İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Heyecan onun, hüzün onun, mutluluk ve mutsuzluk onun, sevinç, gurur, onur, sadakat... Ne varsa içinizde, hepsi onun...

Kelimeler ondan başlıyor şekillenmeye ve birkaç harfi de alıp yanlarına farklı gözükmeye çalışıyorlar sadece.

Kanmayın, inanmayın siz, sizinle filizlenen zalim düşlere, uymayın ya da boş verin, uyumayın...

'Uyursan, büyürsün!' diyen dillerin ahkâmını kesin ve bağırın sessizce; 'Keşke uyutmasaydınız da hâlâ çocuk kalabilseydim ben de!'

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

İlk önce gözlerinizden başlar kendini belli etmeye, gözleriniz aynası olur, bakar durur kendine...

Ve yaşlarla bezenen gözleriniz, vakti gelince sizden habersiz solar, kaybeder rengini ve herkes, her şey aynı gelmeye başlar.

Akar kalbinize... Akar akmasına da, büyük bir yükmüş gibi çöker boş bulduğu kuytu köşelere...

Adını taht koyduğunuz o boşluk var ya, gelecek olanın kıçını koyacağı kıytırık bir tahtadan başka bir şey değil işte!

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Kanatır, kahreder ve tekrar kanatır, güzel bir yanı yoktur onun, acıyı seven bir mazoşist değilseniz eğer -ki elhamdülillah, hepimiz mazoşistiz.-

Yok eder, fark ettirmez sana ama yok eder seni sinsice.. Ve korkutur, 'bir daha gelmeyeceğim, bekleme beni!' diye.

Yıkar, tek tek inşa ettiğin binaları, dönüşü olsun diye yaptığın yolları, kurduğun şehri yerle bir eder ve en sonunda yere gömer seni,

Kimsesiz kaldığında anlarsın, yitirilenin sadece sende saklanan ruh olduğunu ve son bir kez ağlamak için dua edersin, gök, yüzüne ufak bir tükürükle düşürürken yağmurunu.

İnsanın içine attığı ve içinde sakladığı bütün duyguların tek bir adı vardır; aşk.

Kimsenin bilmediği bir diyarda, kimsenin görmediği yeşillikte ve kimsenin duymadığı çığlıkların sessiz harflerinde saklanır,

Ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşarak her defasında öldürdüğü bedenlerce aklanır.

Aşk dediğimiz, kulları parmağında oynatan minik bir kukladır ve bu yüzden masumiyetin sahibi olduğu sanılır.

'Aşk sandıklarımız' kilitlidir çoğu zaman ve bu yüzden genelde 'aşk sandıklarımız' ile yetiniriz farkında olmadan...

ÇANAKKALE GAZİLERİ

“RUH” denilince ruhsuz kalan insanlar çoğalınca “Çanakkale ruhu” anlaşılamaz oldu…

Halbuki; 

Çanakkale Deniz ve Kara zaferlerini kazanan dedelerimiz ki; onların anaları, eli kınalı nişanlıları, hanımları, Anadolu'nun inanılmaz bir ruha sahip kızları, gelinleri; Emineler, Fatmalar ve Haticeler ve bu yiğitlerin ata ve babaları 5 yıldızlı otellere değil ölüme gönderdiler bu yiğit Mehmetçikleri… 

Onlardaki ruh hâline ne yazık ki şimdilerde son derece uzak davranışlar sergiliyoruz biz torunları. 

Bu; 

Çok rahatsız edici bir vaziyet! 

Maalesef… 

Ayrılık-gayrılık taslayanlar, yarın; onların yüzüne nasıl bakacaklar?!  

Bu zaferlerin elde edildiği tarih 1915. Osmanlı, Çanakkale`de son dönemlerinin EN BÜYÜK ZAFERİNİ kazanıyor! Önemi burada. 1915`de –Allah korusun- Çanakkale hezimetle sonuçlansaydı ne olacaktı? 

5 yıl sonra, yani 1920`de Meclis`in açılması hayal bile edilemeyecekti, 8 yıl sonra 29 Ekim`de ise Cumhuriyetimizin ilan edilmesi asla mümkün olamayacaktı. O yüzden, Çanakkale`ye birçok uzman; 'Türkiye Cumhuriyeti`nin önsözü', 'Türkiye Cumhuriyeti`nin ana rahmi', 'Cumhuriyetimizin başlangıç noktası' derler. 

*** 

Çanakkale’de büyük oranda aydın şehit düştü. Analar, nişanlılar-sözlüler ve tazecik gelinler senelerce yaşmaklarını bir mendil gibi, gözyaşlarını silmek için kullandılar! 

Kolay mı bu?! 

253 bin bizim şehidimiz var. 270 bin de İtilaf devletlerinin kaybı bulunmakta. Dünya açısından Gelibolu Yarımadasının önemi: Yarım milyondan fazla gencin o küçücük kara parçasında can vermesi… Yeryüzünde bu kadar gencin uğruna can verdiği bundan daha küçük bir kara parçası yok! 

Bu vesileyle Çanakkale ruhunun çok iyi anlaşılması lazım; tarihiyle ve yaşanan alanlarıyla… 

80 binin üzerinde üniversitelimizin Çanakkale’de can verdiğini biliyoruz. Bu sayıdaki aydın dedelerimizin yeri tabii ki bu gün bile doldurulamıyor!   

