Demokrasi her şeye rağmen güzel şeydir vesselam…

Aynı fikirde olmayan insanların birbirlerini yok etmeden var olabildiği bir siyasi düzen elbette ki lezizdir.

Kanuni’ye atfedilen –ki sonra Atatürk’le İnönü arasında geçtiği de rivayet edilmiştir- meşhur hikâyedeki gibi, hür bir semanın altındaki her renk hoş ve muteberdir.

Kırmızı için de durum farklı değildir…

Doğrudur, herkesi memnun edecek bir siyasi düzen kurmaktan hala çok uzakta insanoğlu. Belki de ütopiktir, bir ideadır, ama unutmamak gerekir ki realitenin elverdiği en iyi rejim hala demokrasi şemsiyedir. Winston abimizin de buyurduğu gibi “Demokrasi –diğer tüm sistemler dışında- en berbat rejimdir” 

Pekala nefretin de demokrasi toprağında yeşeren bir ot olduğu kabul edilmelidir. Sevmediğimiz insanlar sayıca daha fazla insan tarafında sevilebilir, bu sevgi o insanları yönetime taşıyabilir. Normal şartlarda seçimlerle işletilen bu sistem, terör; ihtilal vb gayrimeşru denemelerle, illegal fikir günahlarıyla da “dize getirilebilirse” de, bu tip kaotik çılgınlıkların menfi sonuçları “ampirik verilerle” ispatlamıştır.

Öte yandan, pek doğaldır ki, somurtkan şirin sevmediği yöneticiyi meşru şekilde “yola getirmek” için şirin baba seçimlerini beklemek zorunda değildir. 

Siyaset biliminde sıkça zikredilen ve ileri demokrasilerde en sağlam “mum etme” yöntemi olarak görülen “baskı grubu” fikri de bu tip insanlar için önerilebilir.

Hükümetler nasıl yola getirilir? Pek açıktır ki, sistemin toptan yıkılması gibi oldukça uçuk ihtimallere bel bağlamak irrasyoneldir. Fikir yarıştırmak, iş üretmek, koşturmak, çalışmak, inanmak; sistemin çarklarını istediğimiz yönde çevirmemiz için bize sunulan anahtarlardır.

Hoşuna gitmeyen işleri protesto etmek isteyen huysuz şirinler, pekala örgütlenebilir, “toplanabilir”, bir eyleme girişebilir. Anlamamanın, anlayışsızlığın da bir insan hakkı olduğunu “ampirik verilerle” kabul ettiğimizi de varsayalım. 

Sorun; -her şey de olduğu gibi- bu konuda da bir etik ölçüsünün, daha yerli bir ifadeyle edebin adabın olup olmadığıdır. 

İnsanları sevmeyebilirsiniz. İnsanlar da sizi sevmeyebilirler. Ama sizi sevenlerin olabileceği gibi, sevmediğinizi sevenler de olabilir. Üstelik konuşmak yahut dinlemek için sevmek de başat şart değildir.

O vakit sorarım güzel insanım, konuşmak isteyen insanın(saygınlığını da es geçelim haydi) ağzına yumurta tıkmak; ne kadar medeni, ne kadar vicdani, ne kadar makuldür? 

“Profesyonel” aktivistlerin, insan medeniyetinin olimposu “evrenkent”leri, yumurta yemiş öğrenci gazı kokusuyla lekelemesi demokrasiyle ne kadar bağdaşır?

İnsanların kendisini konuşturmamasına içerleyenlerin, insanları konuşturmaması fazlaca ironik değil midir?

Eğer yumurta savaşları başlarsa, bu sisifos paradoksunun önü nasıl alınacaktır?

Ah Abraham Maslow, inanıyorum ki bugünleri görseydin, “Sahip olduğunuz tek şey yumurtaysa, etrafınızdaki her şeyi tava olarak görürsünüz” derdin.

Biz de içimizden bir “helal olsun” daha çekerdik.

Yumurta esprisiz günler, efendim...

 

İnsan kaleme almak istediği şeyleri neden kalemi eline alınca unutur bilemem. Bana genellikle böyle oluyor. Bunun ne ile alakasının olduğunu hala çözemedim. Böyle durumda olup da çözebilen varsa lütfen bana da yardımcı olsun. 

İçinde bulunduğum durumları cümlelere dökememek acizliği içersindeyim. Yani aslında bu duruma sebep olanların yüzüne savuracak çok sözüm var ama…

Mesela söyleyeceğim sözlerden biri “Ne kadar gereksizsin!” olacaktır. Gereksiz olduğunu yüzüne söylerken, içimdeki kini dökerek, edebi bir değeri olan cümleler savuracağıma da inanıyorum ayrıca.

Gereksiz olmak…

Bu tip insanlar maalesef hayatımda yok değil. Gereksizler. Çünkü senin ona biçtiğin payelerden çok ıraklar veya önceden nazarında bulundukları mevkinin hakkını veremez olmuşlar. Böylece gereğinin yerine getirememekten ötürü gereksiz olmaktadırlar maalesef.

Gereksiz oluşları bana şunu dedirtmiyor mesela: “Gereksizlerse seni neden bu kadar rahatsız ediyorlar ki, koyver gitsin.” Rahatsız ediyorlar; zira gereksizliklerinin getirmiş olduğu bir fazlalık var.

Bu fazlalığı aslında ben onlara veriyorum ya da zamanında vermişim. Şimdi de geri alamıyorum. Bu geri alamayış beni onlara karşı böyle olumsuz düşünmeye itiyor belki de…

Fazlalık olmak…

Sen bir insana gereğinden fazla değer, saygı, sevgi ve hatta en kötüsü aşkını verirsen ve bunlara karşındakinin liyakati yoksa eğer; o insan sana fazlalık olur artık. Buna aslında sen sebep olmuşsundur ve ceremesini de sen çekmeye mecbursundur. Çünkü karşında, senin tarafından yaratılan bu insan profili, sürekli senin kullanma dürtüsü içersindedir. Yani bir suistimal söz konusudur. Gururunun hayatındaki oranı nispetinde bunu bir yere kadar müsaade edebilirsin. Sonra dayanamaz patlarsın ve nihayet suçlu yine senden başkası olmaz. Çünkü buna sen sebep olmuşundur; en güzel duygularını fütursuzca dağıtarak. Bu yoldan da geri dönüşü yok denecek kadar zordur. Ya da kolayı varsa ben bilmiyorum. Zaten bilinseydin benim tarafımdan bu satırlar kaleme alınmazdı.

“Bir insan peki nasıl fazlalık olabilir senin hayatında?” bu sorunun cevabı basittir.. “vefalı olmayarak.” Hiçbir şey karşılıksız değildir. Senin karşı tarafla paylaştığın her şeyden ötürü, karşı taraftan beklediğin tek şey vardır.. Ona da vefa denir. Bunu açıklamaya ihtiyaç bile duymuyorum. Açık ve nettir… ama sonucunu , yazının devamı için” yazacağım. Vefasızlığın sonucu da yavşaklıktır.

Yavşaklık bence şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir: Bir ülkedeki en embesil insanın kral tahtında oturmasıdır. Benzetmeyi açıklarsak; ülke sensindir, mağdur olan yani. En embesil insan da; o yavşaktır ki; vefa yoksunu bu insanı sen böyle bir yere layık görmüşsündür. Kral tahtı da; hiç kimsenin senin nazarında o derece yüksek bir makama layık olmadığı yerdir.

Bu böyle gider; gereksizlik, yavşaklık, vefasızlık…. Daha fazla uzatmaya gerek yok yani…

Yeri gelmişken şöyle bir şey de belirtmek isterim. Bir atasözümüz var hani; “Eski dosttan düşman olmaz.” diye. Aslında bu eksiktir. Bence doğrusu; “eski dosttan düşman dahi olamaz.” Zaten o dost, dost kalabilseydi hala dostun olurdu; düşman olamama sıfatına gerek duyulmazdı.. Eğer dostun olarak kalamamışsa; düşmanının sende edindiği yer kadar bile bir konumu yoktur onun artık.

Yazımı Nazım Hikmet’in bir şiiriyle bitiriyorum. Zaten bu kadar gereksizlik, fazlalık … vs için çok fazla kelime sarf ettim ve okuyucunun da  zamanını boşa harcadım diye düşünüyorum. Bu şiiri paylaşarak istedim ki yazının sonunda okuyucu  sanatsal değeri yüksek bir şeyler okusun..

Saygılarımla… 

Beyazıd Arhan

 

 

SEN

 En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye

en güzel günlerimin bu üç mel'un adamını

yer yer tırnaklarımla kazıdım

hatıralarımın camını..

En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Biri sensin,

biri o,

biri ötekisi..

Düşmanımdır ikisi..

Sana gelince...

Yazıyorsun..

Okuyorum..

Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,

insanın

bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..

Ne yazık!..

Ne kadar

beraber geçmiş günlerimiz var;

senin

ve benim

en güzel günlerimiz..

Kalbimin kanıyla götüreceğim

ebediyete

ben o günleri..

Sana gelince, sen o günleri -

kendi oğluyla yatan,

kızlarının körpe etini satan

bir ana gibi satıyorsun!.

Satıyorsun:

günde on kaat,

bir çift rugan pabuç,

sıcak bir döşek

ve üç yüz papellik rahat

için...

En güzel günlerimin

üç mel'un adamı var:

Biri sensin,

Biri o,

biri ötekisi...

Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...

Sana gelince...

Ne ben Sezarım,

Ne de sen Brütüssün...

Ne ben sana kızarım

ne de zatın zahmet edip bana küssün..

Artık seninle biz,

düşman bile değiliz..

1933-Nazım Hikmet

 

 

 

İNŞAAT SEKTÖRÜ 

Ev deyince, alakasız 2 renge boyanan derme çatma yapılar akla gelirdi kısa zaman öncesine kadar. Sizlerde hatırlarsınız o günleri şüphesiz. Şimdilerde ise hiç öyle değil. Birbiriyle yarışan inşaat şirketleri birbirinden farklı projelere imza atıyor. Her türlü imkânı sunmak istiyorlar müşterilerine.

Projelerinde; her türlü sosyal imkândan faydalanmaları için birçok alternatif dünya açıyorlar müşterilerine...

Türkiye'de en büyük sosyolojik gelişmelerden biri; mahalle yaşantısının yerini site yaşantısının almış olmasıdır. Her türlü zevke seslene projeler insanlara daha cazip geliyor.

Öte yandan, inşaat şirketlerinin diğerlerinde bulunmayan farklılıklar peşinde olması yeniliklerin gelmesini sağlıyor. Yeni sitelerin sayıları attıkça verdikleri hizmette o denli artıyor.

Kendi enerjisini kendi üreten, 10. katta bile bahçesi olan, tamamen yerin altına alınan yollar insanları cezbediyor.

Site yaşantısından önceki dönemlere dönecek olursak; tamamen yalıtımsız evler, yapılar aklımıza geliyor. Türkiye'de ruhsatlı 17 milyon konutun %90'ı hala yalıtımsız durumda. Isı yalıtımı yapılmayan binalar nedeniyle her yıl 7,5 milyar dolar israf ediliyor. Avrupa’ya bakacak olursak, kişi başına düşen ısı yalıtımı malzemesi tüketimi Türkiye'nin 13 katı. Çok büyük bir rakam. Bu denli büyük olması neticesinde 7,5 milyar dolar her sene israf oluyor.

Oysa ki; bu parayı daha iyi yerlere kullanabiliriz. Türkiye'nin ısınmak için harcadığı enerji, Almanya'nın harcadığının 10 katını buluyor.

Türkiye'de yalıtımsız binanın metrekare başına enerji tüketimi 300-350 kwh arasında iken Almanya'da 30-60 kwh. Yalıtımsız binanın israf ettiği enerji miktarına bir bakın...

Büyüme gelişmelerine bakacak olursak, inişli çıkışlı grafikler izlemiş konut sektörü.

2004'te %14,1 2005'te %9,3 2006'da ise %18,5 büyüdü.

2007'de %5,7 2008'de %8,1 2009'da %16,1 küçüldü.

Son verilere göre iniş hareketleri sertçe kesilmiş, hızlı büyüme trendine girmiş. 2010 yılı 2. çeyrek büyümesi %21,6 olarak gerçekleşmiş. Yılın ilk yarısında %15 büyüdü. Aslına bakarsanız ekonomik büyümeye paralel olarak artmaya başladı inşaat sektörü. Türkiye'nin 2010 yılında hızlı büyüme gerçekleştireceğini kimse beklemiyordu ama Türkiye 2010 yılının 2. çeyreğinde %10,3 büyüdü.

