (beyin yıkama, mankurtlaştırma) geçiren zeki-yoksul çocuklar, büyüyünce(!) general, anayasa, yargıtay vb. başkanı, yüksek bürokrat (alçağı da aynıdır) halinde kudurmuş köpek gibi zavallı halkın üzerine salınmıştır; harîm-i ismetimizin kirletilme hikayesidir bu!

Yani...

Herhangi bir üst bürokrat, dindar aile geçmişi, Aleviliği, Kürtlüğü, çerkesliğini koruyup ifade edebilir halde oralarda olamazdı; tam bir inkar ve itirafçı psikolojisidir bu manzara (Ah keşke manzaradan ibaret olsaydı, çerçeveletip duvara asardık). Bu zavallı inkarcı zenci türk kardeşlerimiz, TC devletinin üst basamaklarında uydurulmuş muğlak bir “türk” klişesi ile ancak var olabilmiş veya mevcut estetize halleriyle görünür kılınmalarına izin verilmiştir (Tabii bu olgu aynı zamanda sterilize bir yaşam sürmek demekti; işin sosyolojisini erbabına bırakalım). İçlerinden çok azı ölmeye yakın, posa olarak  bir kıyıya atıldığında  tövbe kapısının varlığını hatırlayabilmiştir. Elbette, tövbe derken çok iyimseriz, aslında bu Müslümanların bilip inandığı tövbeye hiç de benzemeyen garip bir insansı davranıştı ve daha çok günah çıkartmayı andırıyordu. Evet doğru, vaftiz geleneğinde bir günah çıkartma kurumu vardır, oradan bakıldıkta onları daha iyi anlayabiliyoruz!

Sistemin vaftizli çocukları artık sahneden çekilmek üzereler. Karanlık ve duvarları suçla örülü odalarının (belki de hücre) içinde kapıyı -hele tövbe kapısını- bulmaları acaba mümkün mü? Onlar, böyle bir kapının varlığını ve o kapının dayandığı inanç sistemini (İslam) inkar etmişti. Peki, şimdi bunu hatırlamalarını beklemek çok mu insafsız... Evet, şimdi onlar daha çok karanlığın efendilerine (arzın merkezi de olabilir) doğru günah çıkartıyor gibiler.

İşledikleri yüzyıllık suç mu n’olacak; ceza mı dediniz?

Amma da zor sorular...

Vaftiz babaları kim miydi, göbek adları ne miydi...

Yok, daha neler!

Osman Kibar

 

Paylaş

 

 


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

               

DİL YARASI

Hepimizin bildiği üzere bir dil bir insan, iki dil iki insan, üç dil üç insan etc. Bu böyle, bir mumdur iki mumdur tadında giderken, üzerinde düşünmeye gerek duymadan “aa tabi canım bir dil bir insan iki dil iki insan, var mı ötesi...” der geçeriz çoğumuz. Oysaki çok güzel bir tespit içerir bu söz. Dil beyandemektir çünkü. Üslub-u beyan ise ayniyle insandır…

Dil insanı ele verir. Bir insanın kullandığı dile bakılarak, o insanın inanç, eğilim ve zaaflarını tespit etmek mümkündür. Bu yüzden dili kullanabilmek çok hassas bir mevzudur. Dilin ideolojik maksatlarla kullanımı buna örnek gösterilebilir. Siyaset adamları kendi ideolojik görüşlerine uygun bir üslup kullanırlar. Seçtikleri kelimelerden -söz arasında yapılan göndermelere varıncaya kadar hitap şekilleri hep hayat felsefeleriyle paraleldir. Dimağları kontrol eden diplomatik propaganda ve reklamlar karizmatik bir üslupla hazırlanır.

Batılı popüler tabiatçıların ideolojik dil kullanımı da aşikârdır.  Genelde şüphecilik ve bilinmezlik ifade eden “somehow (her nasılsa)” kalıbını kullanırlar. “Her nasılsa oluyor işte, muhterem tabiat annemizin işi” demeye getiriyorlar yani!

Muğlaklık genelde dilde istenmeyen bir durumdur. Fakat bazen kasten ucu açık tabirler kullanmaya çalışan kesimler de mevcuttur. Mesela hukuk dili hiç de açık değildir. Ünlü dilbilimcilerden Robert de Beaugrande ve Dressler’e göre ABD’deki vergi kanunları kasten muğlak hazırlanmaktadır. Sebebi, sıradan vatandaşların kanunu iyi anlayamayıp haklarını daha kapsamlı bir şekilde aramalarını önlemektir. Her şey kolay anlaşılabilir olsaydı avukatlar işsiz kalırdı zaten, öyle değil mi?

Basın-yayın organları da bu ideolojik üslubu hep kullanır. Maksat mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırım” ve ya “katliam” yerine “Etnik temizleme” , “bebek katliamı” ya da “ sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi. Bir de “şeker bayramı” tabirine “hay bin diş çürüğü” demek geliyor insanın içinden… Bu tabir, Allah’ın azametine sığınıp, merhametinden af niyaz ettiğimiz mübarek Ramazan Bayramı’nın şekerden başka bir şey ifade etmediğini aşılamaya çalışan ve farkında olmadan buna alet olan halkın tabiridir.

Nitekim dili kullanabilmek; insanları ve toplumları yönlendirebilmek, yönetebilmek demektir. Bu yüzden “bir dil bir insan, iki dil iki insandır”. “Beyan Çağındaki bilgi toplumları, hâkim güç olmak istiyorlarsa, önce dillere hâkim olmalıdırlar” (Lisan ve İnsan: 26 ).

                                                                                                         Zeynep Ebrar Gümüs

Paylaş

BEYAZ CAM ARDINDA

Onlara hep beyaz cam arkasından bakmayı yeğledik. En çok “vah vah” dizeleri eşliğinde bir dakikayı aşmayan analizi yapıp ardından dizimize doğru zapladık. Sürekli emperyalizmden, Amerika’dan, Avrupa’dan dem vurduk. Öyle ya onlar sömürüyordu biz de yerimizden konuşarak onlara çok da güzel yardımcı oluyorduk. Geçmişteki mazimize de şöyle bir selam çakardık elbette. Kendi heybemizin boşluğunun farkında olmaksızın geçmişten yemlenmek ne de kolaymış.

Bizler haritanın üstünde ve solunda doğanlar kişiler olarak kendimizi efendi gibi görürken onları da arada lütuf ihsan edilen varlıklar olarak görmeye başladık. Dünyayı kirletenlerin üstelik efendi pozuna girmesi ne büyük ahmaklıktı. Oysaki temel rızık yaratıcı tarafından bizlere vaat edilmişti. Hem şu koca kürenin dengesini bozmak hem de yaratıcıya serzenişte bulunmak yeterince aymazlık değil miydi? Onların temel rızıklarına dahi göz dikmişken veya dikenlere sessiz kalırken nasıl sonsuz merhamet sahibine söz söyleme cüretinde bulunabilirdik ki? Öyle ya yarım yamalak bildiğimiz, öğrenmeye bile tenezzül etmeyi seküler yaşam tarzımıza yakıştıramadığımız kader mevzusuna her şeyi bağlamak ne kolaydır. Zannederiz ki onların kaderi böyle çizilmiş. Oysa bilmeyiz ki kader yazanın bilmesidir, yapanı bağlayan değildir. Onların kader kalemleri bizim elimizde iken bu derece acziyete bürünmemiz gönül acziyetinin bir tezahürüydü.

Sorun “Sen çalış ben yiyeyim” ve “Ben tok olayım başkası açlıktan ölse bana ne” cümleleriyle özetlenecek kadar netti. Suçu şahıslarda ararken temel zihniyeti ıskalıyorduk hâlbuki. Temele oturtulan fazladan kazanç aslında ne de tatlı geliyordu. Öyle ya bir mesaj gönderdik ve görevimiz bitti artık onların kanlarını içen fazladan kazanç sisteminden yararlanabilir ve yatırımlarımızı değerlendirebilirdik. Bir mesajın verdiği küstahlık o kadar derin bir zavallılık veriyordu ki çığrından çıkma noktası çoktan aşmıştı. Üzeri ter ile ıslanmayan kazançları cebimize indirirken beyaz cam arkasından üzülmek ne de komikti aslında. Bir çocuğa birkaç kuruş para verip sonra midesine bir yumruk indirmekten farksızdı.

Ramazan nedeniyle ara verdiğimiz mide doldurma içini bile beceremiyorduk ki geriye saymaya başlıyorduk. Gönüle tutturulamayan orucun kişiye açlıktan öte faydası olmayacağı söylendi hep. Bizim açlığımız sayılı dakikalar içeriyordu ve bu karşı sabırsızdık. Ya açlığının sonunu kestiremeyecek olan anne ne deseydi çocuklarına?