*** 

Bu arada: 

ANZAC bir milletin adı değil. Avustralya ve New Zelanda kolorduları demek... 

Ancak savaş sonunda Yeni Zelanda bir ulus, Avustralya ayrı bir ulus olduğunu anlıyor. 

`Eğer Çanakkale Boğazı düşerse, bizim de boğazımız gider, bir daha belimizi doğrultamayız` diyerek Türk, Kürt, Pomak, Çerkez dedemiz çok şuurlu bir şekilde gelip burada severek ve isteyerek can veriyorlar. Bu vatan için canlarını hiçe sayıyorlar.                                      

Çanakkale Zaferlerini en iyi anlatan şahsiyet şüphesiz Millî Şairimiz Mehmet Akif’tir… 

“Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber!” 

Diyerek “Bedrin Arslanları”nı takip eden ecdâdımızı en iyi o dillendirebilmiştir. 

*** 

1980’li senelerin başında birçok Çanakkale muharibi olan gazi dedelerimiz ile görüşüp hatıralarını paylaşmıştık. 

Çanakkale’nin Ezine ilçesi, Geyikli Beldesi’nden Halil Helvacı şunları anlatıp tüylerimizi diken diken eylemişti: 

“Evlat; ben Trablusgarpta da Galiçyada da harb ettimdi. Ama Çanakkale’mizin soğuğu bir başkadır… Çekiyorum tetiği çekiyorum patlamıyor. Verdim tüfeği arkadaşıma bu meret niye patlamıyor dedim. Yüzüme bakakaldı. ‘Ne tetiği senin parmaklar kopmuş…!!!’ deyince cız etti içim. Bir daha harbe giremiycem diye kahır ettimdi.” 

Öğrencilerimle İbrahim dedeyi ziyaret ediyorduk. O da Çanakkale/Seddülbahir Cephesi kahramanlarındandı. Şu hatıratını ömrüm boyunca unutmam mümkün değil: 

“Gavur makineli tüfeği icâd etmiş. Takır takır her yanım. Arkadaşlarım bir arpa demedi gibi düşüyordu toprağa şehit… ‘Anacığım!.. Yandım anacım..yandım…’ derdi ana kuzuları toprağa düşerken. Komutanlar bize balmumu dağıtırlardı. Kulaklarımıza balmumu tıkardık gülle sesleri, mermi sesleri o kadar huzursuz ederdi adamı. Top gülleleri yere vurunca üç minare boyu göğe yükselirdi ana kuzularının vücut parçaları debelenirdi toprağa karışık. Aha şu kürek kemiğimin üzerindeki şarapnel parçasıdır. Muhtar tıp ilerledi aldıralım bu parçayı dedi. Kızdım… Hiç aldırır mıyım? Yarın-bürgün Allah’ın huzuruna hesap vermeye çıkınca bu şarapnel parçası şahidimdir…!!!” 

*** 

Bu gün; 

Çocuklarımız, gençlerimiz; ülkemizin dört bir yanından Annesinin babasının elini-yanağını öpüyor. Otobüse biniyor ve hiç görmediği şehit dedelerini ziyarete geliyor. 

Bu; mükemmel ve olağanüstü bir duygudur. Bence buradan bile günümüzde bir roman rahatlıkla çıkar. Neden geliyor bu çocuklar Çanakkale'ye? Çünkü o, bugün var ise, o gün şehit olanlar sayesinde... Allah onları sebep kılmış. Gelen gruplar çok farklı... Gençler, çocuklar; orta ve ileri yaş grubu. 

Çanakkale’miz yeniden bu ülkenin çimentosu oluyor. Bu kahramanların kerâmeti bu gün de bizleri sarmalayıp ısıtıyor.

Allah şefaatlerinden ayırmasın… 

Mehmet Kaplan

Paylaş


     Mehmet Kaplan’ın Eski Yazıları 

 

Defalarca izleyip doyamadığım bir filmin ilk cümlesi her seferinde elimi yüzümü yıkar: “Allah’a çıkan yollar vardır, dünyadaki nefsler kadar..”

İnsan fizyolojisinin armutlaştıran, boğaza takılan, mideye çakılan bir demir leblebi..

Her doğumun son anları gibi, giderek sancıyan bir zamanın insanlarıyız. Muzdaribiz her şeyden. Akreplerin kıskacında yoğrulanımız bile var. Kalbimize, gönlümüze, zihnimize saplanan sancılar, dikenli tellerin aktığı damarlarımızın acısıyla yumduğumuz gözlerimiz, ve sonsuz karanlık.. Güneşte yürüseniz bile körsünüzdür artık.

Garabetin ruhlarımıza vurduğu kilitler, anahtarlarıyla Âdem babamız ve Havva Annemizinkine benzer bir firak yaşıyor. Birbirlerini bulmaları için en uzağa atılmış elmaların yarısı… Milyarlarca elma, milyarlarca kilit, milyarlarca anahtar içinde yapayalnız; birey.

Kaçmalı, kurtulmalı zindandan; duvarları, semaları yırtmalı, kainatı dertop etmeli; ama nasıl? Nasıl kurtulacak ahsen-i takvim ile esfel-i safilin arasında sa’y eden mahluk?

Bu sorunun ateşlediği kişiler ki kör bir merakla dalarlar anahtarcılara.. Bu denizden bir damla onların, ama hangisi? Ömür otobanında ters yönde akan trafik süratinde denemeler, yanılmalar.. Titan gibi çevirebilirse eğer, her anahtarın maymuncuk işlevi göreceğini sanmak ister istemez, kilidi sancıtan biteviye zorlamalar..

Kural 1: Kilit birse, anahtar da birdir..

Reçetelerin hepsi aynı amacı taşır, ama hepsi belirli bir hastanın belirli bir hastalığı için “şifa”dır. Birini dirilten, diğerini öldürebilir.

Ne kadar asil olursa olsun, damarlarına yaban kan, seni öldürür..

Ümmetin hilafındaki rahmet de işte bu noktada zuhur eder; bölün, çeşitlen, çeşitlen ki herkes kendine yakışanı giysin bu beldede, herkes ruhunun huzur bulacağı mabette yıkansın kirlerinden..

Arasın, oturmak olmaz, bereket saklı harekette, heybesine “Bulacağım elbet..” doldursun, yürüsün, yürüsün sadece..

Çölde yol almaktır çünkü, bu.  Doğru yolu bilirsin, ama hiçbir pozitif dayanağı yoktur bu ilhamın, ne bir yol izi, ne bir harita, ne de başka bir şey.  Adaletsizlik yok, her seferinde yeniden kuruluyor labirent. Her seferinde, başka şekilde..

Bilmek yetsin ki, kilit, anahtarıyla tanıştı ezelde.. O güzel mecliste hani. Sonsuz mutluluğun fragmanını yaşadığımız o ülkede..

Gördük ve tanıdık..

Ne yapmalı? Yolcu, sen ne yapmalısın?

Işık temrenli bir ok gibi süzül bu semâda, elbet içine çöken bir yıldız seni bağrına basar..

Müsterih ol, aynaya baktığın an ilk kendini görmediğin zaman, sevimli bir çıtlamayla kalbinden düşen o demir, tüm meşakkatlere değecektir..

 

Günlük sıradanlıklarımızın en yoğun olduğu zaman dilimi, şüphesiz ki belediye otobüslerinde geçirdiğimiz vakitlerdir. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum.

Gideceğiniz yerin uzaklığına ve trafiğin olağan akışına bağlı olarak değişen yolculuk süresi boyunca, biraz dikkatli bir gözlemci olduğunuz takdirde etrafınızda olagelen hadiselerin bir sıradanlıktan ibaret olduğunu fark edebilirsiniz.

Her sabah evinize en yakın olan durakta bir türlü gelmek bilmeyen otobüsünüzü beklerken, sizinle beraber aynı İETT otobüsü için dakikalardır bekleyen insanları gözlemleyerek işe başlayabilirsiniz. Bir iki sabah sonra genelde “aynı” insanlarla, “aynı” otobüsü, “aynı” uzun sürelerle beklediğinizi fark edeceksiniz. Bu sıradanlıklarınızın başlangıcını teşkil edecek.

Otobüsünüze bindikten ve öğrenci AKBİLinizi basıp, her zamanki “DİİT” sesini duyduktan sonra koridorda kendiniz için en uygun yeri aramaya koyulursunuz. Ayaktasınızdır, çünkü otobüsünüz her zamanki “aynı” kalabalık yolcu kitlesine ulaşmıştır. Yolcuların çoğu; sabah dersine yetişmeye çalışan uykusuz üniversite öğrencilerinden ve çalışma hayatına atılmış yorgun görünümlü bay ve bayanlardan oluşur. Sabahın ilk saatlerinden olsa gerek, otobüse genel bir sessizlik, bir nevi uyku-hali hâkimdir.

Derken, otobüsünüz daha da kalabalıklaşmaya, hatta kapasitesini zorlamaya başlar. Ve o anda sıradanlıklarınızdan biri daha patlak verir…”Otobüsün arkası boş, ilerleyin lütfen!” Konuşan, muavindir. Her sabah “aynı” sözlerle “aynı” uyarılarda bulunur…”Şurası boş, ilerleyelim lütfen… Ortada bekleme yapmayın, bakın arkası boş ablacım, bir zahmet ilerleyelim!”… Muavin, her sabah “aynı” ısrarcılıkla otobüste kendisinden başka kimsenin göremediği “boş olan”(!) o yerlere ilerlememizi ister. Elbette yolcular her sabah aynı değildir ama değişmeyen bir şey vardır ki; o da muavine karşı alınan “aynı” cephedir. İnsanlar benzer homurdanmalarla muavini eleştirmeye, bazen dozu aşıp otobüsün sevilmeyen bu karakteriyle kavga etmeye kadar gidebilirler.

Tabi tüm bu sıradanlıklarınız cereyan ederken, içinde bulunduğunuz İETT otobüsü kendi güzergâhında yol almaya devam eder. Siz “aynı” durakta iner,”aynı” yoldan karşıya geçer ve geride bir İETT seferi daha bırakarak yeni bir okul gününe başlamak üzere üniversite kapısından girersiniz.

Sıradanlıklar, onları fark ettiğimiz anda var olurlar. Ve biz o anı yakalayana dek, bizim için yeni yaşantılar olmaya devam ederler. Hangisi daha iyi bilmiyorum: Sıradanlıkları fark etmek mi, ya da onlara aldırış etmemek mi? Senin için hangisi derseniz, söyleyeyim…”Sıradanlık” sıkıntı verir gibi dursa da, bazen bir denemeye konu olacak kadar komik gelebiliyor insana!

TEK SORUN: CARİ AÇIK

Tüm dünyayı etkileyen Global Ekonomik Kriz’den her ülke olumsuz etkilendi. Bunun temel nedeni dünyanın 1 numaralı ekonomik güce sahip olan Amerika’da yaşanmış olup, tüm dünyayı etkisi altına almasıydı.

Yaşanan krizden en az zararla çıkan ülkeler bir elin parmağını geçmezdi. Bu ülkelerden biri de Türkiye’ydi ama…

Yaşanan krizden en az zararla, güçlü şekilde çıkan Türkiye, Dünya basının dikkatini çekip, üzerinde çokça makalelerin yazılmasına araştırmaların yapılmasına sebebiyet verdi.

Şu anda bankacılık sistemi sorunsuz şekilde işliyor. İşsizlik azalıyor. Ekonomi hızla büyüyor. Ancak; cari açığın artması tüm bu iyimser tabloyu bozmaya yetiyor. Cari açık nedir sorusu soracak olursanız, ülkenin döviz ihtiyacını karşılayamaması durumudur.

2010 yılında Türkiye’nin cari açığı 48.5 milyar dolar olarak gerçekleşti. Oysa, 2010 yılı cari açık beklentisi sadece 22.3 milyar dolardı. Açıklanan bu veri neticesinde, tartışma programlarında “cari açık neden bu kadar fazla oldu” konuları işlendi. Peki; bizde bu soruya cevap arayalım.

Cari açık, ülkenin döviz ihtiyacını karşılayamaması durumunda artışın gerçekleştiği bir durum olduğunu yukarıda bahsettim. Yabancı yatırımcıların kriz sonrasında ülkemizdeki varlıklarını, sıcak paralarını pazarımızdan çekmesi cari açığı arttıran önemli unsurların başında geldi. Öte yandan planlanan projelerin inşasına geçilmesi, büyüyen sektörlerin yaptığı ithalat, cari açığın artmasına sebebiyet verdi.

Bu sektörleri inceleyelim.

Enerji alanında dışa bağımlı olan bir ülkeyiz. Ve bu enerji ithalatı hiç bitmez. Kendi enerjimizi kendimiz üretmemiz gerekiyor. Bu durum birçok kesim kadar konuşuluyor. Yapılan planlar çerçevesinde 2023 yılında bu hayalimiz gerçek olabilir. Bunu bekleyip göreceğiz. Petrol fiyatları ciddi anlamda artmaya başladı. Petrolü de ithal eden bir ülkeyiz. Cari açığın, enerji kolunda açık verdiği sadece bir yakıt türü petrol. Doğalgaz ithalatı, fosil yakıtların ithalatı derken cari açığı zora sokan bir alan haline geliyor enerji. Enerji ithalatımız cari açığın yarısına denk düşüyor…

Havacılık sektörü ülkemizde çok gelişmeye başladı. Önceden, otobüs yolculuğuna daha çok önem verirdik. Hava yolculuğuna yeltenmezdik bile. Tabii bu söylediğim yurtiçi ulaşımına ait göstergeler. Ama son yıllarda havacılık sektörüne giriş yapan birçok şirket, fiyatların rekabetten dolayı düşmesine sebebiyet verdi. Bu rekabet en çok müşteriye yaradı. Çünkü; ucuz bilet ve daha az zamanda ulaşım müşteriyi cezp etmeye başladı. Bu durum havayolu taşımacılığına ivme kazandırdı ve son 2 yılda ciddi anlamda büyüme kaydetti. Gerçekleşen büyüme sonrasında, yeni uçak alımları başladı. İşte bu filo büyütme çalışmalarıyla ithal edilen uçaklar ve uçak araç gereçleri cari açığın artmasına neden olan bir diğer husus. Bu kalemdeki net cari açık 3 milyar dolar olarak gerçekleşti.

İnşaat alanında yaşanan gelişme ve büyüme demir çelik ithalatını patlattı. Öte yandan planlanan projelerin hayata geçirilmek için yapılan inşa çalışmaları hız kazanması cari açığı zorlayan bir diğer etken oldu. Bu alandaki cari açık 7.3 milyar dolar oldu.

Sanayi üretiminde ki artış, makine ve aksamları ithalatını da arttırdı. Bu ithalat 12 milyar dolar olarak gerçekleşti.

2010 yılı ilk iki çeyrekte gerçekleşen 11.8 ve 10.2’lik ekonomi büyümesi şirketlere de yansıdı. Sanayi üretimindeki artış, ekonomik büyüme derken pazarda ki büyümede bir hayli fazla oldu. Pazarda ki büyüme yeni yatırımları sağladı. Bu yatırım ihtiyacı ise; yatırım malları ithalatını arttırdı. Bu kalemde ki net açık 7 milyar dolar oldu.