Bu büyüme birçok sektörü olduğu gibi inşaat sektörünü de besledi. Piyasanın rahatlaması konut satışlarında artışa yardımcı oldu. Bu ekonomik büyümeyle birlikte inşaat sektörü %21,6 büyüdü.

İnşaat sektörü, altında birçok sektörü de besliyor. Sizinde bileceğiniz gibi bir konutun iç dekorasyonu daha zordur, birçok alternatif ve birçok kolu vardır. Yeni konut alımıyla; mobilyacından elektrikçisine, muslukçusundan beyaz eşyacısına, marangozundan iç tesisatçısına kadar herkes faydalanır.

Peki, sektörü bu kadar canlı tutan sebeplerin altında neler yatıyor?

Yüksek doğum oranına sahip olan bir ülkeyiz. Gerçekleşen her doğum, yeni bir konut ihtiyacını da doğurur. Evliliklerde her yıl artış oluyor. Tabii; haliyle yeni bir konut ihtiyacı daha. Genç nüfusun da sektörün gelişmesince payı var. Ailesiyle yaşadığı şehirden çeşitli sebeplerden dolayı ayrılması gerekebiliyor. Üniversiteyi kazanan bir genci buna örnek olarak verebiliriz. Bunun gibi birçok gencin başlarını sokacak yeni bir konuta ihtiyacı olduğunu düşünürsek. Büyüme payına haliyle katkısı oluyor.

Bunun dışında, yazımın başında yeni projelerin her türlü insanın zevkine seslenebilecek nitelikle oluşundan bahsetmiştim. Her türlü sosyal imkânı bulabiliyorlar sitelerinin içinde. Daha cazip geliyor insanlara. Daha lüks konutta yaşamayı kim istemez ki zaten? Konut kredilerinde ki ve faizlerinde ki düşüş, yeni ev sahibi olmak isteyenlere çok cazip geliyor.

2010 yılının ilk 10 ayında kullanılan konut kredisi miktarı 11,1 milyar Türk lirası. İşte bu düşük krediden ne kadar çok yararlanıldığını gösteren küçük bir örnek. Sürekli düşen konut kredisi, konut kredisi kullanım oranını da arttırdı. 2010 yılının ilk 10 ayında  %24 arttı. Konut kredisi kullananların sayısı 970.796 kişi.

Faiz oranlarının gerilemesinde ki en büyük etken enflasyon tehlikesinin azalmış olmasıdır. Mortgage kredi faizi %0,8'e kadar geriledi. 2010 yılının Ocak-Haziran döneminde satılan konut 176,127.

İnşaat sektörü, kendisiyle birlikte ayakta tuttuğu alt sektörlerle büyük büyüme potansiyeline sahip olan bir sektör. Gün içinde, muhakkak tanık olduğumuz inşaat sektörü üzerine olan reklamlar bunu açıkça ispatlar nitelikte...

 

Ahmet Eren

 

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

Bursa’da çiçeklerin bir bir solmaya başladığı günlerdi. Gün ortasında dahi nahoş bir karanlık hâkimdi sokaklara. Belediye sokakları temizlemeyi bırakmıştı artık. Su birikintileri oluştukları yerde günlerce kalıyordu. Yağmur aralıksız çiseliyordu. Sokaklar tenhaydı. Cadde kızları elini eteğini çekmişti sokaklardan. Şehir devasa alışveriş merkezlerine tıkılmıştı. Çarşı esnafı nerdeyse siftahsız kapatıyordu dükkânlarını. Yapılan bir kaç satışsa gün boyu içilen çayı ve yenen öğle yemeğini anca karşılıyordu. Köşe başı kahveleri ise normale nazaran daha kalabalıktı. Nöbet devri misali, eline çayı alan kapıda sigarasını tüttürüyor sonra da içeri girip oyununa devam ediyor, sonra bir diğeri çayını sigarasını alıp kapıya çıkıyordu.

Ercan bir haftalığına Bursa’ya annesini görmeye gelmişti. Üniversiteden arkadaşı aynı zamanda da Bursa’dan arkadaşı olan Rasim bunu duyunca bir buluşma ayarlamak istemiş, telefonla arayıp “Uzun zaman oldu görüşmeyeli bizimkilerde Bursa’dayken görüşsek hiç fana olmaz” demişti Ercan’a. Ercan isteksiz olmasına rağmen arkadaşını kırmaktan çekindiği için bir şey diyememişti. Eskiden olsa can atardı böyle bir buluşma için. Şimdiyse durum farklıydı yılda bir hafta annesini görüp, gönlünü hoş tutmak gibi bir ödevi yerine getirmek değildi bu seferki amacı. O yüzden daha öncekiler gibi ödevden kaytarmak için can atan bir öğrencinin iştiyak hali yoktu kendisinde. Fakat daha o gece,  ertesi gün şehrin en işlek alışveriş merkezlerinden birindeki ünlü kahve zincirlerinden bir tanesinde buluşma ayarlandı haberi Ercan’a ulaştı.

Ercan haberi aldığı vakit, perdeleri çekilmiş oturma odasında annesiyle birlikte sis altındaki şehri seyrederek, çayını yudumluyordu. Annesi Ercan’ın çocukluğundan beri çok sevdiğini bildiği haşlanmış patatesi de çayın yanına servis yapmıştı. Çayını içerken bu mahalleyi ne kadar çok sevdiğini düşünüyordu; mahalledeki evlerin çoğu müstakildi, yer yer Osmanlı zamanından kalma cumbalı evler vardı ama çoğu kullanılmaz haldeydi. Mahalle şehir merkezinin yukarısında yer alıyordu. Merkezden mahalleyle bir elin parmağını geçmeyecek kadar, arabaların bile çıkmakta zorlandığı yokuşlardan ulaşılıyordu. Mahalledeki herhangi bir evin terasından veya şanslı birkaç evin penceresinden baktığınızda tüm şehir ayaklarınızın altındadır. Ercanların evi de bu şanslı evlerden biriydi.