Gönül tokluğumuzu kaybedeli mide denen organı sürekli doldurmaya başladık. Öyle ki ikinci bir mide eklenseydi herhalde ona da teşebbüs edecektik. Nefes darlığı olmadan indirmediğimiz kaşıklar eşliğinde arka plandan gelen hüzünlü feryatlar ancak kulağa giriyor fakat mide hatlarındaki yoğunluk sebebiyle gönüle girmiyordu. Gönül de zaten gittikçe Afrika’nın rengini alıyor ve kapıları paslanıyordu.

Herşeye rağmen yüzlerindeki gülümseme aslında bir türlü tatmin olamayan modern çağ insana bir cevap mahiyetindeydi. Küçük şeylerle mutlu olmayı unutalı hayli zaman olan seküler insana öyle bir ders veriyorlardı ki gönül alıcıları henüz sinyal kabul eden herkesi utancından renk değişikliğine götürüyordu.

Dünyaya sahip etmekten dem vuran insanoğlunun daha kendi türündeki insanlara sahip çıkamaması aslında ne denli aciz ve fakir olduğunu da bir kez daha gösteriyordu. Bu kadar acizlik içindeki güç gösterileri ise hakiki gönül insanlarına tenezzül etmeyeceği bir alçaklık olduğu apaçık bir durum alıyordu…

Ömer Kaya

Paylaş


     Ömer Kaya'nın Eski Yazıları

 

Karpuz kabuğu denize düştü, cornettolu reklamlar zili çaldı, kışlıklar darağacına mayolu mankenler vitrine çıktı ve insan aldandı.

Yarış atı gençler sınavlardan paçayı sıyırdığı gibi yeni bir telaşın ağına kapıldı şu günlerde: Yaz aşkı.

Bir tatil sabahı gönüllerini kaptırmak için kafelere yığılıyor artık yirmilik delikanlılar, gelinlik kızlar fark edin. Parklara plajlara gidiyorlar sevmek için. Dağları delmek, çölleri aşmak için yeri-zamanı kendileri seçiyorlar. Açlıkları öyle büyük ki pazar alışverişine çıkmış gibiler. Şezlonga uzanmış kasaplık etlerden doldurmak istiyorlar sanki filelerine. İlk yakınlaşmadan sonra renk veriyor hisleri. Bir yattığıyla bir daha yatmayan fesli Barney Stinsonlar türedi televizyonlar sağolsun. Oscarlık performanslar sergileniyor yazlık sinemalarda. Bütçeye göre Sex and the Kilyos, Midnight in Çeşme romantik komediler çevriliyor

Ah… Ağıtlar egzoz ve makine gürültüleri içinde sönüp yok olmasa tam da vaktiydi şimdi bir uzun hava yakmanın. Ha bu ander sevdaluk recmedilirken deniz kenarlarında ve taşları henüz en genç yaştaki günahsızlarımız atarken…

Bir gönüle sevda girince ciğer yanarmış Anadolu’da bir zamanlar. Bağrında sızıymış gurbetteki yiğitlerin. Oysa dudaktan kalbe iner oldu artık öyle ki tenlerin uyumu. Bir ampulmüşçesine yaşatıyorlar şimdilerde aşkı. Elektrik alınırsa yanıyor. Fakat dokundukça kirletiyorlar günahkâr elleriyle. İsli kararmış bir ampulün ışığında hatasız bir hayat yaşamaya çalışıyorlar. Heyhat! Öyle düşüp kırılacakmış gibi değildir ki aşk. Kelebek kadar hassas, pamuk helva nevinden tatlı bir Cumartesi, uçucu dağılıverecekmiş gibi değil, dağıtıverecekmiş gibidir. Hırslı, kıskanç ve bir kuşun kanat çırpışları gibi ani. Irkların, cinsiyetlerin, yaşın ve banka hesaplarının kamçısı altına girmeyecek kadar da hür ve güçlü. Âşık olmak bir krallığı bırakmaktır 8. Edward gibi ve Harvey Milk için cesur olmak vaktidir. Söyleyin Mathilda geç kalmış diye Leon’u kim suçlayabilir?

Aşkın nurdan umanına çölde kalmışçasına atlar herkes ve bunun için bir kural da tanınmaz doğru. Ancak kişi onda hep kalmak istiyorsa kurallara uymalıdır. Bir vücutta iki kişiye yer yoktur mesela. Tanrının ruhundan üflediği iki haleyi taşıyamaz bir aciz beden. Allı pullu da olsa bir parça topraktır çünkü. Âşık maşuku için kendinden vazgeçtiğinde aşk tamam olmuştur.

Meydanlara dökülür kalbindeki hisler insan âşık olunca. Neferler çarpışır içinde. Biri mızrak saplar, henüz gün görmemiş bir çocuk kemirir dişleriyle. Biri perdelerin arkasından baba der. Hayaller çöker şakaklarına. Pembe panjurlu evler, oyuncak dolu cepler, gece yarısı ağlayan bebekler… Sonra zaman durur, ağırlık çöker göğse, kravat gevşer. Çarpıcı, vurucu düşlerseli sonunda damakta kalan yavaş akan zaman kumları, bir gitar teli, papatyalar ve gün batımıdır.

Bir gönüle aşk girince sema eder bilir misin? Pervane olur içerde ve herc-ü merc olmanın eşiğindeyken hissetmezsin bile sen. Tıpkı dünya Allah aşkıyla fır dönerken bizim onu hissetmeyişimiz gibi.

Kıyamet aşkın zaferi olsa gerek. En sevgiliye kavuşmanın hızır saatleri. Yarıp bağrını güneşle doldurmaya hazır, çatlamaya yakın bedenler aşkın kapılarını parçalar. O an alkışlanmak için yanmak, terk edilmek için korkmak yok. Varlığına dair her bir zerre i miskal aşkın ilahisiyle yıkanmayı arzular.

Oysa bunlar bize ne uzak şimdi. Nasıl bıraktık utanmayı, ettiğimiz yeminlere, Kâlû Belâ’dan beri? Eski zaman masalları olduğu öğretilirken artık Leyla ile Mecnunlar, Âdem ile Havvalar, gerçeği ne vakit terk ettik?

İlk aşkla birlikte önce yalnızlıktan kalabalıklar türedi sonra çoğalan aşklarla(!) birlikte kalabalıktan yalnızlıklar. Topraklar kabardı, yıllar çoğaldı fakat ait olduğumuz yerden kurtulamadık. Arkasına saklandığımız yüksek binalar, arasına karıştığımız etten yığınlar aradığımız mutluluğu getirmedi bir türlü. Aşkın izinde bir ömür harcayan modern insanın, bahşedilen onca duygunun içinde dönüp dolaştığı yer yine yalnızlık oldu. Neden?

 Arpa kokusu medeni şehrin misk kokusunu yendiği günden beri beyaz adamın siyahlara bürünmüş çocukları iki biraya satar oldu çünkü aşkı. Frekans bozukluğuyla kâh nefsine sokulup kâh zihninin ücralarına el atan edepsiz kahkahalar içine sızıp kirletti seni. Ekşidi ruhun böylece. Keskin bir koku dudaklarından yüreğine iletildi.

Artık aklı düşünmek için kullanmak ve Zerdüşt’ün yeniden ortaya atılmak vakti geldi:

-Shakespeare’nin tanrısı öldü, biz öldürdük! Sen, ben, hepimiz. Rezilliklerimizle ve alaylı oyunlarımızla yok ettik onu. Şimdi insanın amansız yalnızlığı bu yüzden.

Kalem ise tarihin tarlasının, kargalar tarafından talan edilmesini engelleyen bir korkuluk.

Hayatı kaçırdığınızı mı hissediyorsunuz? Yaşamın yakasından yakalayamıyor musunuz?

Yarın bir kırtasiyeye uğrayın.

Zeminine oturmayan zamanın, an be an akan çeşmesi doyurmuyor mu susuzluğunuzu? Sürenin seyyalliğinde setroldukça suskunlaşmıyor mu sayfalar?

Alacağınız defteri, ruhunuzun satır aralarında seyahate çıkarın: Bir yarenin yürek ısıtan elleri, bir dostun doyumsuz sohbeti, bir annenin özlem dolu sözleri, bir babanın masmavi gözleri…

Kaleminizi baston yapıp yürüyün karihanızın kaldırımında; çiçek açsın hayal ağacınız, kelimeler filizlensin dallarında; fikirleriniz asılsın sözcüklerin solmayan yapraklarına.

Yazıyor musunuz? Öyleyse varsınız.

Online dergiler Online dergiler