Tarım alanında gerçekleşen yeniliklere ayak uydurmak gerekiyor. Aksi takdirde pazarda geri kalmaya üretimin azalmasına sebebiyet veriyor. Bu durumda ise tarım araç gereçleri ithalatı önümüze çıkıyor. Bu alanda yapılan ithalat 3.8 milyar dolar.

Yukarıda incelediğimiz kalemler cari açığımızı arttırıyor. Peki cari açığı azaltmanın yolunu sadece yukarıda okuduğumuz sektörlerden ithalat yapmamamız mı oluşturacak?

Hayır.

Şu anda cari açığı azaltmak için 2 yolumuz var. İlk yol kriz sonrasında, yabancı yatırımcıların ülkemize yatırım yapmasını sağlamak. Keza, yatırım yapılabilir ülkelerin başında geliyoruz. Yabancı yatırımcıdan döviz girdisi sağlamak zor değil. Diğer yol ise Merkez Bankası’nın döviz işlemlerine müdahalesiyle sonuç aramak olacaktır…

Ahmet Eren

Paylaş


     Ahmet Eren’in Eski Yazıları

YARIM ŞEYLER

Yarım kalmış aşklar yarım kalmış mektuplar yarım kalmış intikamlar yarım kalmış uykular (bölünmüş de olabilir) yarım kalmış generaller (albay, miralay cinsinden) yarım kalmış doc.dr.’lar yarım kalmış lise öğretmenleri... ve hepsi yarım: Yemekler, inekler (buzağıyken kesilenler) ama yarım nefret yoktu, yarım (azıcık) hamile yoktu, yarım elma vardı (o da sırf gönül almak içindi), yarım kilo domates biraz biber iki yumurta vee gelsin melemen! (Atgm. Kubilay mı, o da kimdi lan!) Yarım inşaat, Yarımcalı Yusuf (Kuyucaklı da olabilirdi), yarım yangalak (nedense hemen arkadan akla dangalak gelir) yarım kat çıkanlar, yarım yamalak iş yapanlar... Yarım işe karşılık yarım çiş zordur. Yarıyarıya, yarıcı (galiba ortak demek oluyor). Yarıcı ile Arıcı, Yarıcı ve Karıcı, Yarıcı & Darıcı Holding… Yardılar beni âbi... tam dört yerimden. Oysa intiharım sonrası yarmasınlar beni, otopsiden korkarım diye not bırakmıştım, dinlemediler. 

-Lan yarma!

-Efendim âbi?

-Töbe töbe... ancak bu kadar olur bi adam.

-Sizi anlıyorum.

-Hoppalaa bu da ne şimdi... Hani kendine saygı, hani kişilik, hani izzet-i nefis?

Aman arpa buğday yarmalar / Amman zeytinyağlı sarmalar

Sevdadan vereme karmalar / Madalyalar apoletler armalar

 

-Balak diyôm Balak... bildin mi?

-Gerçi malak gibi teleffuz ettiniz ama Elazizli Balak Gazi oluyôdu dî mi o.

-Yook, bak bunu ben değil siz dediniz. Hemi de hemen az önce demin şincik ramak kala ânında elan bir ân nâgehan... Ama haklısınız isabet kaydettiniz, kutluyorum.

-Hani bizim sokakta bi Nagehan Teyze vardı, hatırlar mısın?

-He yaa... hiç unutur muyum, hükümet gibi karıydı walla.

-Bi de kızı vardı Ayla diye bizim yaşlarda, bi assubayla mı ne evlenip gittiydi.

-Geçmiş gün yâhu, pek çıkaramadım. Neyse...

*

İşleri yarım bırakırdı, işlerini de öyle. Başladığı iki üniversite de bitmeden yarım kalmıştı. Yazıları kazıları yarım, bazıları da yarım. Bazıları yarımsever olur denmiştir, hem de yardımsever olmak varken. Bir elmanın iki yarısı, Dimitri’nin de karısı derdi, bir tekerlemeydi ve (b)öyle demeyi seçmişti. Bilir misiniz tekerlemelerin seçme ve seçilme hakkı vardır, sanılanın aksine bu durumu pek bilen yoktur, tekerlemeyi tekerlek bile sananlar da çıkmıştır zaman zaman.

Vecihi Beğ son günlerde gene düşünür olmuştu. Durmadan düşünüyordu, yalnızca düşünüyordu, vazgeçilmez bir düşünce düşkünü olup çıkmıştı. Bazen düşünme üzerine de düşündüğü oluyordu, yorulmuyor düşündükçe düşünüyordu. Yarım kavramı üzerine düşünmesi yarım kalmıştı. ‘Olsun, sözkonusu düşünme türünün adı bile yarım, yarıda kalması -bu yönüyle- kabuledilebilir bi şey oluyor’ diye de düşünmüştü.

Vecihi Beğ son günler olan o anki zaman diliminde düşünme’den akıl yürütmeye, faraziye nazariye tahmin teori önerme yakıştırma öylesanmaca arasında mekik dokumaya başladı. Sekiz ev ötede oturan emekli assubay bir Alpay Yılmaztaş vardı. Emekli albay adını andıran bir adı, üstüne tapulu evi, hepsi de kız iki çocuğu, sekiz yıl önce boşandığı eski karısı (karı kurtuldu diyenler de olmuştu), iyi bir emekli aylığı, dolgun bir çevresi... Kahvesi kumarı yoktu. Haftada bir, perşembeyi cumaya bağlayan gece mutlaka rakı içerdi. Büyük kız İzmir’de öğrenciydi, küçük için ise pek de iyi denmiyordu. Lise iki terk, onyedi yaşında, iyi yemek yapar, mükemmel sofra donatır, iki cep telefonlu, olgunlara ve biraya düşkündü. Bu gidişle otuzuna varmadan biragöbekli bir karı olup çıkacaktı. Karşı komşu Bahire Hanım’a bakılırsa bakire de değildi. Zayıfçana ama dolgun göğüslüydü ve bir gözü şehlâ. Etek giyerken görülmemişti. Kot ve tişört, saçlar kısa, makyajı yok ama rastladığı herkese söyleyeceği bir sözü vardı: İyi günler, nassınız Hayriye Hanımteyze, ayy sizin torun görmeyeli ne kadar da büyümüş, bak lazım olunca çekinmeyin, bi deniizz demeniz yeter, hemen koşarım, ayy yeni bi pasta tarifi öğrendim, bak itiraz istemem, Ebru’nun (torun adı galiba) doğum gününde yapçaam, bak unutursanız gücenirim walla ölümü görün baak n’oolur...

O gezme dönüşü sokak başında göründüğünde nerdeyse her kapı ve pencereden de bir baş görünür ‘deniizz’ seslenişi başlar, kız o kapı senin bu cam benim şu denizlik onun (öbür balkon Vecihi Beğ’in) zikzak çize çize, sözler vere vere, temenni ve dilekler suna suna evine varırdı, henüz izi gitmemiş vücuduna sinmiş orta yaş erkek kokusu eşliğinde. Üstünde her zaman parası olurdu. Babasının üçaylığını o yiyor, İzmirdekine bi şey kalmıyor, n’apsın zavallı kıredi mıredi ile okuyor gurbet ellerde, hem yurtta mı ne kalıyormuş (Aslında bu yanlıştı, kız anasıyla birlikte ve bir çatı katında yaşıyordu, içgüveyinden hallice, nafaka falan dümenleri tıkırındaydı). O biraz anasına benzer, ramazanda oruç bile tutuyômuş, adı da Sabriye. Aylânım (Ayla Hanım olmalı, assubayın karı) ille de rahmetli ninemin adı konacak diye diretmiş (yok bi de ninenin örekesi) assubay o sıra tatbikata mı ne gitmişmiş, kızın adı öylelikle böyle olmuş, yoksa dünya ters dönse koydurmazdı derdi. Aylânım küçük kız için bir şey yapamamış, çocuk altı Mayısta doğunca assubay ille de deniz diye tutturmuş (mâlum ya anarşitler o gün asılmış). Deniz Gezmiş’i pek severmiş, ne yani Hıdrellezde doğdu diye kızıma hıdıriye mi deseydim, zaten başımızda bi Sabriye var (Büyük kızı bi türlü tam sevememiş). Anam Vasfiye, teyzem Nuriye, kızım olacak haspa Sabriye... hepsinde var bi ‘iye’, yeter be iyelik ekine çevirdiniz evimi, bulmaca mı çözülüyô burda! Bu kadar Müslümanlık çok bile, Sabriye annesiyle beraber cennete uçacak biz de kanatlarına tutuncaaz... çabuk getirin nerde kaldı rakım bee! Haftada bi çilingirimiz var onu da çok görüyônuz, ille de sirozdan ölecêm var mı itirazınız? A-be seviyôm içmeyi rakı (Lüleburgazlı galiba, böyle cümleye öyle assubay) mayamız böyle karıldı bizim nice operasyonda içimiz yarıldı bizim. Sirozdan ölmek ama önceden siroza yakalanmak istiyôm, normal ölüm haram bana. İlk İttihatçı son Kemalist olmak istiyôm, Saroz Körfezini seviyôm çünkü Saroz’u ve siroz’u sevengiller familyasına mensubum, ille de yây-lâ-laar yây-lâ-laarr... raağt... zzrooll... uygun adım marrşş... (ii)leri! Beni bi de teğmen kompleksi bitirecek zaten yedi bitirdi ya... o kadar pırpır diziliyô kolumuza etmiyô bi yıldız, bu ne aşılmaz eşik bu ne sallanmaz beşikmiş, resmen tabu yâhu. Adıma bakan da beni albay emeklisi sanır, oysa yarım subayım yetersizim, az’ım, azsubayım. Oysa adım tamsubay adı, bi düşünün: Albay Alpay Yılmaztaş! Tam albay olacak adamım. Ama olmazdı gene de tamalbay yerine yarımalbay, yarbay geçidi var, hem de aşılmaz cinsinden. Ezcümle, sirozdan ölmek ardından Nirvanaya ermek, işte yaşam felsefem bundan ibaret. Nirvana dolaylarında ilk önce teğmen, Enver gibi rütbe atlayarak çabucacık (rakının yanında cacık ohfs...) hemencecik albay, sonra general o da yetmezse ordinalyus general mareşali olmak ve hep orada durmak, işte doyuma ermek budur ama reankarne riski beni ziyadesiyle ürkütegelmiştir. Ya yeni yaşamımda gene assubay olarak çıkarsam dünyaya? İşte o zaman papaz eriğini yedin demektir Em.Asb. Alpay Yılmaztaş Hazretleri! Çekemem dayanamam katlanamam tahammül edemem eririm biterim tükenirim olabilemez olmamalıdır, ölürüm yoksa. Yok, zaten bi kere ölmüştüm, öyleyse intihar ederim harakiri yaparım putuma taparım, binaenaleyh batsın bu dünya!

Kız zillii... sabrımı taşırma, zaten adın da Sabriye, bunlar hep anan olacak o karı yüzünden. Âh o gün tatbikat olmayacaktı, bilirdim ben yapacağımı. Tam yirmi gün sonra dönebildim, ipne yüzbaşının haberi olmuş tabii, telsizden bildirmişler ama bana gıcıktı çağırıp bi şey demedi. Zaten assubayları adamdan sayan subay çıkmaz. Ee isim tashihi için dava açmak mahkeme kapısı dolaşmak ha yarın ha öbür gündü falan derken kız oldu eşşek yarısı... Bak Ayla, a-ha buraya yazıyôm (parmağını yalayıp havada gezdiriyor) bu kız çook başımızı ağrıtacak, hiçbir sosyal yönü yok, neerdeki sosyalist olsun, çok beklerim ben çağdaş kızımla övünecek günleri. Yakında namaza niyaza da başlatırsın sen bunu. Bilirim ben seni, elaltından belletirsin Kuran okumayı falan. A-ha bak şuraya yazıyôm (bir buraya bir şuraya yazıp duruyor, ne kültürlü kahramanmış) askerlik şerefim ikiparalık olacak, bu gidişle orduevinde azbiraz itibarımız ve masamız vardı o da elden gidecek. Bi Allahın günü eline bi kadeh alıp da bana tokuşturmadın, bi gün bile mini bi etek giymişliğini görmedim, assubay dinlenme kampının yolunu bilmezsin. Tamam teğmen değilim, albay malbay olacağım da yok ama çağdaşım, modernim, ilericiyim... sen ve Sabriye olacak kızın heppiniz mollasınız mollaa... Âh hata bende yanlış kişiyle evlendim, baştan olmazı belliydi bu işin ama Deniz’i size bırakmııcaam!

Bu lafların edildiği günün ertesinde Aylânım, Sabriye’yi de alarak evden ayrılıp halasıgile gitmişti (Ana baba öleli yıllar vardı). Resmen ayrılık için yine de bir iki yıl sabretti. Bu arada kız İzmir’de okul kazanınca nafaka falan bağlanınca kadın kendi ve kızından ibaret dünyasında kozasını örmeye başladı (Bir rivayete göre Kozpınar Sokak’ta oturuyorlarmış).

*

Her zaman olduğu gibi bir zamanlar münasip bir yerlerde bir padişah ile onun bilge bir danışmanı varmış. Adam bi gün eldeki veri ve bilgilere dayanarak “padişahım, pek yakında içeni aptal yapacak bir yağmur yağacak, kaynaklar toynaklar dereler tepeler bu yağışla dolacak, yani kim, yağış o yağış... bi daha düzgün sağlıklı su bulunmayacak. Önerim şudur kim sarnıçlara, cıbırlara tiz temiz ve sağlıklı su istifleyelim. Hem biz içeriz hem sevgili halkımıza dağıtır bu beladan yırtarız” demiş (Rakı yok muymuş, rakı?) Öneriyi makul ve âkil bulan padişah aynen öyle etmiş. Durum, halka gaste ve tv’lerden duyurulmuş, birifinkler düzenlenmiş, afişler vb. canlılar asılmış. Çok geçmeden aptalıslatan yağmur sağanağı başlamış. Uyarıya kulak asmayan sevgili halk, yağmur sularından “iç babam iç” yapmış. Akabinde de cümbür cemaat kafayı yiyip küllüm edip cümlesi mâaile sıyırmış. Temiz su içmeyi sürdüren saltanat adresine “padişah ve bir zamanlar bilge biri olan danışmanı aptaldır, delidir ondan nâşi ne yapılsa yeridir” deyu saldırı düzenlenmiş. Durum kabak gibi apaçık ortada olunca padişah “needeceğük leng dânişmendbaşu” didikte ol âkil û ecell dânişman “pohu yimektense aptaleden suyundan nûş itmek ewlâdur, sevgili pirezandtım menim” dimiş. Gazaba gelen padişah “ülen dânişmentbaşu, men de senü bir adam belledüydüm, son önerin bu mu leng. İçmiyôm, teslim de olmuyôm anasını satiim. Biz bu tahtı bubamızdan miras bulmaduk (!)” demiş. Deyiş o deyiş...

Sulhi’ydi bu. Hep böyle yapar ‘deyiş o deyiş gidiş o gidiş veriş o veriş yiyiş o yiyiş’ diye bitirirdi.

Bi kadının beş tene bebesi varımış, onları çok severmiş, hep suda pişmiş yumurta yidiriyômuş ‘Hani ananıza yok mu, hepiniz yarımşar yarımşar virsengiz de ben de doysam’ diyômuş, analarına acıyan bebeler de tike tike bölüp veriyômuş. Kadıncağız ardından ‘Âh analar taş yising, yarımşar yarımşar beş yising’ diyômuş. Görüyông mu yılmazgüneyim, vaktiyle ne fidakar analar varımış. Genç cumhuriyet böyle analarıng omuzlarında yükseldi.