Ercan uzun zamandan bu yana ilk defa bu dingin mahalle yaşantısını sevmişti. Hatta geleli üç gün olmuştu ki annesi pazara giderken Ercan’a laf olsun diye “Ben pazara gidiyorum istersen sen de gel hem biraz hava almış olursun” demişti. Ercan hava almanın iyi bir fikir olacağını düşünerek” İyi fikir” deyip üstüne giyinmeye başlamıştı. Hâlbuki bundan daha bir sene öncesine kadar Bursa’ya geldiği zaman evden çıkmaz, çıkacağı vakitse üniversiteden arkadaşları onu kapıdan arabayla alırlardı. Dışarı çıktığı gün ki nadiren bütün gün evde dururdu, gece geç saatlere kadar geri dönmezdi. Annesi erken saatlerde uymasına rağmen çocuğunu bu bir hafta içerisinde biraz daha fazla görebilmek için gece geç saatlere kadar uymaz oturma odasında oğlunu beklerdi. Ercan geldiğindeyse oturma odasındaki koltuğa eğreti bir şekilde oturur annesine neden yatmadığını sorar, biraz bekledikten sonra da “ Anne ben çok yorgunum hemen yatacağım” derdi.

Annesi bu duruma çok kırılırdı. Fakat kırgınlığını göstermezdi çünkü kırgınlığını gösterip de eve ve kendisine karşı Ercan’ı soğutmaktan çekinirdi. Şimdiyse her şey çok farklıydı; Ercan evden çıkmıyor annesiyle çay içip sohbet ediyordu. Annesi uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştı. Oğlu’nun kendisine bu kadar çok zaman ayırması onu o kadar çok mutlu ediyordu ki o hafta komşusunda olan gününe dahi gitmedi onun yerine parasını komşuyla birlikte gönderdi.

Çok fazla bir şey konuşamıyordu oğluyla. Eve çoğunlukla sıcak bir sessizlik hâkimdi. Annesi konuşup da bu büyüğü bozmak istemiyordu. Biliyordu ki yanlış bir şey söylediği vakit oğlu hemen hiddetlenecekti.  Sessizliğin gücüne bırakmıştı oğluyla olan ilişkisini. Sessizlik eşitliği sağlıyordu, kelimeler olmadıkça hükmü yoktu kimsenin kimseye. Kelimeler olmadıkça şart koşmuyordu kimse kimseye. Sessizlik nelerden müteşekkilse onları özgür kılıyordu. Çünkü en masum gibi görünen kelimeler dahi bir baskı aracı olabiliyordu. Onlar için, sessizlik kelimelerle doldurulması gereken bir boşluk değildi.

Ercan’ın yarın arkadaşlarıyla buluşacağı haberini annesine vermesi sessizliği bozdu ve “hükümsüzlüğü” de:

-Anne yarın Rasimlerle buluşmam gerek.

-İyi peki, akşam yemeğine gelirsin değil mi?

-Büyük ihtimalle gelirim.

Ercan içinden “ Hiç meraklı değilim aslında anne çok sıkılıyorum artık onlardan.  Ama nerdeyse bir yıldır kimseyle görüşmüyorum ancak arada sırada telefonla haber alıyoruz. Gitmezsem ayıp olur. Ben çok değişmişim diye arkamdan konuşuyorlarmış kendini beğenmişin biri olmuşum kimseyi arayıp sormuyormuşum. Böyle bir sonuca bu kadar takılacaklarına nedenlerini biraz umursasaydılar peşin hükümlerle yargılamazdılar beni değil mi? ”

Ertesi Gün Buluşma Yeri

Masaya oturduktan yarım saat sonra Ercan içten içe muhakeme etmeye başlamıştı olup biteni, “Merhabalaşmalarla birlikte bu durumlara özgü yapaylıkla konuşulmaya başlandı bu zamanlar için kalıplaşmış sözcüklerle. Nasıl olmalıydı ki herkes iyiydi, herkes çok zorluklar yaşıyordu ama iyiydi. Herkes omuzlarına bazı ağırlıklar yüklemiş altında ezilmekten zevk alıyorlardı. O yükümlükleri de zevkle anlatıyorlardı. Rasim‘Sınavı geçersem Dış İlişkiler Bakanlığında çalışmaya başlayabilirim. Ama torpil filan de gerekli bakalım zor bir dönem.’ Ahmet, ‘Artık projelerden kafamı kaldıramıyorum bildiğiniz gibi İngiltere’de bir nişanlım da var; onunla da ilgilenmeye çalışıyorum tabii bu çok zor oluyor benim için ama mutluyum. Melek,’ Ben yine Hakan Bey’in yanında çalışmaya devam ediyorum. Ailemden farklı bir eve çıktım, artık Muradiye’de oturuyorum. Hem bu sayede sevgilimle daha rahat görüşebiliyorum.’ Ne kadar iç gıcıklayan gülüşmelerdi. Zaten senin her zaman çok sevdiğin ve görüşmek için can attığın bunun için de okulunu bile kırdığın çok sevdiğin ama hangisini daha çok sevdiğin üzerine düşünmediğin sevgililerin olurdu. Defne ise hep aynıydı kusurlarını yine gizliyor. Her şey süpermiş nasıl olsunmuş”

Defne Üniversite yıllarında Ercan’ı kendisine çok yakın görmüş sırlarını hep ona anlatmıştı. Ercan’daki değişikliği hissediyordu. Kendini tutamayarak,

-Sen çok değişmişsin Ercan. Demek istediğim sen eskiden daha çok konuşurdun, baksana geldiğinden beri ağzını bıçak açmadı. Geçen gün Semra’dan duydum. Kötü sözler söylemişsin kızcağıza. Hem beni de hiç aramıyorsun. Biliyorsun herkes de biliyor seni ne kadar çok sevdiğimi. Niye böyle yapıyorsun, Neden bu kadar değiştin?

O sıra garson siparişleri almaya gelmişti. Defne sözleri üzerine Ercan öfkeyle içinden düşünmeye başladı:” Nasıl bu kadar rahat konuşabiliyorsun. Dört yıl boyunca sergilemiş olduğun tüm yapaylıklardan sonra tam sana nefretimi kusacakken kendini yine sevdirmeyi başarıyordun bir şekilde. Ama sonra değişmediğini görünce hep pişman oluyordum. Ama tüm bu olanların sen farkında değildin. Bu böyle sürüp gitti. Sonra bir alışkanlık haline geldin bende, dost dediler bize. Sen de beni dost olarak gördün, sömürdün. Ben sadece sana kıyamadığım için beraberdim seninle; şimdi gelip beni suçluyorsun aynı yapmacık tavırlarla” Sipariş verme sırası Ercan’a gelmişti:

-Sade kahve alayım

Garson:

-          Süt olsun mu efendim?

-          Sade dedik ya.

Bu cevap Ercan’ın ne kadar gerildiğini göstermişti. Siparişler verildikten sonra kafasındaki düşüncelerin etkisiyle Defne’ye cevap olarak: 

- Bilmez miyim bana hep söylerdin beni ne kadar çok sevdiğini. Nerdeyse herhangi bir kelimeden çok daha fazla kullanırdın o kelimeyi, dedi.

-Evet, bu iyi bir şey değil mi? Ne kadar garipsin sana sevdiğimizi söylemek de mi kabahat? Bana bak yok sen aşk acısı çekiyorsun da ondan mı böyle asabisin?

Ercan yine içinden öfkelenerek ,“Hep aynısın baksana hiç. Değişmiyorsun.” Oturduğu yerde biraz doğrulduktan sonra etrafı süzerek: 

-          O kadar da değişmedim. Sadece çok sıkılıyorum, dedi.

Rasim araya girerek:

 -          Bizden de mi sıkıldın?

Ercan:

-          Aslında tam olarak bilemiyorum. Artık programlanmış gibi yaşamaktan çok sıkıldım. Bir şeyler olsa diyorum olağanüstü bir durum. Bazen düşünüyorum da, bir insanın elinde neyi var neyi yoksa parası, evi, mevkisi uçup gitse bir felaketle ama manevi olarak hiç zarar görmese ve sevdikleri yanında olsa. Kaybettiği maddiyatı yeniden elde etmek için uğraş vererek mi geçirirdi ömrünün geri kalanını, yoksa sevdikleriyle iç dünyalarındaki güzellikleri, hüznü ve gizemi paylaşarak mı geçirirdi? Beni sıkıntıya sokan şey içimdeki güzellikleri hüznü ve gizemi paylaşmadan yani içimi sevdiklerime açamadan ölmekten kokuyorum. Bizim gibi başarılı insanlar ya da dışarıdan bakıldığında başarılı gözüken insanlar hayat ummanının diplerinden başlayıp kendimizden yükseklerde gördüğümüz ne varsa onlara ulaşmak için telaş içinde yüzeriz. Gördüklerimizi elde ettikçe heyecanımızla birlikte hızımız da artar. Rahata kavuşabileceğimiz nokta diye tasavvur ettiğimiz su yüzüne, daha kısa sürede ulaşmak gayretiyle yüzmeye devam ederiz. Bu sıra alacalı bulacalı balıkların oluşturduğu renk cümbüşünü seyretmez, o büyüleyici mercanları gezmez, dokunmaz; hırsla ve bir an önce rahata kavuşmanın gayretiyle su yüzüne doğru hızla yüzeriz. O vakit, su yüzüne kavuşup hitama ereceğimizi düşünürken bir vurgun yeriz. O vurgun gerçektir. O vurgun “Bunca başarıdan sonra ne elde ettin?” sorusudur. Sonra içimizi ısıtıp bizi rahat ettirmesini umduğumuz güneş ışığı vurgun yemiş bedenlerimize nafile vurur.

Çok sonraları, Ercan’ın kendisini unutturduğu ve unuttuğu bir zamanda

Hayatında elvan renkli balıklar vardı ve kadifemsi saçlarıyla bir kadın sarmalamıştı kendisini. Artık iç feryatları derin bir sessizliğe dönüşüp hükmünü yitiriyordu. O’nun sessizliğine ram olmuştu; kelimeler hükümsüzdü artık.

FİLEK KALESİ

Köse Kadı’nın habercisi kaleye alındığında, henüz gün yeni ağarmıştı. Mescidten dağılanlar onu farketmedi bile. Bir ânda kale sâkinlerinden biri oluvermişti. Hiç de konuğa benzemiyordu; pek gençti. Tırtıl sakalı, yüzüne iğretilikten öte bir çirkinlık veriyordu. Dilenci olacak yaşta da değildi. Bu haliyle, hem de bu vakit, aklı başında hiçbir muhafız onu kaleye sokmazdı. Bu genç Çingenenin böyle bir kaleye girmesi ve ortalıkta dolaşıyor olması şaşılacak şeydi.

Bütün gece dörtnal tepmişti. Kapıüstü nöbetçisine ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormuştu. ‘Böyle soru soran biri çıktığında, hemen bana getireceksiniz’ uyarısını bilen nöbetçi, doğruca alt taşlıktakı çavuşa koşmuştu. Çavuşun ‘Açın’ buyruğuyla, atlı içeri alınmıştı. Yine aklı başında olan hiç kimse ‘Burası Kara Kale mi?’ diye sormazdı. Türkü, Macarı, Uskoku, Çingenesi... yetmiş iki millet buranın Kara Kale olduğunu bilirdi.

Genç Çingene doğruca ahırlara gitmişti. Atıyla gereğinden fazla meşguldü. Bilerek işini uzattı ve birden karar değiştirdi. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi, telaşla atına binip muhafızların şaşkın bakışlarına aldırmadan kaleyi terketti. Geldiğinin aksi bir yöne gidiyordu. Dikkâtli bir göz, oturduğu eyerin kaleye girdiğindeki olmadığını da anlayabilirdi. Eski yağlı eyer, kapıaltındaki yemliğin altına rastgele bırakılmıştı.

Kurt İne Bey’e haber ulaştığında, ulak çoktan kaleyi terketmiş bulunuyordu. Çavuş biraz sonra unutulmuş bir eyer olup olmadığını anlamak üzere ahıra döndü. Bulduğu eyeri Kale Beyi’ne teslim etti. Olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. Emir kuluna sormak değil, uymak düşer, düsturundan haberliydi. Bu anlamsız hadiseyi hemen unuttu. Bey kısmının işine akıl ermezdi. Nöbet değişimine nezâret etmek üzere tabur binasına yürüdü.

Kurt İne Bey, eyerin işlemeli kısmındaki kopçaları acele etmeden söktü. Kamasıyla deride dar bir çentik açtı. Keçenin içinde kıvrılıp yatmış kağıdı çıkardı. Serpilmiş sabah ışığında okumaya doğruldu. Bir sürü karmaşık, anlamsız Macarca kelime yanyana, alt üst sıralanmıştı. İne Bey, dâima kilitli duran kutudan çıkardığı bir cifir defterine bakarak, metni çözmeye başladı. Beş dakika sonra, elinde şöyle bir yazı vardı: ‘Eflika için vakit tamamdır. Demirtaş yakında intikâl edecek. Onun teklifi tatbik olunacak. Şarap yortuda rahat içilir. Ayyaşlara şarap vermeyiniz. Güvercin yenidır. Tedbirsiz olmayıp tek durasız. M.M. sizi orada bulacak’.

Bey, beklediği haberi almaktan sevinçliydi. Ama mektup mûtad dışı ve gereğinden fazla açıktı! Bunu tedbirsizlik saydı. Sonra, bu teşhisinden utandı. Mektup tabiî ki, karşı tarafın eline geçme ihtimâline göre yazılmıştı ve içinde bizim bilmelerini istediklerimiz vardı.

‘Hedef: Eflika’ denmişti; bunun ‘Filek’ olduğu anlaşılıyordu. Arapça harflerle Macarca kaleme alınmış bu garip mektup, Türkün Avrupa’da uyguladığı şifreli yazışma usulüydü. Bir de Edirneli âlim bir efendinin Balıbilen* adı verilmiş elifbâsı bu hizmete katılınca, Türkün şifresini çözmek, zordan öte imkânsız olmuştu.

Genç kale beyi kılavuz kıtapçığa bakarak çözdüğü metni bir daha okudu. Eflika... Bu kelime ‘f, l, k’ ünsüzleri üzerine kuruluydu. Bu da Filek teşhisi için yeterliydi. Eflika ve Filek zıt yönlerde iki kaleydi. Sokollu yeğeni Demirtaş Hüseyin’le temas kolaydı. Şu sıralar Belgrat’taydı ve iki üç güne kadar gelmesi beklenebilirdi. Benzer bir tâlimâtın ona da ulaştığı muhakkaktı. Teklifi ise, geldiğinde öğrenilecekti. Saldırı Yortu gecesi olacaktı. Şarapçının kazanıldığı îma ediliyordu. ‘Ayyaşlara şarap vermemek’... Bu, tutsak alınmayacak demekti! Marthali Matyas (M.M.)** ile buluşmak ise, bir muammâydı. Çingene kılığındaki Türk casusu yeniydi; haberleşme usulünün bunun için değiştirildiği ve bu basit yolun seçildiği anlaşılıyordu.

İki gün sonra Demirtaş Hüseyin Bey, Kara Kaleye ulaştı. İne Bey’­le uzun bir görüşmeye oturdular. Tedârike hemen başlandı. Yanındaki dokuz akıncıya ek olarak otuz seçme yiğit daha gerekliydi. Sayı mutlaka kırkla sınırlı kalmalıydı. Demirtaş Bey çeri içine sokuldu. Günlerce onlarla yedi içti, ardından İne Bey’e seçtiği yiğitlerin adları yazılı bir pusula verdi.

Angaryaya koşulan tâbî Macarlar günlerce, hepsi aynı ölçüde bir sürü ince ve hafıf ağaç dalı kesti. Bazı şakacı gâzîler, Macarlara ‘Kalenin üstüne çatı yapılacağını’ söyleyerek eğleniyordu. Belli mi olurdu, Türkün işine akıl sır ermezdi... Ağzı biraz daha gevşek birkaç gâzî ise, Eflika üzerine bir akından söz edip kuşatma olacağını sağda solda konuştu. Meraklı dinleyicilerine, kendilerinin sırf bu iş için seçildiklerini kabara kabara ağızlarından kaçırdılar. Bu kaledeki Macar kardeşlerinden niye saklasınlardı, bu iş en yakın yortu gecesi olacaktı. Hem, kale Türkün olunca, oradaki akrabalarına gidip gelmek de kolaylaşacaktı!

Casus Macarlar Türkün aptallığına şaşıyordu. Doğrusu, bu kadar açıktan faâliyet göstermeleri tecrübelerine tersti. Ama, kaleye yığılan askeri görünce, inanmaya başladılar. Kaleden çıkan öncü müfrezeler Eflika önüne karakol bile kurmuştu. Bütün asker ‘Eflika bizim olacak’ diye nâra atıyordu. Eflika’ya  nerdeyse hergün düzenli bilgi vermeye başladılar.

Eflikadakiler hazırdı, bütün tedbir alınmıştı. Kale bir yıl bile dayanabilirdi. Asla su ve yiyecek sıkıntısı çekilmeyecekti. Bütun silahlar yenilenmiş ve kale takviye edilmişti. Tam on iki bin asker, iki bin şövalye besliyorlardı. Çetin bir kuşatmaya hazırlandılar. Bu, pahalı bir tedbirdi.

 

*

Demirtaş Bey’in seçtiği adamlar gâyet çelimsiz şeylerdi. Âdaba aykırı düşmese, İne Bey ‘Hep kendine benzer adamlar bulmuşsun’ derdi. Ama bu boş birisi değildi. Hem, Kadı’nın kesin tâlimâtı vardı. Onun için Demirtaş Bey’in bir dediği iki edilmedi.

Bu kırk kişi çok garip bir tâlim biçimi uyguluyordu. Kale halkı tarafından alaya bile alındılar. Herkes savaşa hazırlanırken, onlar kaleye yakın bir ormanda garip faâliyetlerine devam etti. Yaptıkları gâyet basitti: Kırk kişiden herkesin bir ağacı vardı ve bütün gün bu ağaçlara çıkıp iniyorlardı. Sonraları bu işi basit halatlarla yapmaya başladılar. Bu, daha da garipti. Ama, son on gündür bunu da bırakmış, ulu bir sedir ağacı bulmuş, boyu nerdeyse elli arşını geçen ipten bir merdiven atmış, durmadan bunun üzerinde mekik dokuyorlardı. Gitgide bu âletin boyu uzadı. Orta kısma geldiklerinde, ağırlıktan esneyen basamak, yere yirmi arşın kadar yaklaşıyordu. Günlerce bu tâlimi de sürdürdüler. Tâbî Macarların alaycı bakışları, Eflika yolcusu gâzîlerin hakîr alaylarına rağmen, bu kırk kişi inatla işlerine sarıldı. En çok da akına katılamayacaklarına yanıyorlardı!

Kaledeki angarya ve hengâme olanca hızıyla sürerken, Aziz Hristos Yortusu da gelip kapıya dayandı. Türkler, Kara Kale’den -hem de gündüz gözü- taşraya asker çıkardı. İki bin kişilik savaş yolcusu uğurlandıktan sonra, kale boşalmış gibiydi: Yüz elli muhafızdan başka, hapsedilmiş Macar erkekleri, imam, mü­ezzin, subaşı ve kırk çelimsiz, az okkalı adam...

Küçük kale mescidinde yatsı namazı kılındıktan sonra, kırk sessiz gölge kale kapısından süzüldü. Eflika’ya gidenlere yetişemeyecek kadar geç kalmışlardı. Kırk adama karşılık, seksen atları vardı. İlk önce yakın ormana uğradılar. Yüklerini alıp Eflika’ya gidenlerin aksi yöne dörtnal vurdular. Filek önüne vardıklarında, henüz geceyarısı olmuştu. Seksen at ve kırk kişiyle kale kuşatılamayacağını onlar da biliyordu; ama, kırk kişiyle kale fethedilebilirdi!

Filek, kuşatmayla alınması mümkün olmayacak bir mevkideydi. Bugüne kadarki beş teşebbüs hep başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kâfir aylar değil, yıllarca dayanırdı; çok gâzî kırılırdı. Kalede zorlu jakoben şövalyeler yığınak yapmıştı; iyi dövüşürlerdi. Otuz bir topu vardı. Birisi, bütün Nemçe’de bulunmayan ejderha gibi bir şeydi. Bir güllesi bin beş yüz, kendi ağırlığı ise on bin okkaydı. Tunçtan dökülmüş kale kapısını lağımlamak imkânsızdı. Dört dolay muhkem hendek kazılıydı. Mazgallara merdiven yetişmezdi. Edirne’den getirilecek havan topları, ancak bir kuşatmada işe yarardı. Kalenin çevresi boştu. Havâle yapılsa bile, atılan yağlı paçavralarla hemen yakılırdı. Ama, sol yönde -nerdeyse- kalenin yarı beline kadar yükselen, fakat kaleden en az iki yüz adım uzak bir ulu kaya vardı.

Kırk adam, böcekten bile sessiz sürünmeyle işte bu kayaya çıkmıştı. Yedek atlardaki yükleri birbirine ekleyerek, gâyet uzun bir basamak elde ettiler. Yaradan Mevlâ’ya sığınıp adı güzel Muhammed’e salavat getirip bu devâsa âleti, karşı mazgala fırlattılar. İki denemeden sonra, dua yüzü suyuna olacak, basamağın uç kısmı gitti, mazgala tutundu! Bu garip ve uzun nesnenin orta kısmı aşağı doğru epey esnekti. Altında korkunç bir uçurum ortaya çıkmıştı. Basamağın yere basan ucunu kayalara bağladılar. Kılıçlarını omuzlarına asıp kamaları ağızlarına dişlediler. Palalar, baltalar yedek urgandaydı.

İlk Demirtaş Bey tırmandı. Beşik gibi sallanan hafif bir salıngacın üstünde, olağanüstü bir çeviklikle ilerledi. Mazgal ucuna geldiğinde, burasının o ejderha topun yuvası olduğunu gördü. Yüksünmedi; zâten hedefleri oraydı. İki kolunu açıp tırnaklarıyla taşlara kenetlendi. Çıplak ve kara boya sürülü kaslı göğsünü bu canavarın ağzına dayadı. Ayaklarını alt küpeşteye tespit edip yüklendi. ‘Allah...’ nârası, sıkılı dişlerine çarpıp orada bir inilti olarak kaldı. Can veriş, kan döküş, ilik söküş gibi bir daha nâralandı. Yerinde biraz da olsa ağnayan demir yığını, sessiz yüklenmenin üçüncüsünde dayanamadı ve korkunç bir uğultuyla kâidesini de sökerek iç avluya yuvarlandı. Diğer otuz dokuz yiğit seri ve az aralıklarla mazgala ulaştı. İlk çıkan iki serdengeçti, Demirtaş Bey’i baygın yattığı mazgal ucundan alıp içerı taşıdı. Göğsü şerhâ şerhâ kanıyordu, eye kemikleri kırılmıştı. Sol bacağındaki iki kas bağı kopmuştu ve sağ kolu sarkıktı... Çok hızlı hareket ediyorlardı. İyi tahkim edilmiş, ağır kale kapısıyla ilgilenmediler. İlk yarım saatte bütün koğuşlar elden geçirildi. İç kaledeki hafıf bir direnme hemen kırıldı. Kale Kapitanı başta olmak üzere bütün küffâr kılıçtan geçti. Kale zindanında mahpus yetmiş gâzî kurtarıldı. Kalede meyhâneci ve yanındaki aptal yamaktan başka ayık kişi yok gibiydi. Demirtaş Bey’in kesin buyruğu vardı; onlara dokunmadılar. Hiç kayıp verilmeden kale düşürüldü.

Akşam batan güneş, kaleyi kâfır beldesi olarak geceye emânet etmişti; bu sabah doğduğunda, ezanlı, Kur’anlı, Türk sancaklı bir İslâm beldesi olarak selamlayacaktlı. Fetih müjdesi bir gün içinde, Zigetvar önlerine otağ kuracak Sultan’a ulaşırdı. Kaybediş haberi ise, Viyana’ya -ancak- bir haftada varırdı. Viyanalı bir âile olan Hasburglar özellikle çok üzülecekti; imparatorluk hânedânıydılar!

Sabah namazı vakti geldiğinde, üç gâzî, davûdî bir sesle fetih selâsı verdi. Ardından ezan okudular. Sur dibi küffâr cesediyle dolmuştu. İç avluya yığılan diğer mundar bedenler, çukurlar hazır olduktan sonra gömülecekti. Tedaviye alınan Demirtaş Bey kendine geldi. Diğer gâzîler, önceden belirlenmiş işlerle meşguldü.

Meyhane Yamağı, Demirtaş Bey’le şahsen görüşmekte ısrar etti. İki gâzînin önüne katılıp -şimdi bir divanda dinlenen- Bey’in yanına iletildi. Demirtaş Bey’in destur vermesiyle, yalnız kaldılar. Yamak Türkçe hitap etti.

-Demirtaş Beyim, gazânız mübârek ola!

                -...

-Hiç Marthali Matyas adını duydunuz mu?

-Bre kardaş, o sen misin?

-Evet. Köse Kadım haber bekler, dönmem gerektir.

-Bütün kâfiri ağulamışsın.

-Beli Beyim... Şarapçıya dokunmayasuz, kazanılmıştır. Rabbim, müyesser kıla da tiz günde şehâdet getire...

-Amiin...

İki serhad kurdu, bir müddet halleşip konuştu. İki gâzîyle iç avluya inen Yamak, usta bir sıçrayışla bindiği atla kaleden çıktı. Hemen dörtnal vurup İstolni-Belgrad yönünde gözden kayboldu. Gâzîler, atlının az önceki sümsük yamak olduğuna inanmakta zorlandı.

*

Kara Kale’den ayrılan birlik, Eflika önünde eğlenmeden tırıs geçti. Bir günlük yolları daha vardı; Zigetvar’a gidiyorlardı. Ordu-yu humâyun gelene kadar havâle kuracaklardı. Eflikadakiler dehşetli bir hayretle saşıp kaldı. Atlatılmış bir tehlike onları sevindirmedi. Günler sonra Türkün ettiği oyunu anladılar. Üç ay boyunca, boşuna tertibat almış ve boşuna tahkimât yapmışlardı. Savunma tedâriki pahalı bir işti. Bunca insan birikmişti, dışarı da çıkamazlardı. Daha kötüsü, Zigetvar kuşatması sonrası onları bekleyen âkıbetti.

Türkün esas başarısı ise kaleyle, Macar ahâli arasındakı uçurumu sağlamlaştırmasıydı. Savaş hazırlığı için kırk iki köy yağmalanmıştı. Güçlü bir bütçe için ağır vergiler konmuştu. Boşa çıkan bu hazırlıkları îzah etmek güç, hem de çok güç olacaktı. Talan edilen ahâlide Türke meylediş artacaktı. Tâbî köyler çoğalacaktı. Macaristan kendiliğinden Türke dâvetiye çıkarıyordu.

Zigetvar’ın düşmesinden sonra, Eflika kendiliğinden teslim oldu. Yarı yarıya boşalmış bir kaleyi savunmak zordu. Talan edilecek, vergi toplayacak Macar da kalmamıştı. Amaçsız bir direnmeyi gereksiz gördüler. Yine de Marthali Matyas, kale Kapitanı ve soylu Macar beylerini vire’ye iknâda zorlanmıştı; o sırada, Arşidük Karoli’yı temsilen Eflika’daydı. Teslim sonrası fidyesi ödenen ilk soylu, Marthali Matyas oldu. Zavallı, tutsak Macar soylularına kendilerinin kurtuluş fidyesi için bizzat Kral’la görüşeceğine dâir söz bile verdi. Ama, hazinenin mâlum durumunu göz önüne almak gerektiğini hatırlatmayı da ihmâl etmedi.

 

    Osman Kibar

** Roman kişisi (Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı, Ötüken Yayınevi, İstanbul-1975)

* Edirneli Ekmekçizâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin buluşu olan yazının adı. Arapça esas alınarak ç, j, p harflerinin eklenmesiyle kurulmuş ve dünya dili olarak düşünülmüş özel alfabe.

** Roman kişisi (bkz. ae)

 

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

AKTARMA KAÇ DÜŞÜYOR?

Sosyal bilimler ile ilgili hususlarda benzer olayların benzer şartlarda benzer sonuçları veremeyebileceğini öğrendik. ‘Su yüz derecede kaynar’ ifadesindeki kesinliğin bir sosyolog açısından hayret verici bir unsur olmaktan çıkması mümkün değildir.

Bir başka boyutta ise sosyal bilimlerin birbirleriyle ilintili olduğunu ve bu ilintiden beslenip bu ilintiden alakasız olarak ben bu işi yapıyorum diyen insanın ‘o’ işten sapabildiğini görürüz.

Ancak tabanın genel yargılarına karşı bir sapma olmadığı ve bu sapma iç ve dış güç dengelerini rahatsız etmediği sürece şekli sapma fazla göze batmaz. 

Toplumun sosyal gelişiminin ne şekilde olması gerektiğini ileri süren bir sosyolog artık ideoloji gömleğini giymiş, bu toplumların şartlar şu haldeyken şu şekilde hareket ettiğini açıklayan sosyolog ise tarihe el atmıştır. Pek tabi bunların olmaması gerektiğini iddia etmiyorum.

Sadece sosyal bilimlerin bu esnekliğinden ilham aldıklarını düşündüğüm başta siyasetle uğraşan kişiler olmak üzere toplumsal dinamiklerin sözü dinlenir kademelerindeki kimselere ne yapmaya çalıştıklarını soran, sorgulayan; demokrasiden nasibini alabilmiş bir halk olabilmemiz beklentisindeyim:

Bunun içindir ki; yasama yetkisine gözünü dikmiş Anayasa Mahkemesi,

Türkiye’nin Kuzey ırak’a girip girmemesi hakkında resmi demeç veren rektör,

YÖK’ün mahiyetinin ne olmasını gerektiğini açıklayan süslü apoletli kurmay,

Ve daha nice bu konsepte sokabileceğiniz örnekle beraber toplum psikolojisi dersinden geçememiş ve kökü doğumlarından önceye uzanan sorunları eleştirebilen biz öğrenciler için Türk Dil Kurumu’na ‘vasıflı eylem aktarması’ tanımını öneriyorum.

Ama;

Yasa açıkça ‘yapma’ dediği halde anayasa değişikliğini içerik olarak denetlemek isteyen Anayasa Mahkemesi,

Üniversiteyi çiftliği gibi görüp ojeli girsin rujlu girmesin deme cüretini kendinde bulan rektör,

Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’ne alet oluyoruz, artık biz de sebeplenemeyeceğiz diye devleti yönetimine talip silahlı kuvvetler,

…için iki kelime yan yana getiremedim; affola.

Ancak onlar için de gülümsememe yol açan bir örnek vereyim: basketbol şampiyonasından sonra bir araya gelen Obama Gül’e akşamki galibiyetten bahsediyor, adamlar evimizde şampiyon olmuş, hem de finali bizimle oynamışlar. Gül de gayet sakin bir halde cevaplıyor:Futbol olsaydı biz yenerdik!

Ben de diyorum ki Gerçekten demokrasi olsaydı…

Aysel Serpil Görgün

 

Paylaş


     Aysel Serpil Görgün’ün Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler