ÜSTÜ KAPALI BİR DUYGUSALLIK: BIKKINLIK

Okulun kapısından hiçbir engelle karşılaşmadan, elimi kolumu sallaya sallaya geçip gitmenin nasıl bir şey olduğunu üç yıldır merak ediyordum. Bir ütopyaydı benliğimin bir yarısını kapının dışında bırakmadan okul sınırları içerisinde bulunmak. Bende değil ama belki bir ihtimal benden sonraki nesillerde can bulacak bir hayaldi okulun koridorlarında, kafelerinde, bahçesinde “aslında olduğum gibi” yürüyebilmek, “ben” olabilmek.-bastırılmadan, susturulmadan, yasaklanmadan…

 Bir sihirli değnek döndü bir zamanda, gidiş değişti aynı zamanda. Bir karmaşa peydahlandı geçmişle gelecek arasında. Bana kana kana içmek düştü bu henüz adı konmayan, yasal koruması olmayan arafta kalan anda. Bir yandan korku döndü aklımda, sanki herkes bana bakıyordu, sanki birileri üzerime saldıracakmış hissi akıyordu dört bir yanımda. Nefesimi tutup haklı sebeplerle doldurdum zihnimi; savunma mekanizmam aktif fikirsel baskınlarda.

Derinden bir yerlerden bir ses geldi kulağıma... “Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.”

Düşündüm, ilk bakışta içinin ne kadar boş olduğu belli olsa da. Tabii ki konuşanın değil de benim düşünmem tuhaftı. Harfleri şöyle bir salladım, evirdim, çevirdim olmadı. Cümleden bir gram mantık kokusu gelmedi. Hoşgörümü cebime koyunca fark ettim buna verilecek cevabı.  Ve acımasızca oynadım kelimeler üstünde: Asıl biz sizi aramızda istemiyoruz.

Tepkim, tepkimi ortaya koyuşum siyasi değil, fikirlerin propagandası değil, toplumu taraflara bölmenin yardakçılığı hiç değil. Bu tamamen duygusal bıkkınlık, hep hor görülmenin hıçkırıkları, her zaman kendimi herkesten daha fazla ispatlama çabasında olmanın yorgunluğu, kendimi olduğum gibi kabul ettirememenin isyanı…

 Ve buraya sıralanabilecek, duygu sömürüsü yapıyormuşum hissi verecek birçok hüzünlü tamlamalar…

“Biz sizi bu şekilde aramızda istemiyoruz.” Dile getirilen sadece bir tane düşünce. Bir de evirilip çevrilmiş; onların doğru, benim yaptığımın yanlış olduğunu anlatan, suçladığını saklayan sözcüklerle allanıp pullanmış; “Seni anlıyorum, yardım etmeye çalışıyorum.” havasına bürünmüş; aslında beni koruduklarını hissettirmeye çalışırken yılan gibi sokan cümleler var. Bu cümleleri, cümleleri hakkında hiçbir fikri olmadan kuranlar var.

Toplum malı oldum, insanlar hakkımda konuşup, beni istedikleri gibi tartışıyorlar. Önce isimleri önündeki sıfatlarda cahilliklerini saklayıp kendilerini çoban sayıyorlar, beni düşünemeyen koyun ilan ediyorlar. Sonra inançlarımın içini boşaltıp kendi savaşları uğruna benim kanımı akıtıyorlar. Yetmiyor kendi fikir kalıplarında beni daraltıp içimi zihinlerinde yıkıyorlar. Kendilerini anlamını bilmedikleri medeniyetin doruklarında resmedip, beni enöteye, sosyal yaşamın en dibine gömüyorlar.

Onlar konuşuyor, onların konuşmaya hakkı var. Konuşmaları asla onlara zarar getirmez, onlar benim gibi değil. Onlar suya sabuna değmeden, lafla peynir gemisinin yürüdüğünü düşünüp bana teğet geçiyorlar. Ben, teğet geçilen, hakkımda tek kelime savunma yapma yetkim yokmuş gibi sadece suskun, seyirci. Birisi gelip suskunluğuma isim takıyor öğrenilmiş çaresizliği.

Hâlbuki suskunluğum değil çaresizliğimden. Sıkıldım yakınıma gelen herkese “Selam dünyalı, biz dostuz.” mesajı verircesine kendimi ifade etmeye çalışmaktan. Sıkıldım aynı hoşgörüyü bana göstermeyene zıt fikrinden dolayı hoşgörülü davranmaktan, bir gün içinde bulunduğum durumu anlayacağını umarak umutlanmaktan. Sıkıldım birileri ipe sapa gelmeyen faaliyetlerde desteklenirken, benim çabalarıma ket vurulmasından, toplumsal köreltilmekten…

Ve buraya sıralanabilecek, okuyanı okurken sıkacak birçok asi tanımlamalar…

Yasaklanmadan ben olabilmenin yarım kalan mutluluğuyla bozuntuya vermeden anı yaşama isteği çatışıyor şimdilerde. Ben elimi kolumu sallaya sallaya arsızca dolaşıyorum çatışmanın içinde. Bastırılmadan “Hakkımda, hakkımda bir fikri olmadan konuşanlar! Siz de kimsiniz?” diye kendi isyanımı veriyorum okulumun bahçesinde.

