İki Mezarlı Ölü

Osman Kibar tarafından yazıldı. Aktif .

İKİ MEZARLI ÖLÜ

-Mîrim, duydunuz mu, İzzet Hulûsî Bey de tevkîf edilmiş.

-Evet, haberimiz oldu. Allah yardımcısı olsun.

-Olsun da Mustâ Efendi, bu işin sonu...

-Kader dostum, kader... Tevekkülden başka silahımız yok.

-Tevekkül ne zamandan beri silah oldu?

-Biz tevekkül diyeliden beri.

-!

Mustâ Kâzım Efendi, kendi gibi yaşlı, güngörmüş, âlim bir zât olan dostunun hayretiyle ilgilenmedi. Bazı insanlar mutlak bitiş sonrası bile, umutsuz bir çâre arayışına girerdi. Memduh İhsan da bunlardandı. Belki de kabullenemiyor, hâlâ izlenecek yol, yapılabilecek bir şeyler olduğuna inanıyordu; inanmak istiyordu. Kendini ilme adamış, münevver ve hassas birisiydi. Kendinden ve kendine yapılacaklardan çok, olan ve olacaklarla ilgiliydi. Daha ne ve neler olabilecekse... Mustâ Kâzım Efendi, bir ân ona benzemeyi istedi.

İşte, kaç gün oluyor, İstanbul kanlı cendereye dönmüş, malzemesi insan olan bir yumağı sıktıkça sıkıyordu. İfâde diye çağırılanlardan bir daha haber alınamıyor, mahkemeye çıkanların boynuna hürriyet kordelası bağlanıyordu. Daha tetik duranlar kaçıp saklanmış, izlerini kaybettirmişti. Küçük mahalle câmisi dışında cenâze namazına yasak getirilmiş, uzak akrabalar bile mezarlığa sokulmuyordu. Cuma kılmaya yeter cemaât bulunamıyordu. Bazı kafalarla birlikte maaşlar da kesilmişti. Çoğu müderris yaklaşan ramazanda fırınlarda gececi hamurkâr olarak iş bakıyordu. Çoluk çocuk akraba evlerinde sığıntıydı. Bunlar yetmezmiş gibi, adı şimdiden karaya çıkmış bir kış adım adım yaklaşıyordu. Kimse mangal üfürmenin kaça patlayacağını kestiremiyordu; belki de hiç tütmeyecekti. Ocaklar söndükten âr, hayâ ve şeref pây-i mâl olduktan sonra bir iki mangalın hesabı yapılmazdı. Herkes sıranın ne zaman kendine geleceğini bekliyordu. Bu menfur bekleyiş fazla gecikmiyor, bir sabaha karşı kapılar dipçik darbeleriyle sarsılıyordu.

Sabır, ne zamandır sığınak olmaktan çıkmıştı. Çatlamadık yeri kalmamış taşlar, paramparça halleriyle tozdan bir sis olarak bütün şehri örtmüştü. Bu habis şalı delip geçemeyen ışık huzmeleri sızacak yer bulamayıp karanlığı daha da arttırmak üzere güneşe geri dönüyordu. Bu arada gözler, yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlamıştı. Karanlığın artık kararlı olduğu anlaşılmış, gözler de bunu kabullenmişti. Bu puslu hava ve loş şehirde bitkin, çâresiz yüzler, dikliğini kaybetmiş omuzlar, sürüyen adımlar ve edeceği duâları tüketmiş, kıpırtısız, yumuk dudaklar sahipsiz birer gölge gibi dolaşıyordu. Mânâsından uzaklaşmış akl-ı selîm, olana bir ad koymakta zorlanıyordu. İtiraz kurumunun kapısı ağ bağlamış, geleni gideni kalmamış, bomboş bekliyordu. ‘Korkma, Allah bizimledir’ diyen ses kendine muhâtap arıyor, muhtemel muhâtaplar sığınacak bir in dahi bulamıyor...

Mustâ Kâzım Efendi ‘Bu böyle gitmeyecek’ dedi. Artık buralar duracak yer hükmünden çıkmıştı. Şartlar tamam oldukta, hicret müyesserdir... Karşı koyacak ne güç vardı ne de niyet. O halde, kaçıp saklanmak ve gününü beklemek; düzeleceğini ummak üzere beklemek; beklerken de güvende bulunmaktan başka çıkar yol yoktu. Böyle düşünen bir kendisi değildi; nice yakın dostu ısmarlama bir vedâ ile ücrâ yerlere çekilip gitmişti. Kaçmak, artık ayıp sayılmaktan çıkmıştı. Becerebilenler için ‘kurtuldu’ deniyordu. Duyulanlar doğruysa -ki hiç şüphesi yoktu- Âtıf Efendi îdam edilmiş, Âkif Bey Mısır’a sığınmıştı. Gelen diğer dost haberleri de bunu aratmayan birer fâciaydı. Tahammül mülküne Hulâgu Han saldırmış, bülbül sürüsüne şahin dalmış gibi, dört yan feryât halindeydi.

İlk önce birkaç yakın dostuna açtı, sonra evdekilere söyledi. Gizli hazırlık ve gerekli tedârik çabuk bitti. Bandırma yolu açık, deniyordu. İşin ucu üç beş mecidîyede bitiyordu. Celep kılığına bürünmek zor olmadı. Kadınlar yeldirmelerini atıp yaşmak örtündü. Büyük oğlan güvenilir bir kavafa emânet edildi. Yan komşularla vedâlaşmadan, sabah alacasında iskeleye vardılar. Serhoş memurlar, bu basit yolcu kafilesiyle ilgilenmedi. Hergün yüzlercesini gördükleri bir manzaraydı. Gemi yolculuğu sâkin geçti. Çıkındakileri yiyip tütün balyaları üzerinde yattılar.

Rıhtıma çıktıklarında, ikindi ezanları okunmaya durdu. Mustâ Kâzım Efendi ‘Buna da şükür, ezan sesi bâri duyabiliyoruz’ dedi. Ama ardından, bunun da uzun sürmeyeceği yollu bir ürperişle içi cız etti. Zorlu bir pazarlık sonrası bir yaylıyla anlaştı. Başka zaman olsa, bir çeyreğe bitecek Biga yolculuğu tam üç altına patlamıştı. Gönen’e yaklaştıklarında çeteler yol kesti. Yolcunun boş adam olmadığını anlayan çetebaşı, el öpüp yanlarına iki üç adam katıp Ulukır’a kadar selametledi. Kısmen sâkin bir Biga ile karşılaşmak hepsini rahatlattı. Daha İstanbul’dayken işitilen bir söylentinin doğruluğunu öğrenmekle, yeniden sarsıldı; Ahmet Bey’in şehâdetinin üzerinden -neredeyse- üç yıl geçmişti.

Baba dostu bir değirmencinin evine indiler. Yaşlı dost, ertesi gün Kazmalı’ya dönecek bir manda arabası olduğunu söylüyor, bir yandan da ‘Burada kal, kiralık uygun bir ev bakalım’ diyordu. Daha ilk gün Biga’nın da Mustâ Kâzım Efendi için yeterince güvenli olmadığı anlaşıldı. Rüzgârın ne yönden estiği belliydi. Ata ocağı dağ köyünde belki de unutulur, izi sürülmezdi. Şehrin henüz durulmamış, kaynayan bir kazanı andıran istikrarsız havası hiç de iyi şeylere gebe değildi.

Un çuvallarını öne yığıp arkada yolculara yer açıldı. Fakat, kutsal emânetmiş gibi yanlarından ayırmadıkları bir sandığı kaldırıp yerleştirmekte zorlandılar. İçinde ne olduğunu soran adamı, Mustâ Kâzım Efendi ‘Hiç işte... Öte beri’ diye savdı. Arabacı sözünü bilmez cinstendi; köylüsü olduğu unutulmuş bir efendiyle nasıl konuşacağını bilmiyordu. ‘Gâvur ölüsü gibi mübârek’ diye takıldı. Mustâ Kâzım Efendi’nin içi bir daha cız etti. Mırıldayan bir sesle ‘Müslüman cenâzesi oğlum, müslüman’ dedi. Adam baltayı taşa vurduğunu anlayıp bir şeyler geveledi.

Kaldırımbaşı alçağı şimdiden balçığa dönmüştü. Hamidîye, Pekmezli ve Karantı’yı geçip Kozçeşme’ye vardılar. Ne yolcular ne de mandalarda güç kalmıştı. Akşam ezanıyla teyze oğlunun tokat kapısına dayandılar. Karşılarında İstanbullu Efendi Amcaları ve âilesini gören yeğenler, onları koyacak yer bulamadı. Evin gelini pek hamarat bir şeydi. Yarım saat geçmeden tarhana, koyultmaç, pekmez ve somun ekmekli mükellef bir sofra kuruldu.

Arabacı, bacanağında kalacağını söyleyip ayrılmıştı. Artık acele etmiyorlardı. Tâkip, tevkif endişesinden kurtulmuşlardı. Yarın öğlen çıkıp ikindide Kazmalı’ya ulaşırlardı.         

Kendileri varmazdan önce haberleri gelmişti. Yıllardır boş duran ev, akraba gelin ve kızların becerisiyle şimdiden onları yıllarca ağırlamaya hazırdı. İrice bir koç kesilip bulgur kazanları kaynatılmıştı. Yolcuların inmesiyle, genç imam şükür duâsına el açtı, herkes ‘âmin’ dedi. Mustâ Kâzım Efendi ise ‘Bunlar ahvâli bilmiyor. Beni burada durduk yere meşhur edip mahvıma sebep olacaklar’ diye iç geçirdi. Ama, bu samimî, candan akrabalara kızamadı. Her şeyi her zaman ve her yerde açıklamak uygun düşmezdi. Herkes kaderini yaşıyordu. ‘Demek, irşat vazifemiz daha bitmemiş’ dedi.

İki delikanlının el attığı sandık, düşünülmüş bir özenle içeri taşındı. Etraf ‘hoş geldin’le ilgilenirken, Mustâ Kâzım Efendi yan odada bekleyen sandığa gitti, besmeleyle açtı ve sevinçle hiçbirinin zedelenmediğini gördü. Evet, kitapları da en az kendileri kadar güvendeydi!

*

İki yıl dolmadan kötülüğün eli sığındığı bu köye de ulaştı... Suç delili olarak aranan kitapları bulamadılar ama, o yine de karakola düşmekten kurtulamadı. Haftalar sonra bırakıldığında, bir enkâz yığını halindeydi. Evet, bir insan enkâzı...

İşkencenin izi aylarca gitmedi. Sonunda o da câmiye gidemez, helâya çıkamaz oldu. Ziyaretçileriyle topluca görüşüp öğütler veriyor, sözünü ‘Bu da geçer yâhu’ diye bitiriyordu. Yalnız görüştüğü bir tek kişi vardı: Aşağı mahalleden kardeş çocuğu Fevzî. Onunlayken, saatlerce konuşuyor, içeri kimseyi sokmuyordu. Fevzî her ayrılışta ağlıyor, kimseye bir şey demeden dağdaki ağılın yolunu tutuyordu.

Son görüşmede Fevzî daha yeni girmişken, telaşla dışarı koştu. Ev halkıyla birlikte ziyâret için bekleyenler de odaya doluştu. Hasta, emâneti teslime hazır bir sükûnetle helâllık diledi, salavat getirdi. Son mırıltısını anlayamadılar. Terekesinden de bir şey çıkmadı.

Üç gün sonra Mustâ Kâzım Efendi’nin yanında bir mezar daha belirdi. Fakat köyde yeni mezara konacak cenâze yoktu. Pek konuşkan olmayan bir çoban ağıldan inmiş, burayı kazmış ve içine tabuttan küçük, içi kitap dolu bir sandık uzatmıştı. Çoban Fevzî, işi bittikten sonra üşenmeyip yeni mezar üstüne bir de fâtiha okudu.

Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

Yazar Hakkında

Osman Kibar

Online dergiler Online dergiler