HİSLERİN ARAFI

“Dilce susup 
bedence konuşulan bir çağda 
biliyorum kolay anlaşılmayacak 
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın 
yanık yağda boğulan yapıların arasında 
delirmek hakkını elde bulundurmak

Amentü / İsmet Özel

Zamanın ruhu insan ruhunu yavaş yavaş kemiriyor. Sanayi devrimi deyince neden akla buharlı tren gelir ki? Bana sorarsanız, sanayi devrimi İngiliz çocuklarının kararmış elleri ile başlamıştır.

Zaman akıyor. Tik tak. Pink Floyd albümü gibi. Time şarkısı mesela. Erasmus gibi deliliğe methiyeler düzmenin vakti değil midir dostlar?

Bir Queen şarkısında Freddy Mercury sorar bizlere:

“Ne için yaşıyoruz? Ne aradığımızı bilen var mı?”

Ne arıyoruz sahiden? Nedir bunca uçak, silah, bomba? Kimden korkuyoruz?

Nietzsche “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük” der. Asıl ölen aslında insandır. Kabil’den bu güne kadar kanlı elini yıkamamış olan insan. Bir türlü Habilleşememiş insan.

Modernizmin tasavvur ettiği medeniyet, tek dişi kalmış canavar bile değilmiş be hocam! Tyler Durden’ın söylediği gibi “tarihin ortanca çocukları” olarak sonumuzu bekliyoruz. Dikkat! Vahşeti kınamak yasaktır! Çünkü tez ve anti-tez savaşımı içindeki düşünce evrenimiz yorgun. Facebook’ta bile etiketleniyoruz. Hayatımız mimlenmiş!

Shakespeare’in King Lear adlı oyununda şöyle bir ifade geçmektedir:

“İnsan bu dünyaya ağlayarak gelir ve yeterince ağladıktan sonra ölür”

Biz ağlayamıyoruz bile.

Yine Nietzsche:

“İnsan o kadar acı çeker ki, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır” der.

Gülebiliyor muyuz?

Bu çağ, vicdanı olan insanlar için bir Araf’tır. Hislerin Araf’ı. Rock starı olamayacağız, onu biliyoruz. Reklamlar yalan söylüyor yani. Carpe diem de rüyadan ibaretmiş. Hedonizm bize göre değil. Çünkü insanlar acı çekiyor, insanlar sömürülüyor, öldürülüyor. Onlar bu haldeyken kahkahalar atmak bize yakışır mı?

Peki, onlar için ne yapıyoruz? Neredeyse hiç. Belki yapmıyoruz, belki yapamıyoruz. İnsanız, fazlası değil. Güç birlikten doğar derler. Karl Marx’ın işçilere “Birleşin, kaybedeceğiniz sadece zincirleriniz!” diye seslenmesinin ardından kaç sene geçti sahi? Belli ki, onu da yapamadık.

Akıllı cümleler kurmak her yiğidin harcı değil. Kişisel gelişim kitabı yazmak kolay değil örneğin. Öncelikle bir takım elbiseniz olması gerekiyor. O zaman size ciddiye alacak binlerce insan bulabilirsiniz.

Akıllı olmak hiç kolay değil. Rockefeller ne kadar akıllı bir adam değil mi? Steve Jobs? Bill Gates? Bush über zeka! Obama keza. Televizyonlar akıllı adamlarla dolu. Bu gördüğünüz empresyonist tablonun altındaki imza onlara ait. Bu adamların kurduğu, inşa ettiği, yönlendirdiği ve yönettiği dünya modeli ayaklarınız altında. Ama biz annelerin ayakları altındaki Cennet’e inanıyoruz.

Hamlet deli mi? Yoksa rol mü yapıyor? Boşverelim bunu. Hamlet iyi çocuk.

İsmet Özel de iyi şair ve iyi ki var. Yoksa kim anlardı delirmek hakkını elimizde bulundurmayı?

 Alp Kaan Kılınç

Paylaş

“Unutamayacağınız bir tatil mi geçirmek istiyorsunuz? Gün boyu süren animasyonlarla kıpır kıpır eğleneceğiniz, müziğin hiç susmadığı gecelerde paldır küldür dans edeceğiniz, mavi ile yeşilin birleştiği noktada horul horul uyuyabileceğiniz, yirmi dört saat hizmet veren açık büfemizde hapur hupur mide şişireceğiniz... tek adres!”

Serbest vuruştan önce topun üstünden atlayalım: Şu an okuduğunuz yazı, üst paragrafta mukîm ensesi kalın lakırdılara benzer herhangi bir vaat veya viral reklam içermemektedir.

Ardısıra cümleler ‘yolculuk rehberi’ olma sanrısıyla, bir Avrupa seyahatini, turizm acentasına ayaklarınızı ipotek ettirmeden gerçekleştirebileceğinizi iddia eder.

On beş günlük tecrübeden yüz bulup, “hayal kurmak dâhil, her şey 500 avroya patlıyor haccabi” gibi sahibinden kiralık boşboğaz ifadelere rastlamak mümkündür.

Genel itibariyle işbu metin; Interrail, Interfly, Flexipass ve sair öğrenci dostu zamazingo ile ortak müfredatta hazırlanmıştır ve seyahat öncesine ilişkin tavsiyeler [vize alma teknikleri, bavul doldurma kılavuzu, almayanın dövüldüğü ucuzlukta vasıta alternatifleri... vs.] ihtiva eder.

Yediğim, içtiğim, gördüğüm şimdilik bende kalsın; Frenk memleketlerinin olmazsa olmazları, olmasa da olurları ve olmayacak olanları bilahare fiskoslanacaktır.

Sağ tarafta yer alan çubuğu biraz aşağıya indirin, önce konsolosluğa doğru akbil basıyoruz.

 

Bugünün insanın en büyük sorunu modern yaşama çabasıdır. Bugünün Türkiye’sinde iğreti duran bu anlayış artık haddini  çok aşmış bir vaziyettedir. İnsanlar artık olduğu gibi görünmekten çoktan vazgeçmiş, “olması gerektiği gibi” yaşamaya çalışma çabasında bocalayan bir ruh hastası portresi çizmeye başlamıştır.

Modern yaşama standartının nerden nasıl çıktığı konusunda çok bir fikrim yok; ancak sonuçları karşısında ortaya çıkan durumu gözlemlemek artık çok basit bir hal almış durumdadır. Herkes kendi hayatını, amaçlarını sorgulayınca bunu kolayca anlayabilir. Olaya kal-ü beladan bir bakış atacak değilim. Zaten bu zaviyeden bakışın, konu olan modern yaşama saçmalığıyla karşılaştırılamayacak kadar ulviliğidir ki, bunu engeller.

Gelelim gerektiği gibi yaşama mevzuuna. Genel anlamda özgür bireyler olarak inandırılan modern toplum, farkında olmadan iki organı arasına sıkıştırılmıştır ve özgürlük mahkumu olmuştur aslında.  Bir çoğu bunun farkında değildir. Birincisi başkalarının ağzı. Her hangi bir eyleminde “felanca ne der acaba?” baskısı, ikincisi ise; apış arasıdır. Öyle ki insan vücuduna bile boyut getirme, dişine göre sevgili sahibi bulma vs  bu işin basit bir göstergesidir. 

Maddeye tapınmanın temelini oluşturduğu bu sistemi  tam olarak kavramak, anlatmak için hayat anlayışımızı değiştirmemiz lazım. Hayatımızı düzenleyen, kriter olarak beynimizde yer eden şeyleri sorgulamamız gerekmektedir.  Toplumun artık çok basit mühendislik manevralarıyla değiştiği günümüzde bilinçli eşeklik vasfına sahip bireyler olmamamız gerekir. Bu gerekliliğin sebebi ruhumuz bünyesinde bulunan vicdan mekanizmasıdır. Bu mekanizma insan olarak kalabilmemiz için işlemek mecburiyetindedir. Aksi halde toplumsal olarak doğacak her sonuç bir felaket olacaktır. 

***

Yazının bu kısmında değinmek istediğim düşünceler tamamen akıl sağlığını yitirmiş bir bireyin söylemiş olduğu ve yukarıdaki yazıyı tamamlamak adına kaleme alınmaya çalışılmış şeylerdir.

Diktatörlük rejimine bugünkünden fazla ihtiyaç duyulmuş bir zaman yoktur bence. Düşünün bir kere; Bir diktatöre sahip bir ülkedesiniz. Eğer sizin mantığınız, tavrınız vs diktatör ile uyuşursa çok kralsınız.  Şöyle ki: Mesela adamın (dikta edenin ) kafası esti, o ülkedeki tüm Nissan Juke araba kullanımını yasakladı. Güzel olmaz mıydı? Böyle tasarımı olan bir araba olabilir mi yahu? İğrenç! ya da tüm çakma sarışınların saçlarını kazıttsa. İnsan saç renginden rahatsız olur mu? Saçını boyatan bir insan bundan nasıl mutlu olup kendini iyi hissedebilir? Kendini bir boyayla iyi hisseden insanın düşünce kapasitesi ne kadar derin olur? Mesela ülke vatandaşı olan herkese IQ testi uygulasa, Belli kriteri geçemeyen insanları o ülkeye vatandaşı yapmasa. Trafikte klakson çalmayı yasaklansa. Kötü mü olurdu bunlar?

***

Dil çok önemli bir mevzu arkadaş! Dil canlı bir şeydir. Şeydir ama nedir kimse bilmiyor ve onu şey edip duruyor. İnsan yaşantısıyla daha doğrusu toplumsal ve kültürel  yaşantının kalite ve ağırlıyla paralel gelişen ya da gelişemeyen dil, günümüz Türk toplumunun özünden kopan halini en güzel yansıtır.  Mesela argo dilin bir parçasıdır ya da küfretmek. Biz bugünlerde kullandığımız dil bundan 50 60 sene öncesinin argosuna bile yetişemez hale gelmiş ki bir de Türkçe bilim dili olacak! Olmaz demiyorum ama  bugünün insanıyla çok zor. Bence hazır gıda, giyim gibi adetlerin topluma girmesiyle bizim dilimizin bozulması aynı eksende düşünülebilir. Zira yeni çıkan kelimeleri biz hazır olarak yabancı dilden kendi ağzımıza pelesenk etmişiz. Mesela: Organizasyon! Ne orospu çocuğu bir kelime düşünülünce!?...

***

Bu satırları yazarken bir durumla karşılaştım. Arkadaşıma çok çalışıyorsun dedim. Onun cevabı da; “para lazım evlenecez.”oldu. Şimdi  evlilik gibi bir müessesenin sağlanması için bile para olmazsa olmaz bir koşul olmuş vaziyette artık. Ne gerek var bu kadar paraya? Gerek var çünkü; düğün yapmak zorundasın, balayı ev düz vs… çünkü çevrenin ne diyeceği bizim saçma sapan bir sürü masraf yapmamıza sebebiyet  vermekte;halbuki huzur kaç para?

Yeri gelmişken bu konuda şunları söylemek istiyorum. Günümüz kızlarının kendini beğenmiş ve akılsız tavırları bir aile kurup huzurlu yaşama ümidi içersinde olan bir erkeği evlilikten soğutuyor. Bakın arkadaşlar, siz aileyi koltuk kanepe takımıyla veya LCD ekran televizyonlarla kuramazsınız. Bu çok basit matematiksel problem gibidir. Aşağıda vereceğim problemi çözebilen bayan arkadaşlar kendi içlerin bu durumu düşünsün. Çözemeyenler kaldıkları yerden yola devam etsin:

X+4=7 ise x=?

***

Bu dünyada üç tip insan vardır. Biri okumadan fikir sahibi olan insandır. Buna biz cahil der geçeriz. NŞA’da ( kimyadan hatırlayın!) bu tipler pek önemsenmez, saygı duymaz, herkes tarafından bilinir. Bunun karşıtı olan ise, okuyan araştıran bir fikre sahip olmak için ayrıntıya takılan ve beyin sancısının ardından bir şeyler söylemeye çalışan ve bunu beceren insan tipidir. Bunu yapabilen insan sayısı çok azdır. Anlaşılmasalar da, daha doğrusu karşılarında muhatap olan kişilerin kapasitesi anlaşılmalarına engel olsa da, “her köle efendisine benzemek ister.” Kaidesince saygı duyulurlar.  Bunlar normal bir toplum için insan tipi standartını oluştur. Doğaldır. Ancak bu iki kutup arasında kalan bir grup vardır ki… Tanrı varlığımızı bunlardan korusun! Bu tipler ise az okuyan  ama çok az okuyan ve bir konu hakkında okuduğu sadece bir kitap, makale, fıkra, deneme vs yi mutlak doğru kabul edip bununla fikir sahibi olandır. Bunların fikri ise daha doğrusu fikir sandıkları tamamen beyinsel bir yanılgıdır. Mesela; Ermeni sorunu hakkında  bunlar okudukları 3 sayfalık makale ile fikir sahibi olup sonuca varabilirler. Bu tip insanlardan bilimsel, sosyal veya akademik fayda aramak, tesettüre girmiş bir fahişede bekaret aramak gibidir. Üniversite gençliğinin de büyük bir bölümü böyledir.  Yani giyiniş olarak demiyorum, üçüncü tip insan olarak…

***

Sevmek, birine gönül vermek günümüzde artık elbise değiştirmek gibi olmuştur. Benim düşüncem o dur ki, kişi eğer giyecek yeterli kıyafeti varsa ve buna rağmen gidip hala yeni bir elbise alıyorsa, birini tam olarak sevemez. Bu savımı tam olarak nasıl savunurum bilemem ama sevmelerin bugünlerde ne kadar  basit olduğunu söylememe gerek yoktur inancındayım. İnsan nefsi azgındır ve hep daha fazlasını ister. Bugün elbisede tamah gösteremeyen yarın kişide de gösteremez. 

Birine gönül vermenin bugünle eski arasındaki farkı ise şöyledir. Birini seversiniz mesela. Muhtemelen de belli bir süre sonra ayrılırsınız. Sonrada bu ayrılıktan sonra yıkılır hayatın size bir daha gülmeyeceğine ya da bir daha kimseyi sevemeyeceğinize iman edersiniz. Tabi bu imanınızda sizi müşrik edecek illa ki bir ikinci şahıs çıkar. Bu sefer karşılaştırma imkanınız olur ve ikinci kişi hayatınızın son kişisi olduğuna inanırsınız. Tabi bu da olmaz. Buna da çok üzülür tövbe eder ve yine birine gönül vermeme konusunda iman tazelersiniz ancak sorun şudur ki; hayatınıza bundan sonra girecek her kişi üçüncü kişi olur. Böyle de olunca sevmek konusunda insan sabit kadem duramaz olur.

Bu durumu şöyle yorumlayanlar da çıkabilir. Derler ki: ileride hayatına girecek insanın gelişi içindir bu ayrılıklar. Böyle bir şey yoktur. Mesela benim hayatıma da, bu yazıyı okuyanın hayatına da ileride biri çıkıp, hayatımın geri kalanını geçireceğim diyeceğimiz insanlar gelmeyecektir. Bunu beklemek saçmalıktır. İsteyen beklesin ama olmayacaktır ;boşuna ömür tüketmeyin.

Bekleyiş yerine daha mantıklık olan da şudur;  hayatınıza giren insanların kusurlarını hoş görüp ortak paydalar bulup güzel şeyler yapma çabasıdır. Bunun için gerekenler ise; sabır, az biraz akıl ve aptalca beklentilere girmemek. Mesela sevdiğinizi sandığınız insandan elektrik almayı beklemek gibi. Bu en basit ifadeyle mallıktır. Karşınızda jeneratör, santral vs gibi bir nesne yok!  Zaten elektrikte bir iletken olmadan kolay kolay iki nesne arasında geçmez. Nicola Tesla’nın böyle bir araştırması vardır ama onu burada  anlatamayız. Sonuç olarak varacağım nokta: insanlardan, kendi ellerinde olmayan beklentilerde bulunmayın. Daha mutlu olursunuz.

***

Eğer paylaşmak istediğiniz bu tip notlar varsa severek okurum ve paylaşmak isterim. Aşağıdaki parçayla da size 7:47 saniyelik mutluluğa davet ediyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=ZpAsNmMToS0&feature=related

Sevgili Barış,

Nasılsın? Uzun zamandır Dünya'ya gelmiyorsun. Bir sıkıntın, derdin veya bize küskünlüğün yoktur umarım. Bizi soracak olursan, çok iyiyiz diyebileceğimiz kadar iyi değiliz maalesef. Burada işler ve insanlar çok karışık. Her gün çocuklarımız ve gençlerimiz birer birer göç ediyor maneviyata. Füzeler patlıyor, insanlar kaçırılıyor, devlet büyükleri birbirleriyle şakalaşıyor ve ne yazık ki biz sadece izlemekle yetinebiliyoruz. Elimizden bir şey gelmiyor. 

Küresel ısınıyor, doğalgaz sorunları yüzünden savaş eşiğine geliyoruz. Bazen o eşikten içeri girdiğimiz de oluyor ama neyse..

Yokluğun bizi yaralıyor. Sömürge topraklarında açlıktan, batı kesiminde ise obeziteden ölüyorlar. Bu sana ne çağrıştırıyor bilemem ama, lütfen bu çağrılara kulak ver. Kimi yerde dökülen kanları içenler varken, kimi yerde dökülen kanların üstüne içilen soğuk sular, dökülen kanların bağ sahiplerinin de başından aşağı dökülen kaynar sular var.

Bu durumun sorumlusu sensin ama suçlusu kesinlikle değilsin. Çünkü seni biz kovduk. Paraya olan düşkünlüğümüz insanlık değerleri açısından oldukça fazlalaşmıştı ve bu; senin aramızdan ayrılmana sebep olmuştu.. Bunun farkındayız ve asla seni suçlamıyoruz.

Barış, özleminin Dünya ekonomisi üzerinde her geçen gün daha çok etkisi görülüyor. Döviz yükseliyor, katma değer vergileri yükseliyor, hisse senedi endeksleri yükseliyor ve bu tür değerlerin yükselişi; insanlığı alçakta bırakıyor.

İnsanlık ölüyor Barış! Varlığında espri amaçlı kurduğumuz klişe cümlelerin hepsini bugün ağlayarak söylüyoruz. 

Sevgili Barış, 

Yokluğunda dökülen kanların içinde boğulmak üzereyiz. Senden ufak bir ricamız var. Seni çok özledik. Varlığında geçirilen onca mutlu günün hatrına, seni tekrar Dünya'ya davet ediyoruz. Bizi kırmayacağından eminim. Lütfen tekrar aramıza döner misin?

 

ARTIK YAZMAM GEREKİYORDU

Yazamamanın verdiği huzursuzluk içinde kıvranıyorum bir süredir. Hayatımda gelişen bazı şeyler, geçiş yaptığım dönemler, farklı bir hayata ayak uydurma sürem..

Boş boş durduğum zamanları özlediğim bir dönemdeyim. Yazmanın bana nasıl bir rahatlama sağladığını inkâr edemeyeceğim.

Bazıları bu işi sırf birileri beni okusun, birileri benim düşüncelerimi paylaşsın diye yapıyor...

İtiraf etmeliyim ki ilk başlarda bu durum benim de hoşuma gitmişti. Gelen tepkiler, okuyanların yorumları, düşüncelerimin insanlar arasında dolaşması..

Bir süre geçtikten sonra, belli aralıklarla yazmazsam içimin dolduğunu ve daraldığımı fark ettim.

Artık yazmak benim için sadece yazmaktı. Sigara içmek gibi, uyumak gibi, yemek yemek gibi, alkolün dozunu arttırmak, yemek pişmeden parmaklamak gibi..
Zevklerimin arasına girmişti kısacası..

İnsanların okumasından geçtiğim zamanlar daha iyi işler çıkardığımı fark ettim.

Kendimi övdüğüm bir yazı olarak adlandırmayın lütfen.. Beni tanıyanlar az çok bilir nasıl bir insan olduğumu. Bu bir veda yazısı olacaktı aslında benim için.

Buraya, her ay yazdığım yazılara, bundan sonra yazacaklarıma..
Her şeye veda taşıyordu bu yazı.
Başlığı o niyetle atmıştım..

Dedim ya insanların okumasından geçtim artık. Elime kâğıt kalem alıp yazayım derdim olmadı hiç. Dolduğum zamanlarda birden başladım yazmaya ve noktalandığı an yayınladım. Bazı "şair"lere göre, bu yaptığım yadırgandı, eleştirildi. Düzenleme yapılmadan yazının yayınlanmaması gerektiğini savundular.. Ama ben duygularıma hiçbir zaman düzenleme getirmeyi düşünmedim..

Şunu anladım ki yazmak birden bırakılacak bir şey değil.. Hani sigara bırakma yolu olarak azaltmayı gösterirler ya, azaltarak bırakabilirsin derler.. Bu da aynı durum.. Azaltarak bırakabilirsin.

Ve bir şeyi azaltmak, sadece onun zevkini arttırır..

Burçin Aktas

Paylaş


     Burçin Aktaş'ın Eski Yazıları

AYNADAKİ ÇARE

 

 

İnsanın kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür der Platon. Bence de öyle…

 

 

Eskiden uzun uzun kendimle konuşurdum. Bu eylem kimilerince delilik olarak tanımlansa da, bence aksiydi. Çünkü ben beynimde yenemediğim mağlubiyetlerimi, hatalarımı ve gaflarımı aynada kendime laf ederek yenerdim aşamadıklarımı... Fakat zaman ve dünyalık dediğimiz gafletler bunu da çaldı benden, biliyorum sizden de çaldığı gibi… Ki insanın kendini yenmesinden büyük bir zafer yok günümüzde…

 

Dünya silahların, paranın ve beynin dip çukurlarının yörüngesinde sendelerken, bireysel çalışma özelliğini kaybeder beden artık bu dünyanın yörüngesine girmiş, kıyafetlerin, eşyaların, cinslerin ve cisimlerin kısacası paranın kölesi olmuştur. Kendimi giderek inançlarımızdan, esas kıldıklarımızdan soyutlanmış olarak buluruz. Kendimizle savaştığımız anlar bile aklımıza gelmez. Eşyalarla savaşırız. Belki yeni çıkan bir telefonla, belki son model bir arabayla, belki de bir elbiseyle…

 

Cisimlerin kişiliğimizi yansıttığı düşüncesi iyice işlenmiştir çünkü beynimize. Artık dünya yaşayabildiğimiz kadar olmuştur bizim için… Hz. Ali’nin de dediği gibi; “Size ne oluyor da dünyada kazandığınız az bir şeye seviniyor, ahirette kaybettiğiniz birçok şeye üzülmüyorsunuz?”

 

Ve işte dünya artık tüm benliğimizin önüne geçmiştir. Beğendiğimiz her kılıfı üzerimize alıyor hatta çoğu zaman beğenmiyor, beğendiğimiz düşüncesini bünyemize hazmettirilip kılıflandırılıyoruz. Pişmanlık duysak da arada bir “ ama ben ne yapabilirim, onca insanı ben mi değiştireceğim” düşüncesine yenik düşünüyor, yine kaybediyoruz benliğimizi, cıvıltılı fakat içi kurtlu dünya ya… 

 

Şimdi soruyorum size; bir yerden başlamak gerekmiyor mu? Ya da artık çok mu geç?

 

Gizem Çavusoglu

Paylaş


     Gizem Çavuşoğlu'nun Eski Yazıları

Online dergiler Online dergiler