Sonra mı?

Sonra susturulmadan önce son defa üstü kapalı şekilde “Ben buyum, hoşgörü sırası sizde.” diyorum zihnimde.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

RUHÎ BUNALIM VE GAYELİ HAYAT

Cinnet esasen insan fıtratının dışına çıkma ve fıtratın altına çekilme gibi anlamlarda kullanılabilir. İnsanın, akli muhakemelerden yoksun kalmasıdır bir bakıma. Bugün öyle bir ruh haline geldi ki insanlar hiç olmayacak meselelerde çarcabuk yaka paça olabilmekte, birisine iğnenin ucuyla ufak bir dokundurulduğunda beklenmedik bir tepkiyle karşı karşıya kalınabilmekte. Sineye çekme, artık çok uzaklardan gelen lahûti bir ses gibi.

İşte bu sineler dünyayla, mâlâyânî işlerle dolup taşmaya devam ettikçe insan ruhunun esas fizyolojisi kısıtlanıp ne tahammüle meydan kalıyor ne de manevi anlamda ruhun derinliklerine kanatlanabiliniyor. Halbuki dünyaya gelişimiz itibariyle sahip olduğumuz uhrevi bir anlam var. Varoluşu bu uhrevi anlama zıt, sırf cismani boyutla açıklamaya çalışan felsefi cinnet içindekiler; zahiren insanın hayvaniyeti ve nefsi emmaresi açısından bazı isabetli tespitlerde bulunsalar dahi hakikatte insan dışı davranışlara çağrı yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.

Meselelerin öznesine Allah'ı koysalar oysa sorun 'şıp' diye yerine oturacak ama gönüllerinde rikkat ve Allah'a itimat olmadıktan sonra yazdıkları ve yaptıkları kalın şişler üzerinde boşa atılan ilmeklerden oluşan karmakarışık bir örgü olarak kalacaktır. Dolayısıyla hayatımızın orjinine neyi koyduğumuz, meselelere vakıf olurken idrak noktamız olacaktır.

Bu orjinin insana verdiği öyle bir gaye-i hayal olmalı ki insan bir ufukta yükselsin veya bir ufuktan başka bir ufka geçebilsin. Aksi halde insanın kendi benliğinden uzaklaşması, bencilliğinden sıyrılması ve kendine takılmaktan kurtulması mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda milletin huzur toplumuna dönüşebilmesi için fertleri rehabilite etmeyi mefkure edindiysek eğer; toplumun en küçüğünden başlayarak nabza göre şerbet vermeli, herkesin idrak ufkuna göre fazilet duyguları kazandırmaya çalışmalıyız.

İnsan, iradesiyle çok geniş alanlı yaşar çok geniş alanlı yürür lakîn bu genişliğin sınırlandırılması mevzuu yine onun iradesine bırakılmıştır. İradenin arka planında Allah'ın emir ve yasakları olmalı, bunlara bağlanma için de iman ile takviye esastır. Haşr-ü neşre bağlanma, hayatın hesabını verme düşünceleriyle her an meseleyi arka planında götürmeye uğraşmalıyız.

Kader, yolunuza su serpsin…

Agâh Çetinkaya

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

MÜZİK KULAĞI

Ardı sıra dizilen aynı iki mana, zannediyorum tesadüf olamazdı. “Tesadüf değildi ismin harflerinin birbirini sırayla izlemesi”  ve yolda üç tane taşı üst üste görse kim koydu diye düşünen insanoğlu, etrafında bunca olup biteni düşünmeden geçemezdi. Evet, düşünmek şarttı. İnsan olmamızın ilk şartıydı bu.

Bu sene girdiğim ilk derslerden birinde olanca dikkatimi hocaya yöneltmişken, sunulan slâytta bir cümle gözüme çarptı. Bu satırlar, o gün payıma düşen ilk mana olmuştu. Biyoloji hocası iki bin yılında başlayan bir genom projesinden bahsediyordu, ardından o ders veren satırları, Bill Clington’un proje açılışındaki sözünü alıntıladı: “yüzyılımızın bu en büyük bilim projesi ile Tanrı’nın yaşamı yarattığı dili bugün öğreniyoruz” İlk dersteki bu alıntı ileride anlatılacak olan biyolojik yapılardan, canlılardan, sistemlerden daha önemliydi ve bu dersin ve elbet diğer tüm derslerin de özü idi.

Yüksek okulda o günlük ilk dersimi almışken Hz. Mevlana’nın sözleri geldi aklıma. “Müzik, Allah’ın lisanıdır” demişti asırlar önce. Genom projesini hazırlayanlar Mesnevi’den ne ölçüde haberdardı bilmiyorum ama Mevlana onlardan önce davranmıştı ve tanrının dili diye ulaştıkları bilgiyi biz asırlardır Allah’ın lisanı olarak dinliyorduk.

 Tanrının yaşamı yarattığı dili mantıki delillerle, bilim projeleriyle öğrenebiliriz. Aslında bilim ile bilinen; bu yokluk aleminin yaratıldığı dilin kendisi değil, ancak yankısı olabilir. Varlığın gölgesini takip eder gibi, yaratılış dilinin de yankılarını bilim ile süreriz. Dev projeler, keşifler, bu teknolojik gelişmeler manen hep o yankıların aslına ulaşmak içindir.

Clington’un bu gerçeği haykıran sözü üzerinde düşüncelere dalmışken ders nihayete erdi ve ben gayri ihtiyari adımlarla kantine yönelmişken aynı mana kulaklarıma müzik olarak geldi. Eski bir şarkıyı Göksel seslendirmişti: “bir sarı saçı okşar kanarsın/ o bir gölgedir varlık sanırsın.” Aslolanın farkına bilim ile de varabiliriz, bir sinema filmini izlerken ibret sahnesine de gözlerimizi açabiliriz, ya da ahenkle kulağımıza gelen bir şarkı sözünde yaratıldığımız dili düşleyebiliriz. Göksel’in seslendirdiği bu parçada, parça parça o yaratıldığımız dili hisseder oldum ben de. Bundan sonra müzik kulağı denilen yeteneği Hakk’a doğru çevirmek istedim.

Müzik dinlerken nağmelerin oluşturduğu ahengi, yaşantımızdaki ahenkli oluşlara benzetebiliriz örneğin. İnsanın kötülükten sığınıp, iyiliğe meyletmesi;  görmesi gerektiğini görmesi, bazılarını duymaması, duyması gerektiğini duyması da insanın hayatında bir ahenk oluşturuyor. Bu kozmik benzerlik insan yaşamını dinlenesi bir müzik haline getirebilir.

Yaşamının ahengi sekiz asırdır dinlene gelen ve müzik konusunda en kısa, net ifadeyle Allah’ın lisanıdır diyen Hz. Mevlana bu söylemle uzun bir anlatı yapıyor aslında. Onun adını anıp hem de müzikten bahsedince insan misali “ney” de kendiliğinden dâhil oluyor konuya.

 Mesnevi’nin ilk beyitleri ney’den bahseder; dağa taşa yüklenince taşınamayan, ancak insana yüklenen yük gibi ney’in taşıdığı bir sır olduğunu anlatır bize. Sadık Yalsızuçanlar’ın ‘Hayat Müzik ile Devam Eder’ kitabında bu konuda denilmiş ki: “Bütün hikaye, kuyudan yükselen sestedir. Hu, sırdır, sırların sırrıdır, onu da hiçbir kalp taşıyamaz, nefes, onu mutlaka söyler. Ney, bize böylesi bir sırrı söylemektedir.” Ney’e üflendiğinde insan sesine en yakın denilen bu ses, kamıştan ayrı kalmanın haykırışıdır. Varlık aleminden kopup gelen insanın her nefes alışında haykırdığı aykırılık şikayeti gibidir. Mesnevi’de şöyle belirtilmiş: “ney, kanlı yolu anlatıyor; Mecnun’un aşk hikayelerini anlatıyor.” Sırrı, aşkı, haykırışı bir nefeste anlatıyor ney. Bir nefes alıp vermelik mühlette batın aleme yansıyanı, bu zahirlik içinde anlamak çok zor. Anlattıklarını değil anlar gibi olduklarımı bile anlatmaya vakıf değilim ben. Müzik konusunda yazmaya çalışırken, neyden de bahsetmeden geçemedim yalnızca.

Hep dilimize dolanan, kulağımıza bir yerlerden gelen, aklımıza takılan şarkılar vardır. Şu anda bile biraz düşünsek en son dinlediğimiz şarkıyı hatırlayabiliriz. Aklımızın bir köşesinde bir çalgı aleti çalıyordur muhakkak. Müzik derken, sadece dinlemeye yönelik değil bu eylem. Bir kez dinlendikten sonra aynı tonda aynı ritimde birebir şekliyle aklımızda çalmaya devam eder şarkılar. Şarkı sözlerini hatırlamak bile bir meseleyken nasıl olur da dünyanın en muhteşem korosu aklımıza sığabilir ve her akla gelişte çalmaya başlayabilir? Mesela ben şu anda Göksel’in bahsettiğim şarkısını aynıyla dinliyorum kafamın içinde, görünürde bir şey olmamasına rağmen müzik çalıyor benim için.

Dünyanın en muhteşem orkestrası beynimizdedir aslında. Usul bilmeyiz, yok bilmeyiz, hangi şarkı olduğunu bile çıkaramayız ama aklımızda çalar durur şarkılar. Bu bilmezliklerden bir bilen akıl çıkarmak, o gölgelerden Varlık’a giden yol gibidir. Müziğe ibret gözüyle bakınca, daha doğru bir tabirle müziği ibret kulağıyla bir dinlemeye başlayınca bu yol da kapılarını bize aralayacaktır.

Bir de belirtmek gerekir ki klasik bir deyişle “söz gümüşse, sükût altındır”. Müziğin sesinden, anımsattıklarından bahsederken, fazla sesli ortamları, gürültüden ibaret mekânları bundan uzak tutmak gerekir.

Bu dünya hayatı da huzurlu bir sükûtun özlemini çeken, gürültülü bir gurbet yeridir. Seyyid Hüseyin Nasr bu konuda, insan yaşamının“iki belirsiz ve ebedi sessizlik arasında bir gürültüden ibaret” olduğunu belirtir. Beklenen ebedi sessizlik karşısında her ses gürültü gibidir. Yine de bugün, bunca ses içinde düşünürsek; bazı müzikler bize ebedi sessizliğin huzurunu hatırlattığı için dinlenecek kıvamdadır, denebilir.

Müzik ile alakalı derin düşünme çabalarım, o gün kantinde şarkının ahengiyle gelen havanın bana yaşamın ahengini hatırlatması ile başladı. Göksel, nostaljik bir görüntüyle çekilen klibinde koşup zıplamış, neşeli bir hava katmış şarkıya. Okuduğu şarkı bestesiyle zaten belli bir tempoyu yansıtmış, yaz şarkısı havası veriyor. İşte dersten çıktığım o anda, klibe ilk olarak farklı bir gözle baktığımda sorguladım ki, “o bir gölgedir, varlık sanırsın” sözündeki yanılma hali nasıl böyle sevinçli bir lisanla söyleniyor. Böyle ciddi bir konu var ortada, görünen her ne ise hayal olma iddiası var, yine de klipte mutlu insanlar rol almış.

 Bir müddet sonra aklıma geldi ki bu sözlerdeki gerçek’te acıtacak bir yan yok. Bir müjde gibi gelmiş kulağımıza. Sevdiğin, üzüldüğün her ne ise hepsi gölge, gerçek sanırsın demiş sanatçı bize. Bu gördüklerin gerçek değil demekle, “gerçek nedir o halde?” sorusunu canlandırmış dinleyenlere. Bunu sorgulayan insan da er geç sırra erecektir. Varlık sandıklarımızı yaratan mutlak varlık’a ulaşmak için manen söylenmiştir bu şarkı. Yeryüzünün gölgelerinden bıkan insanın, başını semaya kaldırırsa o gölgeleri var eden’i hissedeceğini vaat ettiği için böylesine sevinç içinde söylenmiştir hatta.

Ben bu satırları duymanın sevinci içinde, ilk defa dinliyormuş gibi devamını bekledim şarkının. Çok dinlemiştim daha önce ama ilk defa duyar gibi oldum. Devamında diyordu ki: Sevda çölünden geçerse yollar/ Bütün bir ömür ah ile dolar/ İnan ki gençlik/ Gülden tez solar. Burada da yine iki kısa cümleyle uzun manalar kurmuş şarkıyı yazan. Bütün bir ömrü doldurmak hele ki yakarışla yapmak bunu, ancak sevda çölünden geçenler içindir.

Diğer cümle de yine kati bir gerçeği, gençliğin hemen bitiverdiğini söylemiş. Klipte oynayan genç insanlar gençliğin biteceğini söylüyorlar ve bunu söylerken mutlular, gülümseyip dans ediyorlar. İnsan düşünmeden edemiyor ne vaat edilmiş bu gençlere de yaşlanacaklarını söylerken böyle neşeli oluyorlar diye. Klibin yönetmeni bir köşeye çekmiş de acaba yaşlandıklarında onlara mutluluk mu temenni etmiş. Ya da yıllar, yüzyıllar öncesi, zaman ötesi zamanlar öncesi, Bir’i tüm insanlar gibi onları da toplamış, öldükleri zaman için cennet mi vaat etmiş? Bu müjdeyi biraz olsun duyduğumuzda müzik kulağı denilen yeteneğe sahip oluruz, zannımca.

 Friedrich Nietzsche’nin bir sözünü de burada alıntılamak yerinde olacaktır: “Bach’ın müziği Tanrı’nın Dünya’yı yarattığı anda orada bulunduğumuz hissini veriyor insana” .  Filozofun dediği gibi, şarkılar bazı zamanlarda bize bildiğimizi sandığımız o gizli gerçeği anlatırlar.

Müziği farklı duygularla dinlemek her zaman mümkün olmaz elbet. Kendi adıma düşünürsem, bunca yıldır kulağıma bir yerlerden müzikler gelir ama Göksel’in klibi gibisini bana hiçbir şarkı söylememiştir.

 Dinlediğimiz müziklerin hepsinde neden aynı şeyleri hissetmediğimizin yanıtını en güzel şekliyle İmam Gazali vermiştir. Bu, aynı zamanda dinleyen herkesin neden aynı hisleri paylaşmadığının da cevabıdır. Şöyle demiştir büyük imam: “müzik, insanın kalbinde ne varsa onu güçlendirir, hangi tutku baskınsa onu canlandırır.”

Kalpte güzel şeyler barındırdığımız müddetçe, ‘şey’lerdeki güzellikleri de fark edeceğiz; en güzel barınak kalbimiz olacaktır.

 

Kübra Nur Ayar

MEŞRÛ CİNÂYET

-Karar!

-...

-Gereği düşünüldü...

-...

-Türk Ceza Kanunu’nun ‘....’ ve ‘....’ maddeleri­ne istinaden, mahkememizce sanık İbrahim oğlu, Ayşe’den olma Ali Bülent Orkan hakkında yapılan yargılama neticesi, heyetimizin oybirliğiyle idamına karar ve­rildi.

-Sanığın bir diyeceği?

-Var!

-...

Ve sanık konuşuyor. Konuşma konusu olarak, hak­kında verilen idam hükmünü seçmediği görülüyor. Onun sözleri çok başka. Tok bir sesle, tane tane konuşuyor. Salonda çıt yok. Cübbeliler, korkuyla karışık bir ürperişle dinliyor. İçlerinden birisinin cübbesine sıkıca sarıldığı, üşüyormuş gibi iyice büzüldüğü görülüyor. İhtimal, hepsinin bir ömür boyu bu korkuyu yaşaması kaçınılmaz. Sanık da sanki bunu sağlamaya çalışır gibi, o minval üzre ve kim ölüme gönderilse, kâtillerine söyleyeceği tahmin olu­nan sözler ediyor.

Fikri, bundan sonrasını pek hatırlamıyor. Hele, mahkeme salonundan çıkışlarında ‘Sen de idam aldın değil mi?’ diye söz açtığında, Ali Bülent bir şey söylemişti. Ne demişti? Bu öyle bir şeydi ki, ardından ikisi de acı acı gülümsemişti. Bir türlü aklına gelmiyordu. Bu cevabı, Ali asıldıktan sonra koğuşta birisinin ‘Allah rahmet eylesin, Alimizi aldılar’ deyip ağlamaya başlamasıyla, hiç de yeri ve zamanı değilken hatırlayacak ve gülümseyecekti. Ali Bülent’in haberi götürülüşünden beş saat son­ra gelmişti. Kâtillerden önce, uzun uzun konuşulmuştu. Daha doğrusu o konuşmuş, koğuş yoldaşları dinlemişti. Kendinden sonra asılması beklenen iki kişiye ve diğer uzun hapis yata­cak kader arkadaşlarına öğütte bulunmuş, moral vermişti. İçleri güldür güldür çağıldarken onu dinlemişlerdi. Sonraları, onu ilahi bir gücün söylettiğine inanmışlar­dı. O kesinlikle nereye gittiğini, kendisini neyin beklediği­ni, hangi kucağın açılacağını biliyordu. Ar­tık o tamamen hazırdı. Mutlak kelimesinin derinliğini ince­leyenler, bu kavramı türlü tarifle izaha çalışır; eğer bu tesli­miyeti görselerdi, şüphesiz bu sırrı kolayca idrak ederlerdi.

Sonra sarılıyorlar birbirlerine. Şakakları sertçe vuru­yorlar yüzlerine... Ortadaki gerçek birisinin uğurlandığı ama, kimin ve nereye kestirmek imkansız. Sonra herkesle helâlleşip ‘Allah kurtarsın’ sözü ve yanındaki sekiz cellatla çıkıp gittiği görülüyor. Bıraktığı mektuplar var. Bunlar vedâ için değil, birer vasiyet. Ayrıca, son ola­rak Fikri’nin kulağına fısıltıyla ‘Sevenlerim benim için kaza namazı kılıp bir gün oruç tutuversinler’ diyor. Âh Ali, sana ömrümüz­den yıl eklense... Gitmesen olmaz mı?

Hey şehit, sana mezar ne gerek! Mezar biz âciz kullar içindir; günahlarımı­zı, çirkinliklerimizi saklamaya... Hesap ve ilk sorular soru­lurken, halimizi başkaları görüp de korkmasın diyedir. Se­nin böyle bir derdin mi var? Şehitlerin yeri Rasûlullah ku­cağıdır. Sen kanın ya da sıkılmış boynunla vardığında, orası senin için ne güzel sığınak olur... Bizden dua ister­sin; bilmez misin, senin şefaâtine ihtiyacımız var­dır. Ama ruhuna fatiha, sonsuz fatiha...

Islak, yarı yapışkan bir havada Ali Bülent’i hücre­sinden çıkardıkları görüldü. Herkes o ânı yaşamak istermiş gibi, yedi kilometre ötede uykusuz bekliyor. Ne de­mek dört yüz elli kişi... Bir âlem uyanık bu gece yarısı... Ve bu, ilk ge­ce yarısı uyanıklığı değil. Bu kaçıncı uçuş yuvadan, bu uçup da tutulamayan kaçıncı kuş Yârabbi!

Kâtiller sıra sıra durmuş, ortaya da darağacını kurmuş... Burası ona bir eşik... Bütün mizansen hazır. Kefene benzer bir örtü giydiriyor, ellerini arkadan kenetleyip bağlıyor, önüne bir yafta iliştiriyorlar. Son isteğin falan gibi bir şey soruluyor. Ola ki, sözlerim sevenlerime va­rır diye söylüyor. Yoksa, onlar lütfettiler diye değil. Şeytan oralarda dolaşmaktadır. Ama Ali’nin yanına yaklaşmak ne kelime, varlığını bile duyuramıyor. Ve oradaki ilahi koruyucular tarafından uzaklaştırılıyor. Şimdi, onu sehpaya götüren bu işle görevli meleklerdir. Kulağına yavaşça, müjdeler veriliyor. O bu halde ve sevinçli olarak, sadece cismi ipe bağlanıyor. Daha önceden boynu bir nur hâlesiyle okşandığından, gerçek anlamda ipi hissetmiyor. Ardından ‘dön’ emriyle birlikte, anla­şılması yasaklanmış ölüm geliyor. Artık o, bilinmez bir zaman ve mekâna doğru akmaktadır.

Bütün sevdikleri ve onu sevenler ‘Allah yolunda ölenler için ölüler demeyiniz. Onlar diridir, ama siz bilmezsiniz’ âyetine sığınıyor. Onlar için de bir tesel­li gerekmez artık; yalnız, dudaklardan fatihalar dökülü­yor...

Koğuşta bunlar yaşanırken, Fikri kendinin iki ay sonraki halini görür gibidir. Birden Ali Bülent’in sözleri aklına geliyor: ‘Ali Bülentsiz vatanın ... ...’ Fikri hafifçe gülümsüyor. Yoldaşları hangisine yanalım der gibi iç geçiriyor. Fikri, şimdi başka bir âlemde dost sohbetindedir; hepsi biliyor ve dudaklardan fatihalar dökülmeye devam ediyor.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

 

                                                                                                       

BİR İSTANBUL MASALI(!)

Ben İstanbul’ u gördüm, ondan başka da metropol kelimesine yakıştırılan bir şehir görmedim.

 

İstanbul metropol bir yerse metropoller İstanbul gibi mi?

Bilmediğim şehirlerde kaybolmak hoşuma gider. Tanımadığım insanlarla konuşmayı severim. Tarif edilen altı farklı yolun altısından hangisinin doğru olduğunu bulmak, gideceğim yere varmak; benim işim. Eğlencelidir. Yine de her defasında bunu deneme yanılma yöntemiyle öğrenmek, zamanın kaldırabileceği bir yük değil.

***

Arabaların yollarda bitmeyen savrulmaları Zeno’ nun paradoksuna taş çıkaracak cinsten. Her saniye gittiğiniz yolun yarısını alarak gideceğiniz yere varmak büyük bir başarı. Akşam randevunuz varsa kuşluk vakti yola koyulmalısınız; dönüşü hesaba katıp sizi matematiksel çıkmazlara sokmuyorum bile.

Gezdiğiniz yerler hakkında, haberlerde her an bir olay duyabilirsiniz. Ya bombalar kurulmuştur yürüdüğünüz kaldırımlarda, ya gereksiz gruplar gereksiz isyanlarını dile getirmiştir eğlendiğiniz sokaklarda. Vitrin camları taşlanmış, yerdeki taşlar sökülmüş, gaz bombaları atılmış ve insanlar coplanmıştır; muhakkak. Türlü kazalarda trafik arapsaçına dönmüş, bir yerler elbette kana bulanmıştır.

İstanbul büyük şehir; onunla başa çıkmak mümkün değil. Evinizde bile rahat bırakmaz ki… Belli dönemlerde suyunuz kesilir, belli dönemlerde kafanız: çöpler sadece atıklar için değildir; cesetlere de yer vardır, kesik kollara, bacaklara…

Gecenin bir vakti burnunuza sıkılan sprey dolayısıyla siz duymadan paranız da aşırılır, kapıdaki arabanız da. Camlara parmaklık, kapıya birkaç kilit boynunuzun borcu; aman arabalar da dışarıda kalmasın.

Tüm bu olumsuzluklarla baş edebildikten sonra Kızkulesi manzarasıyla sizi büyüler. Ortaköy’ de denizi izleyerek kumpirinizi yiyebilir, çayınızı içebilirsiniz. Taksim’ de tramvay sesi eşliğinde, o nostalji havasında pasajları gezebilirsiniz. Sultanahmet, Eyüp ve daha birçok yer birer lütuftur, o gün içinde hayatta kalma çabanızın birer armağanıdır. Eğer yollarınız bu hoşluklarla kesişmiyorsa ne kadar zavallı bir durum ki sadece metropol hezeyanları kalır elinizde. Tabi yine de muhteşem bir şehirde yaşamanızla avutabilirsiniz kendinizi.

***

İstanbul birkaç günlük hevestir, eğlenilecek bir şehirdir. “ev”lenmek, hayatınızı ona adamak istiyorsanız İstanbul aşkı gözünüzü kör etmiştir. Gözleriniz İstanbul aşkıyla kör olduysa, onu sonsuza kadar gözleriniz kapalı dinleyebilirsiniz.

Ve -bence- dinlerken kulaklarınızı da tıkamalısınız.

Hilal Yaslı

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

Bernard Shaw 1856 yılının Temmuz ayında, Dublin’de, beş odalı bir evde doğdu. Babası George Carr Shaw, devlet memurluğunda da zahire tüccarlığında da tutunamamış iyi huylu, içkiye düşkün, şaşı bir adam. Annesi Bessie Gurley, ailesinin düklere, prenslere layık bir kadın gibi yetiştirmek için kendisine yaptığı baskılara dayanamayıp, orta yaşlı, orta halli George Carr ile evlenmeye razı olmuş bir kadın. Shaw bu evliliğin üçüncü çocuğudur.

Bernard Shaw 1856 yılının Temmuz ayında, Dublin’de, beş odalı bir evde doğdu. Babası George Carr Shaw, devlet memurluğunda da zahire tüccarlığında da tutunamamış iyi huylu, içkiye düşkün, şaşı bir adam. Annesi Bessie Gurley, ailesinin düklere, prenslere layık bir kadın gibi yetiştirmek için kendisine yaptığı baskılara dayanamayıp, orta yaşlı, orta halli George Carr ile evlenmeye razı olmuş bir kadın. Shaw bu evliliğin üçüncü çocuğudur.

Shaw’la annesinden çok dadısı ilgilenmiştir. Annesi yarım yamalak Fransızca ve piyano çalmayı bildiği için çocuk bakmayı tercih etmemiştir. Shaw’ın dadısı, Shaw’ı çocuk parklarına götürmek yerine kendisiyle birlikte eşe dosta, Dublin’in pislik ve çamur içindeki kenar mahallelerine oturmaya götürmüştür. Dublin’in kenar mahalle çocuklarıyla safça oyunlar oynarken, içten içe tanıklığını yaptı bu fakirlik ve yokluk ortamını gönlü kaldırmadı Shaw’ın ve ilerde, İngiliz İşçi Partisin temelini oluşturan Fabian Derneği’nin kurucularında olmaya değin sürecek politik bir yaşantının ana rahmiydi bu sokaklar Shaw için.

Shaw ancak on beş yaşına kadar okula gitti. Okulun ilk gününde öğrendiği dört işlem dışında okuldan başka bir şey öğrenmediğini söylüyordu Shaw.  Hatta bir keresinde kendisinden bir okul kitabına Jan Dark adlı oyunundan bir bölüm almak için izin isterler, Shaw şöyle cevap verir: “Kim benim oyunlarımı zorla okullarda okutur, benden de Sheakspeare’den nefret edildiği gibi nefret edilmesine sebep olursa Allahından bulsun. Benim piyeslerim işkence aracı olmak için yazılmamıştır.”

Memurluk yaptığı dönemde, bir gün patronu Shaw’dan çok memnun olduğu için maaşına dolgun bir zam yapar. Shaw buna karşılık işi bırakır. Gerekçesi: Güvenli bir işin kendisini gevşeteceğinden korkmasıdır. Böyle anlamsız bir çevrede sıradan memur olacak birisi değildir çünkü. Ve İngiltere’nin yolunu tutar.

Shaw’ın oyun yazarı olarak üne kavuşması kırkından sonradır. Bir gün zengin bir lord ve Shaw’ın bu oyunu öveceği düşüncesiyle Shaw’a yollamış. Ama Shaw bilakis oyunu hiç beğenmemiş ve yerden yere vurmuştur. Lord buna karşılık sinirlenerek, öfkeyle kapısını çalıp, gırtlağına yapışmış. “ Mr. Shaw, Mr. Shaw… Siz sadece para için yazıyorsunuz. Oysa ben şan için, şeref için şöhret için yazıyorum” .Shaw soğukkanlılıkla adamın yüzene bakar ve ardından omuzlarını da çaresiz bir adam edasıyla kaldırarak: “Her ikimizde kendimizde olmayan şeyler için yazıyoruz”

Shaw 42 yaşında evlendi. Daha eli ekmek tutmadan evlenmekten çekiniyordu fakat bu durumu şöyle açıklamıştı: “Bir devlet hastanesine yatsam daha iyileşmeden taburcu ederlerdi. Özel bir kliniğe gitsem oradan ancak cenazem çıkardı. Evleneyim de karım bana baksın dedim”

Dediğimiz gibi 40 yaşından sonra üne kavuşur. Oyunları nerdeyse dünyanın her diline çevrilir. Ama yine de bu oyunlarında İngilizleri iğnelemekten hiç geri kalmaz. Sezar ve Cleopatra oyununda yarattığı Britannus’u şöyle tanımlar:” Barbarın biri. Kendi aşiretinin kendi adasının görenekleri, törelerini doğa kanunu sayar”

Benim Shaw’un oyunlarında en beğendim  Pygmalion’dur. Dünyaca ünlü bir dil uzmanı Çingene bir kızdan hanımefendi yaratmaya çalışır. Konu sıradan gelse de işleniş ve sonucu bakımından eşsiz bir eser. Fakat Shaw’ın en önemli eseri Jan Dark’tır. Eserde genç ve aslında koyu Katolik olan bir kızın soylulara ve kiliseye karşı yaptığı mücadeleyi anlatır. Shaw’un bir peygamber olarak saygı duyduğu Hz. Muhammed’in hayatını sahnede canlandırmak istediği, gel fakat fanatik bir Müslümanın canına kastedebileceği uyarısı üzerine Jan Dark’ta karar kıldığı söylenir.

O bir ermişti, Kırgınlar evi oyununda, Kaptan, istemediği halde kendisini zengin bir adamla evlenmek zorunda gören bir kıza şöyle tavsiyede bulunur:

ELLIE: Sanırım ilerisini düşünen açık göz bir kızım ben.

KAPTAN: Açıkgözlük et demedim ileriye bak dedim

ELLIE: Arada ne fark var?

KAPTAN: Bütün dünyayı kazanıp kendi ruhunu kaybetmek, açıkgözlülüktür. Yalnız unutma, ruhuna dört elle sarılırsan hiçbir zaman bırakmaz seni. Oysa bir bakarsın dünya elden gidivermiş.

Yine aynı oyunda, Kırgınlar evinde insanların samimiyetle açık ettiği kötülüklerden sıkılmış. Arkasından konuşulan tüm kötü sözleri şans eseri duymuş. Evdeki tüm insanlardan ve evden kurtulmak isteyen Mangan, evden kaçmaya karar verir.

KAPTAN: Sağlıcakla geldin, sağlıcakla git. Koskoca yeryüzü, engin denizler, uçsuz bucaksız yeryüzü seni bekliyor.

( Tüm zenginliğini ardı sıra bırakıp kaçmaya karar veren Mangan. Giderken üzerinde giymiş bulunduğu elbiselerden başka varlığı yoktur.)

LADY: Ya geride bıraktıklarınız, Mr. Mangan?

HECTOR: Kaçan tutsak neden zincirlerini de beraber götürsün ki.

Shaw yetmiş yaşında Nobel Ödülü’nü kazandı.”Kıyıya çıktıktan sonra bana can simidi uzatıyorsunuz “ diyerek önce reddetti. Sonra kabul edip aldığı parayla İngiliz İsveç yazın fonu kurdu. Shaw ölüm döşeğindeyken İngiliz Krallığı Liyakat Nişanı’nı geri çevirdi. Ve en önemli oyunu Jan Dark’ın son cümlesi onun tüm yaşamını özetliyordu.

JAN DARK: Şu güzelim dünyayı yaratan Tanrım. Senin ermişlerine dünya ne zaman kucak açacak?  

Online dergiler Online dergiler