Sık fıkra anlatırdı ne de çok şey bilirdi bi assubaya göre. Kayseriliydi, dediğine bakılırsa anada atada vaktiyle ulemâlık varmış. Sık sıknöörüyông lan derdi. İşte biz de (hangilermiz?) silah arkadaşım toprağı bol olasıca Sulhi’yle -ki kendisini bi ateşsuyu partisi akabinde yitirdik- bu destandaki gibi Köroğlu ve Ayvaz misal ikimiz kalmıştık vaktiyle tee dağın başında, tatbikatta unutmuşlar almaya bizi tam beş gün altı gece... ama yanımızda sekiz büyük rakı ve bol meze vardı, gene de ayıp olmasın diye sözde aç bîlaç kıvranmış ayağına yattık, hem günlerce namıkkemal’den seçmeler dinledik Sulhi’nin ağzından (önemli şeyler anlatırken ağzını kullanırdı). Ödül mödül plaket şilt milt takdirname gırla gitti, subay milletiyle obiççim dalgamızı geçtik.

*

Yusuf, Yarımcalıydı ama irikıyım değildi, fakat yine de yarma bursa şeftalisini pek severdi.

Yusuf’un çolak kalması, yanaşma olarak büyütülmesi, herifin kızına tutulması, kızın da ona sokulması, halvet ve kâtip olması, herifin ölümü, kızından fettan kaynana dırdırı, hareketli yaşam arzusu, tabii Yusuf’un maaşı az, kafası da epeycene kaz. Genç karı taze gelin aç tabii, asılan kesilen bikerecik diye yalvaran çook... Hadi bakalım Yusuf’a köy tahsildarlığı yolları görünmüş, günlerce o köy senin bu köy benim, kaynanayla erkekaçı gelin evde vur patlasın çal oynasın, çilingir sofraları, sazlar kemanlar bi odadan öbür kucağa yığılmalar, hediyeler mecidiyeler... Derken bi gece vakitsiz eve dönen Yusuf manzarayı görünce... çekiyô altıpatları tabii, basıyô kurşunu veriyô dumanı hepsine, konak dönüyô harman yerine, oluyô bi eşkiya...

Yarımcalı, bunlardan âzadeydi, Kuyucaklı Yusuf’u falan bilmezdi okumayı sevmezdi. İşini de sevmezdi ama Em.Asb. Alpay Yılmaztaş’ın takıldığı meyhanede başgarsondu. ‘Yarımcalı... heyy Yarımcalı’ diye seslenirler, o da bunu duyunca hemen ‘buyruun efeemm’ diyerek masalara süzülüverirdi. Lâkabının adamı değildi, kimsenin adamı değildi. Evde ise tam bir cellattı, karısı da sanki bir attı, at gibi karıydı, hakkından -tahminlerin aksine- ancak Yarımcalı Yusuf gelirdi, pek mutluydular.

Suzan Hanım (Yarımcalı’nın karı) üçüncü çocuğa hamile olduğunu deyişinin yirminci gününün gecesiydi (yine bir cuma akşamı) masa donatımına nezaret eden Yarımcalı’nın çekilmesi ardınca Em.Asb. Alpay Yılmaztaş ‘Âh ülen âhh şu Yarımcalı’nın yarısı kadar olamadım be’ diye iç geçirdi, geçirir geçirmez aç karna bi bardak rakı daha salladı.

Deniz Yılmaztaş, sabun ve şampuan kullanmadan yıkanmıştı şimdi kendiyle ilgileniyordu. Nedense, omzundaki ben’i ovuşturmaya fazla zaman ayırdı. Babası içmedeydi. Üzerinde bornoz saç dağınık (ve târumâr, tenlerinde nem) havlusuz salona yürüdü mutfağa uğradı elinde bir elma belirdi kütürdeterek ısırdı, uzandı, bağı çözülen üstlüğü toplamaya gerek görmedi üçlü koltuk azıcık ıslandı tv açtı (dizifilim daha başlamamıştı) bir eliyle sol uyluğunu kaşıdı, ardından elmasından kocaman bi ısırık daha kopardı.

Vecihi Beğ, karısının durmakbilmez itirazına rağmen türlü tavizle besleme imtiyazı elde ettiği Minnoş’u gece doyurması için balkona çıkardı. Hava aşka çağıran ve ancak erbâbının sezebileceği binbir kokuyla bezenmiş gibiydi. ‘Evet, Naciye her dâim sevilmeyi hak ediyor ama iş aşka gelince hep kendime sakladığım bazı tereddütlerim var ve ne derse desin n’aparsa yapsın yarın marketten iyi marka bi mama alacağım, yetti be! Şöyle usulünce bi kedi de besleyemeyecek miyiz yani’. Bizli konuşmasına karşılık yalnız olduğunu fark etmekte gecikmedi ve bir ânlığına cüretinden ürktü.

 Osman Kibar

Paylaş


     Osman Kibar’ın Eski Yazıları

 

Online dergiler Online dergiler