Sabah çıkıyorum çok değil birkaç adım sonra Ankaray merdivenlerine varmadan bir simitçi karşılıyor. Bu adam sabah sabah niye bu kadar bağırıyor, diye geçiriyorum içimden, sonra arkamdan bir ses cevap veriyor âdeta “N’abarsın ağabey, ekmek parası…”.

Birkaç basamak iniyorum sağda bir kadın, oturuyor buz gibi taşta kucağında bir bebek, bakıyorum uyuyor daha, nasıl uyansın ki bu saatte. Bura çok esmiyor mu diyorum “Allah sevdiğine kavuştursun, bebeğime süt parası” diyor. Atıyorum elimi cebime birkaç bozukluk veriyorum ama neye yarar ki… Genç daha 25-30 arası bir şey, fena değil üstü başı, gücü kuvveti yerinde. Yarın görüşürüz hayırlı işler diye geçiriyorum içimden.

Sonra düşünüyorum, düşünmek denmez buna kafa patlatıyorum; nasıl yapıyor, nasıl tahammül ediyor?..

Her gün açmak avucunu ve klişeleşmiş onlarca sözcüğü; hiç umursamadan karşındakini ve göz göze gelmemeye çalışarak asla değdirmeden gözlerini karşındakinin sana aşağılama, acıma, tiksinti ile bakan o mide bulandırıcı, alaycı gözlerine; hiç açmadan ağzını uğuldayarak çıkarmak, bağırmak adeta kahretmek hayata…

Sadece bakmak belki de ayaklara, bilmediğin, duymadığın, giymediğin daha da önemlisi giyemeyeceğin ve sahip olamayacağın onlarca, yüzlerce, binlerce markalı ayakkabılar.

Bazen bakmak yüzlere seninle yaşıt birçok kadın. Süslü, şık giyimli, makyajlı, bakımlı, saçlar boyalı… Yüzlerine bakmak en zor olan…

Ne düşünüyorlardı acaba sabah evden çıkarken, üstündeki pembe kazağa vermesi kaç dakikasını almıştır?

Eee dünyadaki en büyük problem tabi o kısa siyah eteğe uygun kazağı bulmak…

Bebeği düşünüyorum sonra onun mu acaba, onunsa nasıl kıyıyor diye, nasıl kıyıyor bu soğukta? Bu kadar zor mu bir süt parası?

Daha bebek birkaç aylıkken boğazından geçecek birkaç damla süt için değer mi bu kadar soğuk, ayaz, bu kalabalık buz gibi merdivenler?

Bebek olmasa yapar mıydı acaba, bebek için mi her şey derken yapışıyor biri koluma ince tiz bir ses, “Bir kalem al abi okul harçlığı”… Kızım okulunun zili çoktan çaldı burada ne işin var?

Okul, harçlık, kalem geveliyor ağzında; bakıyorum bebeğe o da kalem o da okul, harçlık geveleyecek mi ağzında?

Aklıma soğuk bir kış günü kaldırımda otururken önümden geçen o çocuk geliyor ne tarih aklımda ne de o tarihte tam olarak ne olduğu… Yalnızca iliklerime kadar işleyen o soğuk nedense hissediyorum o kadar.

Sallana sallana geçiyorum önünden, cebinden çıkarıyor bir poşet yavaşça götürüyor ağzına, burnuna… Bakıyorum yüzüne anlamıyorum yaşını. Gözler yaşlı bakıyor hayata… Umutsuz, cansız, kuru hiç duygu yok o gözlerde. Öfke bile duymuyor hiçbir şeye kızgınlık hatta kırgınlık bile yok.

Ölümü bekliyor diyorum kendi kendime, cesedini bir çöplüğe atacak birinin olup olmayacağını getirmeden aklına, elindeki torbaya bakarak minnetle kendini önemli hissettirdiği için belki de; sessizce inleyerek ölmeyi bekliyor.

Acaba o bebek konuşabilecek mi diye hayal ediyorum, abi diyebilecek mi en azından, o kadar olsun var mı şansı?

Zar zor atıyorum kendimi vagona hayır patlım sıkıştı korkuyorum, neyse ki yok bir vukuat… Bakıyorum insanlara vagondaki hepsi dört duvarı ve çatısı olan bir yerden gelip, bir yerlere giden, gece yatacak bir yatağı ve kafasını gömeceği bir yastığı olan şanslılar…

Hepsinin yüzünde sabah mahmurluğu, müzik dinleyenler, pencereden zifiri karanlıkta hafif sırıtan boruları izleyenler, uyuklayanlar…

 Ne düşünüyorlar acaba?

Dertsiz insan olmaz ne de olsa, insanoğlu işte illaki dert edinecek bir şey bulur.

BENİ BU FİLMLER MAHVETTİ…

“…Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. “Eve gidip okusam.” Durağa yürüdü. “Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar…” Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. “Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?” Duramadı orada yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki “sinemadan çıkmış kişi“yi öldürdüler.”

Aylak Adam/Yusuf Atılgan

Forrest Gump

“Forrest Gump” birçok başyapıta imza atan Robert Zemeckis'in objektifinden ortaya çıkmış, belki de kendisinin en önemli filmi olarak niteleyebileceğimiz özgün bir şaheser. Başrollerini Tom Hanks, Robin Wright Pen ve Gary Sinise’ın paylaştığı film, Forrest’ın çocukluğundan başlayarak, 1950–1970 yılları arasındaki hayatından kesitler sunuyor. 

I.Q’su normalin altında bir insan olan Forrest’ın hikâyesine, küçük bir kasabada bir bankta, Forrest’ın o ana kadar ki yaşadıklarını, kendi ağzından dinleyerek başlıyoruz. Sözlerine film boyunca alıntılar yaptığı annesinin sözlerinden biri ile başlıyor: “Hayat bir kutu çikolata gibidir, payına ne düşeceğini asla bilemezsin.”

Olaylar çocukluğundan başlayan dev aşkı Jenny ile tanışması ekseninde gelişiyor. Forrest tamamen tesadüf olarak Amerikan tarihinin önemli olaylarına şahitlik ediyor,  Elvis Presley, Kennedy ve Nixon ile tanışıyor, Vietnam savaşına katılıyor. Ve 75 IQ’lu Forrest tüm bu yaptıklarında “farkında olmadan” akıl almaz başarılara imza atıyor. Bu durum şu sahnede özellikle dikkat çeker: Forrest üç seneyi aşkın bir süre boyunca durmadan koşar ve bir gün durur. Arkasındaki grup ona şaşkın gözlerle baktığında ise sadece “Yoruldum” der.

Gökyüzünde savrulan bir tüyün bir bankta oturan Forrest’ın ayaklarının dibine düşmesi ile başlayan film, yine benzer bir sahne ile son bulur. Forrest’ın hikâyesi hayatımızı rüzgârda savrulan bir tüy gibi, sorgulamadan, yönlendirmeden, oluruna bırakarak yaşadığımızda da bir şekilde bir yerlere konabildiğimizi gösteriyor. Onun bir bankta oturup anlattıklarını dinledikten sonra, dünyaya eskisi gibi bakamıyorsunuz. Ve “Run Forrest, Run!” repliği uzun bir süre aklınızdan çıkmıyor.

V for Vendetta

Yönetmenliğini James McTeigue’nın yaptığı ve Alan Moore ve David Lyod'un yazdığı The Matrix'in senaristleri The Wachowski Kardeşler'in derlediği diyen V for Vendetta, geleceğin totaliter İngiltere’sinde geçiyor.

Terör ve savaş ve 80.000 insanın ölümüne neden olmuştur. “Birlik ve Beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bu günlerde” halka güvenlik ve birlik vaat eden totaliter bir parti afet döneminin de etkisiyle iktidara gelmiştir. Totaliter rejim, çok kültürlülüğü, demokrasi ve hürriyetleri yok etmiştir. Çoğunluğun değerleri bu değerlere sahip olmayanlara dayatılır. Bu durumun 2 temel sonucu şunlardır: 1) ayrımcılık 2) ayrımcılığa maruz kalmamak için tüm bireylerin iktidar önünde diz çökmesi.  Yani tam manasıyla bir “korku imparatorluğu”. İşte böyle bir anda V for Vendetta'dan bir replik önümüzü açıyor: “İnsanlar devletlerinden korkmamalı, devletler insanlardan korkmalı.” V for Vendetta, böyle bir dönemde V’nin hürriyet ve adalet mücadelesini anlatan bir hikâye.

Film günümüz dünyası, yaşadığımız ülke ile ilgili yolunda gitmeyen pek çok şeyi sorgulamanıza neden oluyor. Yaşadığınız dünya ile film arasında pek çok benzerlik görüyorsunuz. Takvimlerdeki her günün “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz gün”ü göstermesi, dört bir yanımızın düşmanlarla çevrili olduğunun Tarih derslerinden, televizyonlardan bildirildiği bir ülkede, bütün dünyanın ülkemizi bölmek için durmaksızın çalıştığı paranoyasıyla yaşamamız ve bu paranoyalar yüzünden feda ettiklerimiz film ile birlikte gözlerinizin önünden geçiyor, derin düşüncelere dalıyorsunuz... V’ye göre ise tüm bu sorunların çözümü belli: ”Her koşulda daha fazla hürriyet ve adalet istemek.”

İçimdeki Deniz [Mar Adentro]

30 yıl boyunca ötenazinin bir hak olduğunu savunarak mücadele veren Ramon Sampedro'nun gerçek hayat hikayesinden perdeye uyarlanan filmin yönetmeniAlejandro Amenabar. İspanyol, Fransız, İtalyan ortak yapımı filmin başrollerinde Javier Bardem, Belén Rueda ve Lola Dueñas , kamera karşısına geçmiş. Senaryoyu Amenábar ve Mateo Gil birlikte yazmışlar.

Gençlik yıllarında denizde geçirdiği bir kaza sonucu sakatlanan ve boynundan aşağısı tutmayan İspanyol denizci Ramon Sampedro tam 30 yıl ailesinin bakımına muhtaç, yatalak yaşamak zorunda kalıyor. Ramon ölüm sayesinde kaybettiği özgürlüğünü kazanacağını düşünüyor fakat boynundan aşağısı tutmadığı için bunu başaramıyordu. Bu nedenle amacına ulaşmak için İspanyol hükümetine başvuruyor. Bu süreçte Ramon’un hayatına 2 kadın giriyor. Avukatı Julia onun ötenazi hakkı için yasal yollar ile mücadele ediyor, Rosa ise onu hayatın yaşamaya değer olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

Film tek bir bakış açısını sunmaktan ziyade sorgulatıyor. Film boyunca kendinizi Ramon’un yerine koyuyorsunuz ve onun hissettiklerini kendi içinizde hissediyorsunuz. “Onun yerinde ben olsaydım ne yapardım?” sorusunu soruyorsunuz. “Yaşam” ve “Ölüm” ile ilgili tüm bildiklerinizi aklınızın bir kenarından geçiriyorsunuz. Bununla birlikte “Aşk” ve “Sevgi” kavramınlarını da sorgulatıyor film. Sevdiğiniz kişi yaşamına son vermek istiyorken, onun yaşamaya devam etmesini istemek bencillik midir yoksa onu gerçekten sevmekmidir? Ramon’a göreyse bu sorunun cevabı açık: ona gerçekten aşık olan kadın nihai yolculuğunun sorumluluğunu almasına yardımcı olacak kişidir.

LEON

“Kusursuz bir katil. Masum bir kız. Birbirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamış. Erkek sessizce hareket ediyor. Duygusuzca öldürüyor. İz bırakmadan yok oluyor. Zayıf noktasını ise sadece... 12 yaşındaki bir kız biliyor.”

Başrollerini Jean RenoGary Oldman ve Natalie Portman'ın paylaştığı bir Luc Besson filmi.

Mathilda, New York'ta yaşayan ailesi dağılmış 12 yaşında küçük bir kızdır. Üvey ailesinin yanında sevimsiz bir yaşamı paylaşmaktadır Mathilda’yı kaçıp gitmekten tek alıkoyan küçük kardeşidir. Babası uyuşturucu işlerine bulaşınca mafya ailenin tüm bireylerini öldürür. O sırada alışverişte olan Mathilda şans eseri hayatta kalır. Alışverişten döndüğünde tüm ailesinin öldürüldüğünü görür ve Leon’un dairesine saklanarak kendini kurtarır. Leon ise hayatını kurallardan oluşturmuş, sert ve tam anlamıyla profesyonel bir tetikçidir. Ancak Mathilda'ya karşı içten bir sevgi besler ve ona kol kanat gerer.

Mathilda ve Leon arasındaki ilişki “aşk”tan öte; kendilerine ilk defa iyi davranan birine duyulan sevgidir. Hayatlarında daha önce görmedikleri bir sıcaklığa duyulan özlem ve buna karşı verilen duygusal tepkidir.

Filmde, Leon’un sürekli süt içmesi, Mathilda’nın olgun tavırlarına rağmen çizgi film izlemesi gibi ayrıntılar ise içimizde bir parçanın devamlı çocuk kalabileceğini gösteriyor.

Filmin son sahnesi ve ardından çalan Shape of My Heart şarkısı ise filmin duygu yüklü atmosterini iyiden iyiye arttırıyor. Bu sahnede göz yaşlarınıza hâkim olamama ihtimaline karşı yanınızda bir mendil bulundurmalısınız.

Amélie [Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain]

Audrey Tautou’nun başrolünde olduğu, Jean-Pierre Jeunet filmi. Senaryosu ise Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılmış.

Çok garip bir anne baba tarafından büyütülen Amelie, gündüzleri Paris'te bir kafede garson olarak çalışırken akşamlarını küçük apartman dairesinde yalnız olarak geçiren utangaç, içe dönük ve hassas bir kızdır.

Amelie banyoda 40 yıl öncesinden saklanmış küçük bir kutuya rastlar, kutunun sahibini bulur ve teslim eder. O an kendisini mükemmel bir uyumun parçası olarak hisseder. Başkaları için küçük mucizeler geliştirmeyi öğrenmiştir. Bundan böyle çevresindeki insanların yaşamlarını iyileştirmeye karar verir. Bu arada karşılaştığı Nino adlı bir adamdan çok hoşlanır. Başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi yalnızlığı için bir şey yapmadığını, yaşayacağı güzel şeyleri ertelediğini farkeder ve kendi yaşamını sorgulamaya başlar.

Film hızlı kurgusu ve zekice esprileri ile izleyiciyi ekrana bağlıyor. Bir yerden sonra her şeyi bırakıp kendinizi Yann Tiersen’in olağa üstü müzikleri eşliğinde filmin içinde bir yerlerde kaybedip, o dünyada yaşamayı istiyorsunuz. Yüzünüzü çirkinleştirene kadar tebessüm etmek istiyorsanız bu filmi mutlaka görmelisiniz. İzledikten sonra bir “sevgi kelebeği”ne dönüşme ihtimaliniz yüksek. Hayat çok güzel değil mi? Kuşlar, böcekler, çiçekler filan…

İnto the Wild (Yabana Doğru)

Sean Penn’in yönettiği ve Emile Hirsch, Vince Vaughn, Catherine Keener ile Kristen Stewart’ın oynadığı "Into The Wild", Jon Krakauer’in 1996 yılında yayınlanan ve Christopher McCandless’in yaşamını anlattığı aynı adlı kitabından uyarlanan bir film.

Christopher, iyi bir üniversiteden mezun olmuş, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Fakat aile, beklentiler ve alışkanlıklar gibi göbeğimizden bağlı olduğumuz pek çok etmeni kamp bıçağıyla kesip atıyor. Diplomasından, zenginliğinden, çok sevdiği kardeşinden ve çok sevdiği külüstür arabasından, o yasına kadar hayatında sahip olduğu jerseyden vazgeçip yollara düşüyor.

Eddie Wedder’ın muhteşem müziklerinin de etkisiyle film boyunca kendinizi farklı dünyalarda ve düşlerde buluyorsunuz. Christopher doğa ile bütünleşiyor ve gözünüzü alamayacağınız güzellikler film karelerini süslüyor. Bu gerçek öykü insanın arayışlarını, toplumun tuzaklarını, bireyin çıkmazlarını ve yaşadığımız hayatları bize sorgulatıyor. Bazen onun kendi ayakları üzerinde durma tezini desteklerken, bazen de yalnızlığın aksine insanlarla iletişimin bizi şekillendirdiği gerçeğiyle çürütüyor. Filmin sonunda defterine karaladığı bir cümle ise uzunca bir süre hafızalardan silinmiyor: “Mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir.”

Anlat İstanbul

Anlat İstanbul, İstanbul ortak paydasında kesişen beş hikâyeyi karşımıza çıkarıyor. Bu hikâyeleri masallara, insanları da kahramanlara dönüştürüyor. Her hikâyede, evrensel düzeyde tanınan beş Batı masalından (Fareli Köyün Kavalcısı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Külkedisi, Uyuyan Güzel ve Kırmızı Başlıklı Kız) esinleniliyor. Filmdeki 5 hikâyeyi 5 ayrı yönetmen çekmiş: Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Ömür Atay, Yücel Yolcu, Selim Demirdelen.  Fakat bunu filmi izlerken hissetmiyorsunuz, film tek bir yönetmenin elinden çıkmış gibi duruyor.

Anlatılan hikâyeler her ne kadar Taksim ve çevresinde geçse de, film Doğu-Batı tartışmalarından mafya dünyasının hayatın her alanına sinmişliğine, İstanbul'da yaşayan insanların belleksizliğinden Kürtçe problemine dek, İstanbul özelinden çıkıp Türkiye'ye genellenebilecek birçok soruna parmak basıyor.Filmin senaristi ve yönetmenlerinden olan Ümit Ünal’ın ifadesiyle: “"Batı diye Doğu diye bir ayrım olmadığını, insanın gerçek masalının dünyanın her yerinde aynı olduğunu"” yüzümüze vuruyor.

Anlat İstanbul, çocukluğu çoktan bitmiş ama ruhunun bir tarafı hala masallarda yaşayan "büyük"lerin mutlaka görmesi gereken bir film.

Iclal Turan

 

Paylaş

Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi

ABD'deki devlet okullarında Darwin'in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori. Gücünü de, Darwinizm'in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor.

Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin'in 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm'e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde "tasarlayıcı bir aklın" olduğunu savunuyorlar.

cdarwin.jpgBu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: "Akıllı Tasarım" (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD'de ateşli bir tartışmanın odak noktası. Bilim dünyasında Akıllı Tasarım'ı kabul edenlerin sayısı artarken, bazı eyatler de teoriyi ders kitaplarına Darwinizm'in alternatifi olarak koymayı tartışıyorlar.

Bu teori, 1990'lı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı tarafından ortaya atıldı. Teorinin ilk büyük çıkışı, Pennsylvania'daki Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe'nin "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı" adlı kitabı oldu. Behe, kitabında canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir "kara kutu" olduğunu, hücrenin detayları anlaşıldığında ise, burada çok kompleks bir "tasarım" bulunduğunun ortaya çıktığını anlatıyordu. Behe'ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkansızdı ve bu durum hücrenin "bilinçli bir şekilde tasarlandığını" gösteriyordu. Fransız felsefe profesörü Peter van Inwogen, bu kitabın önemini şöyle vurgulamaktaydı:

"Eğer Darwinistler bilimsel gerçeklerle dolu bu kitabı, önemsemeyerek, yanlış anlayarak veya ona gülüp geçerek karşılarlarsa, bu durum bugün Darwinizm'in bilimsel bir teori olmaktan çok bir ideoloji olduğu yönündeki gitgide yayılan şüpheler için önemli bir kanıt olacaktır."(1)

Darwinistler Behe'ye tatminkar bir cevap veremediler. Ve Akıllı Tasarım teorisi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı. Bugün bu hareketin önemli isimleri arasında California Berkeley Üniversitesi'nden Philip Johnson; MIT, Chicago, Princeton Üniversiteleri'nden Willam Dembski; doktorasını Cambridge'de yapmış olan Stephen C. Meyer; Chicago Üniversitesi'nden Paul Nelson gibi isimler yer alıyor. Seattle merkezli Discovery Institute adlı bilimsel enstitünün çatısı altında bilimsel çalışmalar yürüten gruba, internet üzerinden ulaşmak mümkün. (www.discovery.org)


İndirgenemez Komplekslik

Akıllı tasarım teorisini savunanların en çok vurgu yaptıkları kavramlardan biri, "indirgenemez komplekslik" (irreducible complexity).

Bu kavram, aslında Darwin tarafından ortaya konmuş bir "kıstas"a dayanıyor. Darwin, kendi teorisinin nasıl yanlışlanabileceğini Türlerin Kökeni'nde şöyle ifade etmişti:

"Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum."(2)

Darwin'in buradaki kastını iyi incelemek gerekiyor. Başta belirttiğimiz gibi, Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklıyor: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (yani mutasyonlar). Darwinist teoriye göre, bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiş durumda.

Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemler, nasıl olur da iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılabilir? İşte bu noktada Darwinizm'in başvurduğu kavram, "indirgenebilirlik" kavramı. Teori, sözkonusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebileceklerini ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia ediyor. Bu kademeler sayesinde, Darwinizm'in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip oluyor, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale geliyor.

Ancak Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu klasik hikayede çok önemli bir yanılgı olduğunu savunuyorlar. Dikkat edilirse, Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek "avantajlı" olmasını öngörüyor. A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekiyor. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği" varsayımına dayanıyor.

İşte Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demişti.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, işte bu noktayı vurguluyorlar ve 20. yüzyıl biliminin, Darwin zamanında yeterince bilinmeyen pek çok "indirgenemez kompleks" yapı ortaya çıkardığını belirtiyorlar.3 Michael Behe'nin kitabında indirgenemez kompleks sistemlere verdiği ilginç örneklerden biri, bakteri kamçısı.


Bakterinin Kamçısı

"Kamçı" olarak Türkçe'ye çevrilen "flagella" isimli organ, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır biliniyordu. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına döndü. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir "organik motor" ile çalıştığı ortaya çıktı.flagellum.jpg

Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).

Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile, sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.

Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi "yıkmak" için yeterli olduğunu savunmaktadır.(4) Çünkü kamçı hiç bir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiç bir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olması gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" modeli anlamsızlaşmaktadır.


Tasarım Nasıl Belirlenebilir?

Bakteri kamçısı kuşkusuz Akıll Tasarım savunucularının tek örneği değil. Behe kitabında daha pek çok "indirgenemez kompleks" yapının örneğini veriyor. Sadece Behe'nin kitabında değil, Akıllı Tasarım'ı savunan pek çok biyolog tarafından yayınlanan kitaplarda ve bilimsel makalelerde, evrimin "kör" mekanizmalarının açıklayamadığı kompleks tasarımlara dair sayısız örnek var: İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler (5), insanın diz ekleminin tasarımı(6) veya "tek yönlü ve daimi nefes akışı" sağlayan özgün kuş akciğeri (7) gibi.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu yapıların hiç birinin "doğal mekanizmalarla" oluşmuş olamayacağını, mutlaka bilinçli bir düzenlemenin ürünü olduğunu savunuyorlar. Peki bir yapının tasarım ürünü olduğu nasıl anlaşılıyor? William Dembski The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities (Dizayn Çıkarımı: Küçük Olasılıklar Yoluyla Şans Faktörünü Elimine Etmek) adlı kitabında bu soruyu cevaplıyor.(8)

Dembski'ye göre, doğada var olup da doğal faktörlerle ortaya çıkma olasılığı aşırı derecede küçük olan yapılar, bilinçli bir tasarımın bilimsel kanıtını oluşturuyor. Örneğin fonksiyonel bir protein molekülünün, doğadaki 20 farklı aminoasitin rastlantısal biraraya gelmesiyle oluşma ihtimali, matematikte "imkansız"ın başladığı nokta sayılan 10 üzeri 50'de 1'den bile çok çok daha (trilyarlar kere trilyarlarca kat) küçük. Bu durum, proteinin rastlantısal bir sürecin ürünü olmadığını, "tasarlanmış" bir yapı olduğunu gösteriyor.

Daha kolay anlaşılır bir örnek ise şöyle: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur? Doğal faktörlerin bu heykeli oluşturmuş olmaları ihtimali çok çok küçük olduğu (yani böyle bir alternatif "imkansız" olduğu) için, heykelin tasarlanmış olduğu sonucuna varırsınız. Akıllı Tasarım teorisyenleri, canlıların kompleks mekanizmalarının, bir ormanda bulunan heykelden çok daha açık birer "tasarım kanıtı" olduğunu savunuyorlar.


Bilim İçin Bir Dönüm Noktası

Kuşkusuz Akıllı Tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci?

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson'a göre, "herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir, ama önemli olan bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması."(9)

Akılı Tasarım teorisi, hem bilim dünyasını hem de toplumu derinden etkileyeceğe benziyor. William Dembski, teoriyi yeni bir bilimsel devrim olarak niteliyor. Nitekim son 10 yılda ABD'de büyük bir Akıllı Tasarım fırtınası esiyor. Teorinin Behe, Johnson, Dembski gibi öncüleri, ABD'nin saygın üniversitelerinde bilimsel konferanslarda söz alıyor, Darwinist bilim adamlarıyla tartışmalara katılıyor ve teorinin her geçen gün daha fazla yayılması için çalışıyorlar. Darwinistler ise, her ne kadar teoriyi çeşitli suçlama ve saldırılarla diskalifiye etmeye çalışsalar da, bunun 150 yıldır karşılaştıkları en ciddi bilimsel meydan okuma olduğunda birleşiyorlar.

Akılı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı "planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını" olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunması. Michael Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını, ancak zaten hiç bir bilimsel devrimin kolay gerçekleşmediğini belirtiyor:

"Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok."(10)

Bilim dünyası bu "şok"u kabullenecek mi, bunu zaman gösterecek.

Mustafa Akyol 

www.mustafaakyol.org


NOTLAR
1) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996
2) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
3) Ayrıca bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 199-220
4) Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 69-73
5) Stephen C. Meyer, "Word Games: DNA, Design and Intelligence", Signs of Intelligence, (ed. William Dembski James Kushiner), 2001, Brazos Press, ss. 102-117 
6) Stuart Burgess "Critical Characteristics and the Irreducible Knee Joint", 1999, http://www.trueorigin.org/knee.htm
7) Michael J. Denton,. Nature's Destiny. Free Press. New York. 1998, s. 361
8) William Dembski, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge University Press, 1998
9) Phillip Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, 2000, s. 23
10) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53

Doyumsuz bir ego, yetersiz gördüğü birinci tekil şahsı; geçmiş zamanlardaki öznelerle karşılaştırır ve yargılar.

Çünkü insanın başına gelen her kötü şey geçmişte yapılan yanlışların neticesidir.

Ve insanın başından gitmeyen her kötü şey ise geçmişte yapılan doğruların terkidir.

Oysa ne oldu ki ‘dün’ ?

‘Yarın’ın örnek alması veya ‘bugün’ün nefret etmesi gereken neler yaşandı bu kadar?

Ve her yeni ‘yarın’, ‘bugün’ olurken; neden dünün ‘bugün’ü aynı otun laciverdi?

 

Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık için uygun gıda, giyim, ev ve tıbbî bakım içeren yaşam standardına sahip olmaya hakkı vardır

Herkes bu beyanname de belirtilen hakları ve özgürlükleri gerçek kılan bir sosyal ve uluslar arası düzeni hak eder.

                                                                                                                                             (İHEB 25.,26. M.)

Buna karşılık:

İki milyar sekiz yüz milyon insan bir başka deyişle toplam insan nüfusunun yüzde kırk altısı Dünya Bankası’nın günde iki dolara tekabül eden yoksulluk sınırının altında ikin bir milyar iki yüz milyonu bahsettiğimiz sınırın yarısından daha azıyla yani Dünya Bankası’nın bilinen günlük bir dolarlık yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Sonuç:

Her yıl bu insanların on sekiz milyonu yoksulluğa bağlı sebeplerle çok erken yaşlarda ölüyor ve bu bir yıldaki toplam ölümlerin üçte biri. Her gün otuz dört bini beş yaş altı çocuklar olmak üzere elli bin insan yoksulluğa bağlı sebeplerden hayatını kaybediyor.

Zengin olanın her geçen gün aratarak zenginleştiği ve yoksullarında asgari yaşam standartlarını düşleyerek yaşamayı sürdürdüğü bir dünya işte! Ne denir ki? Yoksulla zenginin arasındaki uçurumun her geçen gün biraz daha derinleştiği, eşitsizliğin dudak uçuklatacak seviyelere geldiği şu durumda insanın deliye çeviren asıl durum ise insani açıdan devasa bu problemin ekonomik açıdan küçücük bir çözümünün olması. Verilere göre uluslar arası yoksulluk sınırını bir türlü aşamayan insanların bu sınırda elerline geçen toplam miktar, küresel hâsılanın yalnızca %0,9’u bu oran yüksek gelir ekonomilerinin toplam toplumsal hâsılalarının ise%1,1’ine tekabül ediyor. Milyonlarca insanın sıkışıp kaldığı, tek derdi payına düşen bilmem kaç sentle ki bu miktar bile Avrupalıların yarısı kadar ki ömrün de birkaç kez görebildiği ya da hiç göremediği ve hiç de ulaşamayacağı bir yaşam standardıdır. Bir som un ekmeğe bile tekabül edemeyen birazcık yiyecekle karnını doyurmak(ah pardon! Birkaç kuru lokma ile yaşam savaşı vermek diyecektim) %98,9’luk kısmıyla pastanın neredeyse tamamını ele geçirmiş bir dünyadan habersiz %1,1’lik bir dünya. 

Burada televizyon izlediğiniz ve sokağa her çıktığımızda göz göze geldiğimiz bayatlamış ekmekleri ertesi gün ağzına sürmeyen, akşam yemeğini beğenmeyip tenceresiyle çöpe gönderen aslında küçük bir ayrıntı yemek diye dertleri hiç edinmemiş onun yerine kafayı markalı elbiselere, ayakkabılara hatta arabalara takan. Yemek yeme anlayışı lüks mekânlardan ibaret, kafelerde kahve içerken amacı içmek değil de sağı solu olabildiğince kesmek ve mümkünde bu arada da birileri tarafından kesilmek olan, cadde cadde gezerek günlerini tüketen, marketlerde her rafa saldıran tüketim çılgını.

İnsanlardan bahsetmiyoruz bizim burada bahsettiğimiz insanlar:

Düşünmeyi, anlamayı, anlamlandırmayı, istemeyi, dilemeyi hatta düşlemeyi unutmuş, birileri tarafından tüm bunlar unutturulmuş, yaşamayı ömrü bir şekilde kabullenmiş, olabildiğince sömürülmüş, sindirilmiş, var olan bir parça yaşam gücünü başına bela olan açlıkla mücadeleye adamış on beşinde bir genç; ince sazlıklardan yapılmış, tavanı tenekeden on çocuğuyla birlikte yaşadığı tek odalı evinden sabahın ilk ışıklarıyla çıkıp üç kilometre uzaklıktaki kuyudan iki kova su almak ve bilmem kaç derece sıcaklıkta içine attığı hamurlar yüzünden kollarına sıçrayan kızgın yağa inat akşama çocuklarını doyurmak için çabalayan genç bir kadın ve kolaylıkla tedavi edilebilir olmasına rağmen tedavi edilmeyen çeşitli hastalıklarla boğuşmayı doğar doğmaz öğrenmiş yinede her şeye isyan edercesine gülümseyen ve tüm çocuklar kadar neşeli bir çocuk.

Bizim burada varlığından haberdar olmanızı istediğimiz insanlar kendi ülkelerinin hiçbir nimetinden yararlanamayan, ülkesindeki madenin varlığının farkına varmadan kendisinden ve tüm gelirinden yoksun bırakılmış, kendi zenginliği içinde fakirliği yaşayan, fakirlik yaşatılan, bulunduğu asgari yaşam standartlarında kafası devamlı olarak hayatta nasıl kalacağı ile meşgul ümitsiz derecede yoksul, global güç dengelerinin hep kurbanı olmuş, sömürünün faturasını ödeyen ve sadece yaşam savaşı veren insanlar…

                                                                                                                             

ULU HAKAN SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

Olsun bugün surûr ile pirâye kâinât

Dolsun bugün hubur-ı saadetle ses cihât

Zirâ bu günde verdi o sâh-ı melek-sıfât

Rûh-i futûh-i saltanata tâze bir hayât

Yâ Rabbi hasre dek yaşasın Padişahımız.

Bu satırlar Cumhuriyet'in ilk nesil aydınlarından Yahya Kemal'in daha sonraları dönemin popülaritesi olan Abdülhamid düşmanlığına kapılmadan önce, Sultan’ın tahta çıkısının 25. yıl dönümünde, 1902'de, kaleminden dökülen, daha sonraları örtbas etmeye çalışacağı methiyeden alıntıdır. Fakat bu satırların üzerinden henüz bir yıl sonra ve biz Sultan’ın baskısından dolayı ve Sultan aleyhinde özgürce yazılar yazmak uğruna Paris'e kaçtığını ifade eden Yahya Kemal'le karsılaşıyoruz. Babasız kalan bir gencin nedametleri gibi gec farkettigi bu yanlısın cerîhalarini ömründen yarim asır geçtikten sonra "Her Gece Benimsin" adli romanında sarmaya çalıştığını göreceğiz.

O Ulu Hakan ki anlaşılması, yarim asırlık bir sure zarfının geçmesini gerektirecek kadar esrarengizdi.

Peki kimdi Sultan II. Abdulhamid? Neden istemediler onu?

Sultan II. Abdulhamid usta bir marangozdu. Bos zamanlarında is tulumunu giyer ve atölyesinde kendini kaybeder; masa, sehpa, konsol vs. yapardı. Ayni zamanda Sultan’ın edebî ve kültürel yönü de göz kamaştırır. O bir polisiye roman tutkunuydu. 2 ile 5 bin arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı. Özellikle Canon Doyle'un Sherlock Holmes serisine olan merakını görüyoruz. Yatmadan önce bunlardan bir bolum okutarak dinler ve öyle uyurdu. Kendi sahsına özel olarak 505 roman çevirtmiştir.(1) Yabancı yazarlardan ayrıca Victor Hugo'ya hayranlığı vardı. Onun bu ilgisi dönemini de etkilemiş, öyle ki olduğu yıl Hugo'nun Türk basınında tavan yaptığı yıl olmuş ve olumunun üstüne edebiyatımızda ilk defa bir yabancı yazara yazılan iki tane mersiye yayımlanmıştır. Sultan Abdulhamid, bu dev yazarın olumunun üzerine ailesine çektiği taziye telgraf, 3 Haziran 1885'teki Tarik gazetesinde yayımlanmıştır.

Fotoğrafçılığa meraklı bir padişahtı o. Bu merakını fotoğraf ustalarına imparatorluk içinde çekilmesi gereken kurumları tespit ederek verdiği özel siparişten anlıyoruz. Onun bu fotoğraf koleksiyonunu bakin Yazar Mustafa Armağan nasıl yorumluyor: "Batmakta olan günesin gurup vakti kuyruğundaki bütün ihtişamı renk renk dünyaya göndermesi gibi bir duygu kaplıyor insani". ayrıca ABD Kongre Kitaplığı’na hediye ettiği 36 adet fotoğraf albümünü merak edenler 'http://lcweb2.lob.gov//PPP/ahiiabt.html' sitesinde bunlara ulaşabilirler.

Döneminin siyasî arenasına baktığımızda Sultan’ın siyasî dehasını hazmedemeyenler, karışıklık çıkarmak isteyenlerin varlığını her zaman olduğu gibi görüyoruz. Bunlarda biri de doğuda yeni bir Ermeni Devleti kurma girişimiyle ortalığı karıştırmak isteyen suikastçı Jorris'in suikast planıdır. Olay 21 Temmuz 1905'te Yıldız Camii'nde vuku buluyor. Sultan cuma selamlığına çıkmak üzere iken donemin Şeyhülislamı Cemaleddin Efendi'yle yaptığıayaküstü konumsa, avluya çıkısını bir anlık geciktirmiş ve Jorris'in kurduğu düzeneğin erken patlamasına yol açmış ve Padişah kil payı kurtulmuştur. Bunun üzerine dürüstlük ve vatanseverliği özellikler her fırsatta gözümüze sokulan sair Tevfik Fikret, Yıldız suikastının hedefine ulaşamayışına fazla içerlemiş ve yazdığı "Bir lahza-i teehhür" (Bir anlık gecikme) adli şiirinde suikastçı Jorris'i "sanlı avcı", kendi padişahini ise alçak ve zalim olarak göstermiştir.(2)

Sultan II.Abdulhamid, devrini gerek siyasî gerek idarî alanda çok büyük icraatlarla kapadı. Ve fiilen onunla beraber altı yüz yıllık bir tarih sona erdi. Onun yokluğunda oluşan iktidar boşluğunu daha sonraları zamanın Ittihadcilari dahi inkar etmek zorunda kalacaklardır. Onu "faşist, bağnaz" gibi yaftalara sokarak tartmaya çalışan, yabancı kaynaklarca bilenen bilinçler, meselenin ferasetini anlayamayacaklardır.

O son halife, son direnişçi, son imparatordu! O gerçek Çanakkale'mizdi. Baki aleme intikal etti ama arkasında büyük dersler çıkarılacak bir omur bıraktı bizlere. Ustan Necip Fazıl’ın Ulu Hakan II.Abdulhamid Han kitabında belirttiği gibi "Abdulhamid'i anlamak herzeyi anlamak olacaktır." Biz onu böyle yorumlarken bakin o bize ne soyluyor ve kurtuluşu nerede gösteriyor:

"Yatağından tasan bir nehre benziyoruz… Biz hiç de can çekişen bir millet değiliz. Canlı, kuvvetli bir milletiz. Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet, Islamiyettir."

Bizden selâm aylan Sultan Resâd'a

Kınalı beşikler kaldı kösede

Sultan Hamim gerek asker yabada

O da hal edildi devrana bakin.

Mekanı pür nur olsun…

 Agâh Çetinkaya

Dipnotlar:

(1) II. Abdulhamid'in çevirttiği polisiye romanlar, Müteferrika, Şayi:28, Kis2005-2, s.25-34 

(2) Bkz. Tevfik Fikret "Bir lahza-i teehhür"

 

Paylaş


     Agah Çetinkaya’nın Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler