Her yaşamın bir ölümü, her yazın bir sonbaharı ve her gündüzün bir gecesi süregelmiştir.

Benim bir hikayem vardı.

Bu hikaye bitmeyecek, hikayenin geçtiği okul sona ermeyecek ve hikayeyi oluşturan özneler hiçbir yere gitmeyecekti.

Ne hokkadaki mürekkep kuruyacak ne de boynumuzdaki mavi kravat bir daha kullanılmamak üzere dolabın kuytu köşelerine atılacaktı.

Fakat zamanı hesaba katmamışım…

insan hayatı eğer iki karanlık arasındaki bir şimşekten ibaretse ve yokluktan gelip yokluğa gidiyorsa; yaşamdan daha asılsız,alakasız ve anlamsız bir şey yoktur.

Aynı element orjinine sahip kömür ve elmasın farklı nitelikler taşıması gibi, insan ırkının da değerlendirilip derecelendirilmesi gerekir; tedric edilmeksizin çürümesi değil.

Eğer her şeyin bir yaratıcısı varsa, O, yarattıklarını boşuna ve başıboş yaratmamış; devamsız, muvakkat ve mütegayyir bir siluete terk etmemiştir.

SANATIN KISMETLİ OLMASI GEREK!

Asıl adı Süleyman Taylan olan Adil Kaptan 1954 de İstanbul’da doğmuş. Çeşitli sebeplerle iki oğluyla beraber Datça’ya taşınmış. Son bir senedir Datça’da yaşıyor, kurduğu atölyesinde resim dersleri veriyor, midye kabuklarından heykelcikler satıyor. Ben de kendisiyle Datça’nın Palamutbükü koyunda, kendisinin ve oğullarının yaptığı midye kabuklarından heykelcikleri satarken tanıştım. Özellikle, standa göz gezdiren sonra geçip giden müşterilerine iki dakika içinde anlattıklarıyla ilgimi çekti. Kendisinin söylediğine göre müşteri bir şeyler dinlemek istermiş, müşterileriyle Ergenekon’u konuştuğu bile olmuş. Hatta başından şöyle de bir olay geçmiş: Bir gün Kaptan’ın standına Selami Şahin bakmış, almak istediklerini söylemiş. Sanatçının eşi ise “Ben bu gereksiz şeyleri hayatta eve sokmam!” demiş. Adil Kaptan ise “O sizi eve sokmuş ya!” diye cevap vermiş.

Adil Kaptan’a kendisiyle Datça ve sanatıyla ilgili bir mülakat yapmak istediğimi söylediğimde “Ben sana ne anlatayım. Burada herkes ensest ilişkiye girmiş gibi birbirleriyle akraba. Kimse hakkında laf da edemezsin!” dedi. Ancak beni kırmadı ve keyifli sohbetini Fikir Adası’yla paylaştı. Ben bir sorduysam o bin anlattı. Adil Kaptan’la sanatı, sanata bakışı, sanatçı olmanın ‘normal insan’ olmaktan farkı, Türk toplumunun sanata bakışı ve sanatı lüks ögesi olmaktan çıkarmanın, sanatı ‘kısmetli’ yapmanın yolları ve daha pek çok şey bu mülakatta.

 

 Adil Kaptan kimdir?

 Adil Kaptan 2000 senesinde ressam  olmaya karar vermiş birisidir.İstanbul’dan Datça’ya göç ettim. Datça’da bir resim atölyesi kurdum. İki oğlumla birlikte hem el sanatları hem resim yapıyorum. 

Yıllardır yaşadığınız İstanbul’dan neden göç ettiniz?

İstanbul’da ailemden kimse kalmadı. Hepsi ölmüştü. Ablam, abim, annem… Arka arkaya… En sonunda köpeğim Çıtır öldü. Biz de İstanbul’u terk edip, Datça’ya karar verdik. Küçük oğlum öyle istedi. Motosikletle çıktık, Fethiye, Köyceğiz, Marmaris, Söğüşbelen… dolaştık. Beğenmedi hiçbirini. En sonunda Datça’yı gördü, beğendi. Baba yerleşelim buraya, dedi; biz de yerleştik. Oğlum beğenisi zor bir insandır. O beğendi ben de yerleştim. Sonra suçlama olur. Eğer ben “Datça’ya yerleşelim” deseydim, onlar da burada hayatlarını kuramasalardı “bizi buraya neden sürükledin diye suçlayacaklardı. Onlar nerdeyse ben de ordayım.

İnsanların emekli olunca balıkçı kasabasına yerleşme gibi hayalleri vardır ya siz de hasbelkader de olsa elde ettiğiniz bu şeyden memnun musunuz?

Yok ben öyle hayallerle gelmedim zaten. Buraların yolu yordamı olmadığı vakit motosikletle geldim ben buralara. Yol yok. İki arabanın yan yana geçmesine imkân yok. Bu kısacık 27-30dk.da gittiğin yol iki buçuk saatte bitmiyor. Ama nasıldı biliyor musun? Buralar o kadar güzeldi ki. Yerler toprak… Her tarafta bina yok. Küçük şirin taşevler… Denize oltayı atıyorsun balık kütür kütür… Zıpkınla avlanıyorsun. Bir tane güzel balık vuruyorsun, ızgara yapıyorsun. Karnın doyuruyor. Onun için benim bu bitmiş yerlere yerleşmek diye bir hayalim olamaz! Ama n’olur; İstanbul’un kargaşasından insan bıkmıştır. Kendimi atayım sakin bir yere, bir evim olsun der. Yaşlanmıştır artık. Bitmiştir. Ben hayatımı yaşlanmayı bekleyerek geçirmedim.

İstanbul gibi büyük bir yerde sanat yapmakla, Datça gibi küçük bir yerde sanat yapmanın farkı ne?

Datça’da sanat yapmıyorsun ki kendini oyalıyorsun! Yani sanat her yerde sanattır, yine sanatını yapıyorsun da bir şey bekleyerek yapmıyorsun. Çünkü sanata önem veren kimseyi göremedim. Ne belediye başkanı, ne şu ne bu… Herkes kendine ait bir dünya kurmuş, içlerine kimseyi sokmuyorlar. Ben ressamım. “Oo kaptan sen de mi ressamsın?” deyip “Gel bi’ dostluk kuralım, tartışalım, sanattan konuşalım” falan diyen yok yani.

Hatta benim atölyeme geliyorlar, resimlerime bakıyorlar, kendilerini tanıtmadan çıkıp gidiyorlar. Ben Ahmet, diyor mesela. Ben Ressam Ahmet diyen yok. Sorular soruyor, akademili misin alaylı mısın? Ya sana ne, neliysem neliyim. Ben resim yapıyorum, yaptıklarım da duvarda.

Peki ben sorabilir miyim; akademili misiniz, alaylı mısınız?

Alaylıyım. Fındıklı Güzel Sanatlar Akademisi’nde 4 yıl misafir öğrenci olarak çalışmalara gittim. Orda öğrendiklerimi evimde çalıştım. Kitaplar aldım.

Ben aslında serüvenci bir herifim. Kampçıyım. Motosikletçiyim. Gezmeyi severim. Görmeyi incelemeyi severim. Aslında Motor Teknik Lisesi mezunuyum. Ona da motorcu olmak için gitmedim. Motosikletle dünyayı gezecektim, yolda kalırsam motoru nasıl tamir ederim diye düşündüm. Hem lise okuyacak hem motoru öğrenecektim. Yoksa motorculuk falan yapmadım. Şimdi her şeyi kendim tamir edebiliyorum.

Üniversite için de bir sene Bilgi dershanesine gittim. Akademiye hazırlandığım vakit, 75-76 yıllarından bahsediyorum, arkadaşım İsmail’i anarşi yüzünden vurdular. Şişli’de iki arkadaşız, siyasi bilimlerin önünde çapraz ateş arasında kaldık. Turgut ayağından vuruldu. Dedim okumak buysa, ressam olmak buysa ben bunu dışardan da yaparım! Ne anarşist olurum, ne sağcı ne solcu… Ama ben ressam olurum! Şimdiki durum olmuş olsa ben akademinin ilahını okurdum. Masterını,şusunu busunu da dibine kadar yapardım.

Burada midye kabuklarından heykelcikler yapıp satıyorsunuz. Tabelanıza da şöyle yazmışsınız: Midye Kabukları ve Sanat. Sanat ve doğa ilişkisi nasıldır sizce? Sanat doğanın neresindedir?

Sanat doğanın içindedir. Doğa ise başlı başına bir sanattır. Yani küçücük bir hayvan bile müthiş bir heykeltıraştır. Kabuğunu biz taklit edemeyiz ki onun. Onun üzerindeki dokuları,  desenleri, lekeleri… Bir ressamın yapmasına olanak yok ki.

Peki ressam ne yapar?

Ressam tabiatın içinde kendi gözüyle gördüklerini çıkartıp resmeder. İçinde, kalbinde, gözünde görmek istediklerini resmeder. Yoksa ressam birebir ağaç, eşek, at yapmaz. Ben bunu pek resim olarak görmüyorum. Bunlar sadece hobi olarak yapılan şeyler.

Yani: ağaç. Ağaç zaten ağaçtır!

Siz daha çok nasıl çalışıyorsunuz?

Benim akademide gördüklerim reprodüksiyon çalışmalardı, kopyalardı. Onları yapıyorlardı öğrenciler, ben de geldim onları yaptım. Onun dışında birebir, realist resimler bana bir şey vermiyor. Senin birebir resmini, portreni, nünü yapmak beni pek tatmin etmiyor. Onun yerine, senin içinde, senin vücudunun çizgileri içinde bir şeyler yapmak, hareket resmi yapmak… Vücudun vücut olabilir ama onun içinde de bir sürü şey olmalı. Öte yandan, realistliği bitirmeden soyuta geçemezsin tabii.

Mesela benim atölyemde bana bir arkadaşım poz verdi, iri göğüslü biri. Şöyle yaptı. (Burada Adil Kaptan iki elini başının üstünde birleştiriyor. Geriniyor, yüzünün yana çevirip göğsünü dışarı çıkarıyor, pozu gösteriyor.)

Kocaman da göğüsleri var. Dedi benim resmimi yap. Bir gün benim atölyeme gelirseniz o resmi göreceksiniz. Yaptım bitirdim resmini. Bir baktı: “Bu ne yaa!Püü sana Kaptan, ben de bir şey yapıyorsun zannettim.” dedi. Şimdi ben kocaman göğüsler, uçlarına nazar boncukları yaptım. Göğsünün üstüne ve gövdeye atmosferik olayları yaptım. Bacaklarda fırtınalar, dalgalar… Ben orda şunu anlattım:Kadın deniz gibidir; bazen limanlık,bazen fırtınalı. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz! Arzu’nun birebir fotoğrafını yapmanın anlamı yoktu ki orda!


Neden sanat adamları biraz kafadan çatlaktır ya da bize öyle görünürler? Şöyle ifade etmek gerekirse, deliler mi sanatçı olur; sanatçı olunca mı delirirler?

Delilik başka kavram, sanatçı başka kavram, uçukluk başka kavram… Kimisi kendini uçuk gösterir. “Ben sanatçıyım, ben şuyum, ben buyum… İşte ben böyle yaptım” Yaptığı şey bir şeye benzemez. “Ben bunu böyle yorumladım.” Hayır sen onu öyle yorumlamadın, o kadarını yapabildin. Uğraşsaydın daha güzelini yapabilirdin. İnsanlara güzel şeyler vermek gerekiyor. Ben birileri için sanat yapmıyorum ama ben öldükten sonra onlar birilerine kalacak. Geride güzel bir şeyler bırakmak gerekiyor.

Normal insanlar bakar geçerler. Sanatçı görür geçer. Şu ağaca bakarsın, elli kere bakarsın, hiç anlamazsın. Ağaçtır işte o. O ağaca anatomisini görerek bakıyorsan eğer, dokularını, dalların şeklini, ağacın duruşunu görüyorsan sanatçısın. Yolda üç dört tane çam var. Onların özel olarak resimlerini çekeceğim, soyut olarak yapacağım. Çok karakteristikler. Dalları malları müthiş. Kim budamışsa onları zamanında çok güzel budamış. 

Resim yapan herkes ressamdır; ancak sanat yönü tartışılır. Sanat yönünü ortaya koymak lazım. Ne yaptığını, ne düşündüğünü resmin içinde anlatabilmeli. “Ben bunu yaptım, ben buyum!” demek kaytarmak, yan çizmektir.

Sanatçıların hayatlarında çok inişler çıkışlar olur.

Var tabii. Sanatçı zor yaşar.

Hep böyle midir? Neden böyledir?

Normal vatandaş normal vatandaştır. Memur olur, iş adamı olur, iş kadını olur. Normal olmayan, hayata başka bakan insan sanatçı olur. Sesin güzeldir müziği seçersin; görüşlerin, el becerin vardır, resmi, heykeli seçersin. Ama o zaman normal insanlar seni normal olarak görmüyor. Senin midye dolma diye yediğin, üzerine basıp kırdığın bir midye kabuğunu ben yelkenli, kaptan köşklü, kamaralı, davlumbazlı bir gemi haline getiriyorsam benim görüşlerim başkadır.

Ama bu farklı bakışlar her zaman para getirmiyor sanırım.

Ekmek yemek için, para kaygısıyla sanat yapamazsın zaten. O yanlış. Ama yaptığın işten de para kazanman gerekiyor. Ya da başka, güzel bir işin olması lazım ki sanatı desteklemen gerekiyor. Resim işi para işi. Heykel işi hepten para işi. Heykel işi çok güzel ama bizim halkımız… Yahu kırıyor ya. Üzerine grafiti yazılar yazıyor. Heykelin güzel yerlerini olumsuz şekillere getirerek abuk sabuk, müstehcen görüntüler çıkarıyor o heykelden. Sanata değer yok, hiçbir şeye değer yok.

Ben su kontrplağı üzerine çalışıyorum. Arkasını izole ediyorum. Önünü çok iyi kapladığım için herhangi bir problem yok. 300 yıl sonrasına kadar gider… Ama kalıcı bir eser bırakmak için yaptığın malzemenin ana temasını yani şosesini kuvvetli yapmak gerekiyor.Yani heykel de yapsan resim de yapsan onun da kısmetli olması gerekiyor! İyi ellerin eline geçmesi gerekiyor. Rodin’in heykelini sen Türkiye’ye getir; kafasını kırarlar, parmaklarına oje sürerler…

Sanatçılar zorluklarla karşılaşırlar, para kazanamazlar hatta toplumdan dışlanırlar; neden inatla sanat yapmaya devam ederler?

Sanat insanın ruhunda vardır. Sanatı icra ettiğin zamanlar para kazanacağın zamanı yiyorsun. Eğer sen herkesin çalıştığı mesai saatlerinde resim yaparsan aç kalırsın tabii, eğer herhangi bir yerden gelirin yoksa, ailen köşe değilse! Ya genetik zengin olacaksın: Ben resim yapacağım kardeşim, ağzımda pipo; kafamda yan bir şapka, göstermelik bir de keçi sakal… Al sana, işte ben ressamım. Bu kadar basit değil işte. Sanat özveri istiyor.

Ben para kaygısıyla resim yapmadım ama aç kaldım. Hele bir gün öyle aç kaldım ki aklın hayalin durur. Atölyedeki ekmeğe güvendim ama o da küflenmiş, alçak. Kabuklarını soydum, ince ince kestim. Kızarttım, yağ sürdüm. Peynir yok. Tuz attım. Ama çayım vardı, şekerim vardı, pipo tütünüm vardı. İyiydim yani o yönden. Dedim Allah’ım sen bana küflü ekmek yedirdin başka birine, başka bir sanatçıya bunu yapma! Sen bana bu yeteneği vermişsen eğer beni aç bırakma hakkın yok. O zaman beni niye tüccar zihniyetinde yaratmadın? Niye Kayserili yapmadın beni de İstanbullu yaptın? Beyin yönlendirir insanları. Bana verdiğin beyin ne tarafa gidiyorsa ben o tarafa giderim.

              

Bence ülkemizde sanat insanlara lüks gibi geliyor. Mesela diyorsunuz ki bir tablo 4 bin, 5 bin lira… Adam 4 bin lira bulsa zaten karnını doyuracak, borcunu ödeyecek de çocuğunu okutacak…

Evet, insanın resme ayıracak bir parasının olması lazım.

“Ben resmi seviyorum ve tablo satın almayı seviyorum. Ya da kenarda köşede kalmış sanatçıların tablolarını alarak ileriye yönelik koleksiyon yapma amaçlı resim toplamayı seviyorum.” diyebilmek lazım. Sakıp Sabancı’nın zemin katında resimlerin senelerce saklanabilmesi için ortam yaratılmış. Bilmem kaç santigrat sıcaklık, bilmem ne ışınlarıyla resimlerin bozulmamasını sağlamak, saklanış şekli… Resim böyle saklanır! Ben geçim kaygısı olan bir insanın resimle, sanatla bilmem neyle uğraşıp da… Ayağımda pantolon yok oraya bir resim koyayım… Yok öyle bir şey. Gider en ucuz manzara resmini alır, Çin malı. Çin’de ne yapılıyor şimdi? Renkli fotokopi olarak resim kumaşa basılıyor. O ufak adamlar oturmuşlar yan yana 50 kişi 60 kişi fabrika kurmuşlar! Onların üzerine aynı renkte boyaları kabartma olarak sürüyorlar. Yoksa sen Rambraund’ın tablosunu 25liraya nasıl alırsın? Bir de keten yağı bilmem ne parfümü beze emdiriliyor. Al kokladığın vakit, yağlı boya…

Peki sanatı lüks ögesi olmaktan çıkarmanın başka bir yolu var mı?

Var. Çocuğun mu oldu, sanata yönlendir ama yanında işi olsun. Mesleği olsun ama resim, müzik kurslarına yolla. Bilgisayarın başında arkadaşlarıyla on parmak chat yapacağına “eh, ih, ıh” gibi abuk sabuk laflarla o çocuk bir sanata yönelsin. Mesela kitap okumayan bir ailenin çocuğu normalde pek okumaz. Ailede okumayı görecek çocuk. Anne-baba gazete, kitap okuyacak; çocukların önüne çaktırmadan onların seveceği resimli kitaplardan koyacaklar, evi kirletmeyen kuru boyalı kalemler, boyama kitapları koyacaklar… Ki çocuk bir şeyleri alsın senden.

O zaman kitap okuyanlar ya da sanatı sevenler azınlıkta kalmamış olur.

Tabii, kesinlikle.

Ege ve Akdeniz’i motosikletle sayısız kez gezdiğinizi söylemiştiniz. Bu işin en güzel tarafı nedir?

Ben 70li yıllardan beri en güzel yerleri geziyorum. Sizler bitmiş doğayı geziyorsunuz; ben bakir doğayı gezdim. Keşke o zamanlar bir fotoğraf makinem olmuş olsaydı. Keşke o bakirliklerin elimde dokümanları olsaydı.

Sizi takip edebileceğimiz bir web sitesi var mı?

Yok. Bana bir web sitesi açtı Ahmet “nü ressam” diye. O siteyi kapatana kadar neler çektim! Ama şaka yapmış. Ulan şaka yapılır mı? Bir buçuk ay içinde 3800 kişi ziyaret etti. Natürmort ressam, peyzaj ressam, nü ressam… Olur mu öyle bir şey ya!

 

Burcu Yasar

 

Paylaş


     Burcu Yaşar'ın Eski Yazıları

GÜZEL İZMİR

Rüzgârın bana doğru esmesiyle kirli, kötü kokulu hava dalgasının burnuma vurması bir oldu. “Acaba çevremde kedi ölüsü filan mı var?” diye düşünerek çevreme bakınırken sinir hücrelerimin beynime ilettiği bilgi değerlendirildi sanırım, kendi kendime cevap vermem uzun sürmedi:

“İzmir’deyim!”

Reklam panolarında, tanıtım afişlerinde, turizm broşürlerinde güzel İzmir diye nitelendirilen şehirdeydim. İzmir yolundayken İzmir’ e geliyor olduğumu fark etmemiştim. Manisa’dan sonra önümde duran koca şehrin İzmir olduğunu hissetmemiştim. Konak’ta, çimenlere yayılmış dinlenen insanları, deniz kıyısında oturmuş her yaştan insanın her türlü falına bakan, her gördükleri sevgiliye gül satmaya çalışan Çingeneleri gördüğümde de fark etmemiştim. Kemeraltı’nda “kot lazım mı abla?” diyerek üzerime atlayan satıcılar bile yeterli olmamıştı İzmir’de olduğumu anlamama.

İzmir’de olduğumu bana burnuma gelen kötü kokular anlattı. Güzel İzmir’in sıfatına leke süren kokunun sebebi mi neydi? Körfez kirliliği. Evet, şehrin güzelliğinin önemli bir kısmını oluşturan körfez, son birkaç on yıldır İzmir insanının elindeki hazineyi kullanamamasını temsil eden bir olgu haline gelmiştir. Yetersiz altyapı, kanalizasyon sularının denize verilmesi, sanayileşmeyle birlikte denize salınan kaçak sanayi atıklarının denetlenmemesi, dere yataklarının çamur ve pisliği körfeze taşıması ve iç körfezle dış körfez arasında sirkülasyon olmaması martılara simit atarken bir yandan burnumuzu tıkamamızı gerektiriyor. Şöyle bir ayaklarımızı uzatıp suyun serinliğini hissedemiyoruz. Şehrin iç kısımlarında bile evimizi havalandırmak için açtığımızda dışarıdan pis koku dolduğunu bildiğimizden, pencereler kapalı yaşıyoruz.

Buna dayanmak ne mümkün! Belediye çalışmalara 1969 yılında başlamış bu konuyla ilgili İZSU’nun resmi web sitesine göre. Bu çalışmalara İzmir Büyük Kanal Projesi denmiş.  Bu proje kapsamında Türkiye’de tek, dünyada 3. Büyük biyolojik arıtma tesisi kurulmuş. Bu tesiste dört tane pompa var. Pompalarla deniz suyu vakumlanıyor, arıtılarak geri bırakılıyor.

Gediz’de de ıslah çalışmaları yapılıyor. Derenin dibi kireçlenerek çamur kısımla suyun karışması engelleniyor. Ancak havalar bozup da yağmurlar başlayınca kireç akıp gidiyor ve koku geri gelip, hiç gitmemiş gibi burunlara tekrar yerleşiyor.

Peki ya altyapı, kanalizasyon? Gözlemlediğim kadarıyla koskoca büyükşehirden bahsetmemize rağmen altyapı yetersiz. O kadar yetersiz ki her yağmur mevsiminde ana haberlerde eshotların (belediye otobüsleri) yağmura doyduklarını, su üstünde tekerlekleriyle ilerlemeye çalışan birer havuza döndüklerini dinleyebiliriz. Hatta sosyal paylaşım ağlarında bunun üzerine videolar paylaşıp, espriler de yapabiliriz. Şehrin bu konudaki yetersizliği üzerine dikkat çekici bir çalışmaya rastlamadım. Ancak körfezi deniz kültürümüze dâhil etmek adına biran önce çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum.

2000’li yıllara gelindiğinde hala halk denize girip bir serinlemek için uzun bir yol kat etmek zorunda. Alsancak’ta yazın serin, sulu şakalar yapmak adına “ hadi bakalım kankamı bi suya batırıp çıkarayım.” fiiline mazhar olamayan gençler isyan ediyor.

En son çıkan haberlerden birinde deniz dibindeki alüvyonların Haliç’te yapıldığı gibi gemilerle toplanacağı yazıyor. Bunun için Hollanda’dan vakumlu gemi getirilecek, tabi ön araştırmalar sonunda buna karar verilirse. Bu da demek oluyor ki bu iş için dökülen paraların henüz sonu gelmedi. Belki de paraları harcamak yerine suyu temizlemek için sünger misali kullansaydık daha etkin olurdu.

Türk 9 Eylül günü İzmir’ i temizlerken büyük bir iş başarmış da kendi pisliğini temizlemekte neden böyle sıkıntılar yaşıyor diye sormak geliyor içimden. Aslına bakılırsa gösteriş adına İzmir’ e ilgi varmış gibi hissettiriyorlar sanki. Halk da yerel yönetimlere -birçok konuda sınıfta kaldığı halde- bu konuda baskı yapmıyor. Bunu sadece körfez kirliliği ve bundan kaynaklı kokuya bağlı olarak da söylemiyorum. Büyük bir kesim “Aziz Başkan senin için sek arsenik içerim. Seni yedirmem.” pankartının arkasında durarak bağnazlık diye nitelendirebileceğimiz davranışı sergilemeye devam ediyor. Tabi bunu başka bir yazıda kapsamlı olarak eleştirmek gerekiyor.

Bu kötü koku meselesine dönecek olursak, Şafak’ın Bonbon Palas’a kurguladığı gibi sebebi, nerden geldiği bilinmez bir kokudan bahsetmiyoruz. Kokunun sebebinin temizlenmesi Madam Teyze’lerin ölmesine de sebep açmayacak, aksine insanlar daha huzurlu olacak. Bunun için gerekli mercilerin artık gerçek anlamda ‘7 numara:ben’ karakterini kullanarak sorumluluğu üstlenmesi ve maksimum düzeyde faal olması gerekiyor.

Hafızamın İzmir karşısına kodladığı kötü koku tanımını silecek yeni bir literatür oluşturmak istiyorum zihnimde. Körfez şehir yaşamının bir parçası olsun, kıyı şehrinde olduğumuzu serin meltemlerden burnumuzu çevirmeden hissedelim. Üstümüzdeki kıyafetlerle anlık dürtülerimize boyun eğip suya atlayalım. Camlarımız hep açık kalsın, İzmir’ dışarıda tutmayalım.

İzmir hak ettiği “güzel İzmir” tanımı hakkıyla taşısın, kokusuyla yerlerde süründürmesin.

Hilal Yaslı

 

Dipnotlar:                                                                                                                            

1-       http://www.izsu.gov.tr/standartPage.aspx?id=172

2-       http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&KategoriID=7&ArticleID=1129705

3-       http://web.deu.edu.tr/atiksu/ana58/brand003.html

4-       http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1018373&Date=21.09.2010&CategoryID=85

5-       http://www.haberturk.net/yazarlar/510030-izmire-bu-ilgisizlik-niye

6-       http://www.milliyet.com.tr/sek-arsenik-icerim/guneri-civaoglu/siyaset/yazardetay/04.04.2009/1079211/default.htm

 

Paylaş


     Hilal Yaşlı'nın Eski Yazıları

BELÇİKA’DA BIR TÜRK RENGİ: TURKUAZ

Başka bir milletten olan sevgilinizin annesi sırf Türk olduğunuz için size klasik müzik konseri görmemiş, dinlememiş muamelesi yapsaydı tepkiniz ne  olurdu?

 a)    Utanır, sıkılır, bir şey diyemezdim.

b)    Hayır efendim, hic öyle olur mu?” der Türk batı müziğinden uzun uzun bahsederdim.

c)    Gitmem gerek, kuvatta kurban keseceğim, der oradan uzaklaşırdım.

Eğer cevabınız C ise bu filmi seveceksiniz. Çünkü babasının ölümüyle sarsılan, iki kardeşiyle Belçika’daki hayatlarını tekrar düzenlemeye çalışan, babasının gercekleştiremediği bandoya girme hayalini bandoda trompet çalarak gercekleştirmek isteyen Timur’un, Sarah’nın annesine cevabı bu.

Bana kalırsa bu tepki, kaderinde hep bir şeyleri açıklama, kanıtlama zorunluluğu olan insanın yorgunluğunun, “cahilsen oyle kal” düşüncesinin neden olduğu bir tepki.

Belçikalı anne ve Timur’un olumsuz tutumları sonucu işler yolunda gitmeyince filmi beraber izlediğim Belçikalı yavaşca elimi sıkıyor.

Türk’üm diye bu duruma alınacağımı, kızacağımı düşünmüş olmalı, destek çıkmak istiyor. Timur’un ağabeyinden “Belçikalı gavur kıza” karşı dahada sert bir tepki gelince “Ooo hoşgörüsüzlük karşılıklıymış. İyi bari.” anlamında bir şeyler söylüyor.

Ben ne ilk tepkiye alınıyorum; ne de ikinci tepkiye şaşırıyorum. Çünkü annenin tepkisinin “bilinmeyene,kulaktan duyma yargılara”  duyulan korkudan; ağabeyin tepkisininse “kendi öğretilerinin dışına çıkma, kendi benliğini yitirme” korkusundan ileri geldiğini anlıyorum.

Belçikalı-Türk yönetmen Kadir Balcı’nin ilk filmi Turkuaz (Turquoise) şimdiye kadar hep kurutulmuş, son yıllarda turizm ve sosyal yollarla yeşertilen Belçika-Belçika Türkü ilişkisini iki aşık üzerinden anlatan, iki tarafın da kendinden bir şeyler bulabileceği bir film.

Gurbeti yakından tanıyanlara şiddetle tavsiye edilir.

 Burcu Yasar

 

Paylaş


     Burcu Yaşar'ın Eski Yazıları

 

TUHAFLIKLAR

İlginç, 

İnsan eğer ki; 10 lira sadaka verecek olsa bu miktarı çok bulur; ama 10 lira ile mağazadan bir şey almaya gitse alacak hiçbir şey bulamaz... 

İlginç, 

İnsan 10 dk. huzurevindeki yaşlıları ziyaret edecek olsa bu zamanı çok bulur; ama bir film veya maç olsa bir buçuk saatlik zaman onun için hemen geçiverir... 

İlginç,

Bir futbol maçının uzaması insanın hoşuna gider; ama bir ibadet süresinin birkaç dk. uzaması hiç de hoşuna gitmez... 

İlginç, 

İnsan duyduğu dedikoduya hemen inanır ve kabullenir; ama kesin doğru olduğunu bildiği bir şeyi inat ederek hemen kabullenmez... 

İlginç,

İnsan çocuk barınma yuvalarını ziyaret ederek vakit geçirecek olsa onun için zaman geçmek bilmez; ama televizyona bakarken zaman onun için çabucak geçer... 

İlginç, 

İnsana ciddi bir sağlık metnini veya uzunca bir duayı, anlamını okumak zor gelir; ama bir romanı okumak onun için kolaydır... 

İlginç,

İnsan bir konserin ilk sıralarda olmak için çaba sarf eder; ama ibadet için son sıralarda olmak için çaba harcar. 

İlginç, 

İnsan ajandasında bir eş-dosta ve akraba toplantılarını öteler; ancak akçeli ve dünyalık işler için çok zaman bulur. 

İlginç,

İnsan cennete gitmeyi ister; ama onu hep hazır bekler... 

İlginç,

İnsan her gün birilerinin ölüm haberini alır; ama yine de kendisine bunu hiç kondurmaz... 

İlginç, 

 

İnsan her gün, birden çürüyecek vücudunu daha formda tutmak için yediklerine dikkat eder, cildine bakim yaptırır; ama asla çürümeyecek olan ruhu ve kurtuluşu için hiç dikkat etmez... 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler