HOBİ FOBİSİ

Valide sultan, benim yeteneğimin olduğuna inandığım ve çevremin de tasdiklediği her mesleğe – finansal getirisi cüzi olduğu için – hep “hobi” gözüyle bakar.

 

-          Anne ben tiyatrocu olcam!

-          Önce güzel bi iş bul kendine, sonra hobi olarak yine yaparsın.

-          Anne ben karikatürist olcam!

-          Hobi olarak yine yaparsın oğlum…

-          Anne ben film çekicem, yönetmen olcam!

-          Çek tabi… Ama hobi olarak çek.

-          Kitap çıkarcam anne! Yazıyorum.

-          Hobi olarak yaz çocuğum…

-          Kafayı yiycem anne!

-          Tamam; ama hobi olarak ye!

Annem kendince haklı elbette… Çünkü benim “meslek” gözüyle baktığım ve tümü yetenek gerektiren hadiseleri, ülkemizde “hobi” olarak yapmak daha makul görünüyor. (Hobi olarak şarkı söyleyen, albüm çıkaran doktora yüklenmemek gerek. Ama o kişi artık hobi olarak doktorluk yapmaya başlamışsa, bu işte bir yanlışlık var demektir.) Yeteneği olan/olduğuna inanan herkes istediğini yapmakta özgürdür. Başarıya ulaşıyorsa zaten hak ettiği yere gelmiş olur. Ancak bu tarz örneklerle o kadar sık karşılaşırsak, doğal olarak hepimiz aynı şeyi söylüyoruz: “E demek ki bu meslekler (şarkıcılık, oyunculuk…) hobi olarak da yapılabilir.” 

Girişteki tümceye dönecek olursak; hobi olarak da yapılabileceğine inanılan mesleklerle, finansal açıdan tatmin olunamayacağı kazınmış, annem gibi birçok ebeveynin zihnine… Doğruluk payı var mı? Şüphesiz var. Geçerli aile yaşantısı demek; memuriyet yaşantısı tadında yaşamak demektir onlar için… Çünkü çocuklarının mürüvvetini ve düzenli(!) bir hayata geçtiğini görmek bütün ailelerin çaba listesinin birinci sırasında yer alır. Memuriyet yaşantısı küçümsediğim bir yaşam biçimi değil. Hatta memur bir babanın çocuğu olarak pek fazla sıkıntı çektiğimiz söylenemez. Ama düzenli hayat denince insanların aklına tek bir düşünce yerleşiyor; düzenli maaş! Sen şirket kurup trilyonlar da kazansan, sana aynı soru yöneltilecek neredeyse: “Düzenli maaşın var mı?” Hiçbir aile, muhakkak, evladının sürünmesini istemez. Gerekirse mutlu olduğu/olacağı işi yapmasın; ama sürünmesin. Oysa bilmezler ki, yetenek gerektiren bütün mesleklerin sevdalıları, sürünürken bile mutlu olmayı becerebilen mazoşistlerdir.

E o zaman yan gelip yatsın herkes, sonra da ben sanat yapıyorum desin. Olur mu öyle? Ne alakası var canım? Bunu mu söylüyorum ben? Bir müsaade et! Bir insanın neye ya da nelere yeteneğinin olduğunu küçük yaşlarda sezinler aslında aileler ve eğer bu yetenek bir de sanat dallarından biriyle sıcak temas halindeyse, aman diyeyim! Bir korku kaplar aileyi! “Eyvah, bizim çocuk sanatçı olacak!” İvedilikle ve endişeyle ders kitapları yığılır önüne… Günde bin tane soru çözmesi istenir. Niye? Sınavlarda başarı elde etmesi midir salt amaç? Tabi ki, hayır! Yeteneğini geliştirmeye fırsat bulamasın.

Elbette biraz(cık) mübalağa içermekte söylediklerim. Ancak bir çocuğun ya da gencin yeteneğinin üzerine gitmek yerine, köreltmeye çalışmak nedendir? İşte bu tarz aileler yatırım ve riski sevmeyen ailelerdir. Hâlbuki yeteneğinin üzerine gitsen, senin hobi olarak değerlendirdiğin meslekte, gelecekte parmakla gösterilebilecek bir sanatçı olma şansı vardır çocuğunun…

Sakın bu sözlerime bakıp da ailem tarafından, yukarda örneğini verdiğim despot ailelerin benzer yaklaşımlarına maruz kaldığımı sanmayın. Fikirlere saygı duyulan bir ailede yetiştiğim için, böyle bir aileyi üzecek bir hata(!) yapmak istemedim ve işletme bölümünü yazdım ÖSYM tercih formuna… İşte o yüzden beş buçuk senede bitirebildim bölümümü. Ama sanılanın aksine hayalimdeki meslekleri değil; “işletme”yi hobi olarak yapacağım. Peki, neye mâl oldu bu doğru olmayan yönlendirme? Dershaneyle birlikte, yaklaşık, yedi koskoca seneye! Boru değil be usta!

Hayali gerçekten işletme okumak olan ve ticarî zekâsı tavan yapmış insanların hakkıdır işletme bölümü… Çünkü ticaret yapmak da fevkâlade yetenek ister. Yönlendirilen böylesine bir birey ilerde neden büyük bir işadamı olmasın ki? Neden çok iyi yönetmenler, iş adamları, oyuncular, müzisyenler genellikle bu işin okulunu okumamışlardır peki? Çünkü o okulda okumasına fırsat verilmemiştir o bireyin… O, okulunu okumak istemediği için değil; yönlendirilmediği için okullu değil de alaylıdır aslında…

E bir de mesaj verelim bari… Şayet bu satırlarımı okuyan anne, baba yada anne-baba adayları varsa kardeşlerinden onlara naçizane bir tavsiye: “Çocuklarınızın mutluluğunu istiyorsanız, onların yeteneklerini ön planda tutun! Yeteneğini sezinlediğiniz mecraya yönlendirin onları; sizin istediklerinize değil! Çünkü siz ne yaparsanız yapın günü geldiğinde kendi hayallerinin peşinde koşacaklar mutluluğu yakalamak için… Dolayısıyla çok fazla zaman kaybetmiş olarak arayacaklardır mutluluğu… Ve daha da kötüsü belki de, doğru (sizin doğrunuz değil) yönlendirilmemiş birey olarak, yanlış yerlerde arayacaklar… Ne siz; ne de onlar mutlu olacaklar.”

-          Bak yine almış eline bi kitap… Çık da biraz hava al be oğlum… Ne okuyosun yine?

-          Bildiğimi be anne... Yine bildiğimi okuyorum.

Yusuf Bahri Özsoy

Paylaş

Have you noticed the silence of a far dense forest with a melodious flow of a hurrying river on it, or that in the limit’s of the lands where the seas embraces the horizons accompanied by the desperate cries of the hungry sea gulls? Or have you ever walked through a single foot-path on which the leaves loose themselves down letting even the trees unknown? For something that your mind had been longing for that very second, something that would be the cause for the regret of not living that moment, for something that you would pay the worlds as price to get it back but still you wouldn’t, it will after all be but a small familiar concept, Peace and still being unaware of its real meaning. Yes, finally its just this thing that you have been searching for and always has been but an open mystery, never solved by anyone except for a few.

Peace is calmness, peace is serenity, peace is tranquility, peace is advancement and peace totally is beautiful. This beautiful concept has always been stuck with the mankind, and he has always been welcoming it and in fact longing for it in its absence. Alas never do most of them succeed to achieve it because the mode and method they use to crawl towards this precious theory is always something inhuman.

Terrorism is the strongest enemy of peace. This is the first and final resort of all those who hate peace not of those who love it. The world today has an uncountable digit of terrorist movements whom consider themselves to be fighting for sacred causes may be religious, lingual, and ethnical or whatever appears to be differentiating the man. Unfortunately this tactic would but bring hatred and separation between nations moreover within nations. Arms have lost their power anymore; it’s just an expired concept which thrives before us triggered by some international companies to fill their pockets with mega money. Those who tend to adopt this as their mode of struggle have always got a bad news ahead, failure. Terrorism is the symbol of unproductiveness, it gains no profit to any part involved but brings disaster and resists the progression of whomever society carrying it out. The world today would thrive only with peaceful discussions and solutions without violence. This is the emblem of the advancing nations; this is the iconic character of the conversant societies who would always welcome peace and peaceful actions. Only this could lead to achieve more positive results.

The final messenger of islam (pbuh) was indeed a messenger of peace. He transformed the total barbaric illiterate Arab society into a well educated people who would later carry the beautiful message of Islam to various parts of the world, enlightening even the dark deep seas with guidance. The only sword he used was, Peace. He brought both peace to the mind and peace to the world. This beautiful method is an example for the whole humanity, to use the sword of peace to achieve missions. Because, those who have tend to adopt this means since the past have only befallen with success and not with failure.

It’s explicit that the human kind starves for peace today. There is no peace in mind neither in the world. So many selfish minds have corrupted this world which deserves to live in peace and security. Hence, the message of peace should be passed to the whole humanity; it should be made lived both in the hearts then on the earth. The struggle for peace should be initiated in every human mind first of all so that the future generation would only spell the sacred word of peace; never should they long for it as we are now.  

İSTANBUL HUKUK'TA SINAVLARDAN NASIL GEÇİLİR?

Vize/final tarihleri açıklanır ve biz ne olduğunu bile anlamadan hayatımızın 'stop' tuşuna basılır. Ardından kitap, ses kaydı, ders notu, pratik ne bulduysak toparlar; otururuz masaya. Masadaki onca kitap, not, pratik, kanun etrafımızı sarıverir ve biz sandalyemizde küçüldükçe küçülür, ne yapacağımızı bilemez hale geliriz. Çalıştığımız her sayfa sonunda; kaç sayfa bitirmişiz, kaç sayfa kalmış, bu hızla devam edersek kaç günde bitirebiliriz hesabı yapar dururuz. Sınav günü geldiğinde konuları bitirebilmişsek kendimizi şanslı sayar, son dakika tüyoları almak üzere fakültenin yolunu tutarız. Sınav kimi zaman beklediğimiz gibi olsa da çoğu zaman 'öngöremezlik' kuralı işler ve onca konu içinden hoca tam da gidip 'o' konuyu sorar. Ve 'o' konu bizim çalışmadığımız yahut çalışıp da üzerinde durmadığınız konu olur.

İşte bu yazıyı kaleme almamın sebebi; tüm bunları yaşayıp, kendimce bir çözüm getirmiş olmamdır. Bu yazıdaki amacım hukuk fakültesi nasıl bitirilir öğretmek değil, sadece herhangi bir meselede kendi çalışma metodumun nasıl olduğunu izah etmektir. Zira nasihat vermeye kalkışmak haddim olmadığı gibi böyle bir iddiam da yoktur. Amacım 4 yıldır edindiğim tecrübeyle sınavlara nasıl çalıştığımı, benim epeyce faydasını gördüğüm metotların neler olduğunu size de açıklamaktır. Böylece dileyen olursa, mantıklı bulduklarını uygulayarak faydalanabilir.

Bu girizgâhtan sonra şunu da söylemeliyim ki; kanunların sayıca çok olması intizamı sağlamaz; önemli olan kanunlara sıkı sıkıya uyulmasıdır. Dolayısıyla kendime bir yığın kural koymak yerine, aşağıda okuyacağınız 4 kuralın bana yeteceğine inandım ve çözülmesi gereken her meselede bu kuralları uyguladım:

1. Sınav sorumluluğundaki yahut inceleyeceğim herhangi bir konuyu gerektiği kadar parçalara bölmek ve hiç bir konu açıkta kalmayacak şekilde bütün konuları okumak. Okuduklarımı birbiri ardına gelecek şekilde bir düzen dâhilinde zihnimde kodlamak.

2. Çalıştığım konuları tablo yahut karşılaştırma şeklinde sistematize ederek, bir-iki sayfadan oluşan adeta bir kroki hazırlamak. Böylece elimde 500-600 sayfalık kitabın ne tam bir özeti ne de sadece içindekiler bölümünden ibaret olan ancak baktığımda bana konunun ayrıntılarını hatırlatan genel bir taslak tutuyor olurum.

3. Bir kanunu, kuralı ezberlemeye çalışmak yerine onun varoluş sebebini öğrenmek. Özellikle bu husus hukuk fakültesinde önem arz ediyor. Zira tek tek kanun maddelerini ve cümlelerini ezberlemek bir işe yaramaz. Kanunlar gelir, geçer, değişir ve biz beynimizin geri dönüşüm kutusunu doldur-boşalt yapar, dururuz. Bu hususu idrak etmeme, çok sevdiğim ve saydığım hocam Sayın Aydın Gülan vesile olmuştur. Böylece bize kanunu peşin peşin doğru kabul etmek yerine onu muhakeme etmeyi, değerlendirmeyi ve olanı değil olması gerekeni düşündürmeyi öğretmiştir.

4. Ayrıntıda kaybolmayıp esası anlamaya çalışmak ve geneli gözden geçirmek. Bunun için de kitabın yıl içerisinde okunabileceğini ancak sınava az bir zaman kala kitaptan okunmaması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de daha önce kitaptan hiç okumadıysanız neresi önemli neresi değil anlayamaz ve sayfalarda kaybolup, çıkmaza girebilirsiniz. Son olarak konunun geneline hâkim olmaya çalışmak önemlidir. Çalışma bittiğinde, konuya tabiri caizse bir haritaya bakar gibi yukarıdan bakabiliyor olmak gerekir.

Buket Abanoz

Paylaş

 Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.

 Ahmet Haşim 

 Ey hüznüm! Senden yüz çevirip tekrar sana iltica ediyorum!

Beni bağışla…

Dokunmayın bana! Yaklaşmayın…

Hayat güzel, dünya güzel, demeyin. Güzel günlerin peşinden sürüklemeyin beni. Bülbülleri, gülleri anlatmayın bana. Çiçeklerin taze kokusunu taşıyan rüzgârları anımsatmayın. Bebeklerden söz açmayın mesela, şefkati hatırlatmayın. 

Silmeyin gözyaşımı! Geri çekilin. Ötelerde durun.

Gelmeyin üzerime... 

Neşeli türküler derlemeyin, edalı şiirler okumayın. Sevgi öyküleri anlatmayın.

Çorak topraklar devşirin benim için. Karanfiller ekmeyin topraklara… Yayla kokusu serpmeyin avucuma. Çam sakızından dağ çileğine dek, taşımayın tabiatı üzerime…

Teselli etmeyin. Boş laf söylemeyin. “Her gecenin bir sabahı varmış”  bana ne! Deyimleriniz de atasözleriniz de size kalsın. Lâl olmuş dillerle çıkın karşıma…

Ilık mevsimler örtmeyin üzerime. İlkyaz gelmiş diyorsunuz. Hazanlardan haber verin bana. İçine kapanan kara bulutlardan, lodoslardan… Hangi mevsimin yağmuru olduğunu bilmediğim yitik yârdan…

Ana duası demeyin dayanamam, sözünü bile açmayın. Hatırlatmayın sevdiklerimi. Zaten sevmek değil midir yaramız. Sevda yükü değil midir azığımız. Payımıza bu düştüyse, Amenna!  Çekeriz elbet.

Ben, hüznün ve acının harmanlandığı çocuğum. Alnımıza nakış nakış işlendiyse dünyanın doğusunda doğmak, benim yazgıma “hüzün” düşer elbet, isyan değil! Çok görmeyin.

Yazgıma boyun eğip, hüznümü yaşamak istiyorum sadece. Sessiz, yalnız ve bencilce... Küsmeyin.

Üstelik hüznüme hüzün katmak için; sırf hüznüme hüzün katmak için, telifini de ödedim. Peşin peşin verdim gençliğimi. Gözümü kırpmadan başımı eğdim. El pençe divan durdum huzurunda. Şaşırmayın. Gönlümü istedi, gönlümü verdim. Canımı isteseydi, canımı da verirdim.

Her hakkı mahfuzdur sırların…

İçinde sözcükler,

Eksik ya da yarım.

Tren garı, yağmur ve türkü…

Bir de senin;

Hevesin geçince sıkıldığın

Sandıklara sakladığın

“Ben” oyuncağın.

Neden size söylüyorum ki?

Her hakkı mahfuzdur sırların… 

 I

Havalarda iyice soğumuştu. Dört kişiye yetecek masada, camın duvar vazifesi görmesi ve manzaraya nazır olmasından dolayı duyduğu memnuniyetle gözü dışarı dalmış; aklı ise bambaşka âlemlerde, yalnız başına oturmaktaydı. Aslında hem gözü hem de aklı, yenik ve yıkık viranelerden farksız yerleri mesken tutmaktaydı kendilerine.  Önünde sonradan gönlüne taht kurmuş,  adıyla hayatının çeliştiği sütlü kahvesi durmaktaydı. Aslında bunu her içerken kendisine karşı bir mahcubiyet duyardı: Sevemezdi bunu; yerine Türk kahvesi varken.

Zamanın durduğu, mekânın vazifesinden lakayt şekilde ilerlediği bir anda o çıka geldi karşısına. Apansız olan bu durum karşısında önceden ezber edindiği siperlerden hiçbirini kendine kalkan edinemedi. İçinden geldiği gibi davranmak zorunluluğuyla karşı karşıyaydı anlaşılan.  Artık ne zamanın durması ne de mekânın yavşaklığının bu durum karşısında hiçbir tesiri yoktu.

Tek hareketi boynunu birkaç derece döndürmek oldu. Ama gözler sanki kal-u beladan tanışıyor gibi olmasından dolayı, ortada kaçamak hiçbir hamle söz konusu değildi.  Baktı sadece. Bakmakla görmek arasında zerre miktar fark kalmazcasına baktı. Ne düşünsün ki diye düşündü ilkin. Geçmişinin hatırasında yer edinmiş bu insana, bunca şeyi rezil ettiği için kalıp dolusu küfürler mi savurmaktı yani yapacağı. Ya da modernite budalalığının, ağırbaşlılıkla birleştiği tek nokta olan vakur bir davranış mıydı? “Yaşandı bitti, her mutlu anım için sana minnettarım!”

Her ikisinin de hesabını gözden geçirecek ne bir takati ne de beyninde bu konu için harcayacağı boşa bir glikoz vardı.  Bu yüzden uzunca bir süre uğrak yeri olmayan kalbine danışma ihtiyacı hissetti. Bu olay istem dışı çalışan kas misali gerçekleşmişti. Ruh ile bedenin ortaklığı, varlığın metafizik boyutunun ispati gibiydi sanki.

Öyle de yaptı… Ama ortada eksik bir şey vardı gibiydi. Sorunun neden bir cevabını bulamamıştı ki gönlün evinde?  Anlamsız geliyordu bu, illaki bir iki cümle söylemenin farz olduğu bu anda, kazaya bırakılmayacak kadar önemliydi bu. Ama yoktu. Derken kapitalizmin yetiştirdiği gözü pek bir ferdi olan garson, masaya yeni oturan birini elbette gözünden kaçırmamıştı ve “ne içersiniz?” diye sormuştu. Bu noktada sisteme karşı içi bir anlıkta olsa, onu bu durumdan kurtardığı için, ısınmıştı doğrusu.

Garsonun zamanlamasından ötürü tebrik edercesine bakışları, o tanışık bakışlara döndü tekrar ve sanki ona yabancı biriymiş gibi bakıp, mütercimlik yapmasını bekleyen bir bakış attı.  Bu bakışlara aynı soruyla karşılık verdi: Ne içersin? Bu soru sanki davetsiz gelen misafire orda oturma izni çıkmışçasına kalmasını tescilledi. Masada duran sütlü kahveden bir tanesi daha sipariş etti. Ancak bu siparişte, Türk kahvesine muhtemel bir ihanetten doğacak bir mahcubiyet elbette söz konusu değildi. Zira o her zaman severdi ve yapardı sonra da biterdi her şey onun için.

Bu birkaç saniyelik siparişten sonra öyle bir hal almıştı ki, onunla olan tüm geçmişinde dinamitle patlatırcasına yıkılış söz konusu oldu. Günlük birkaç muhabbet konusu, ağzını bıçakla tehditvâri açılışının dışında geçmişten tek söz konu edilmedi. Bu garipliğin nedenini bilememesinden dolayı bir sıkıntı hâsıl olsa da doğru olanın bu olduğu kanaatine vardı.

Birkaç dakikanın ardından kahvenin gelişiyle, kendisinin herkes gibi oluşunun farkına varması sürecinde ne hissetti bilemedi. Zaten bu durumda da pek bir önem de arz etmiyordu zatında artık. Yine birkaç dakika ardından tükenen kahveler ve kahvelerde tüketilen anıların kaybolduğunun farkına varılmasıyla bu sefer giden o oldu.  İyi de oldu. Ödeşmişlerdi bu sayede.

Ve yine kendiyle baş başa kalıverdi.

Bu kalkışın ardından, geride kalanın aklına daha çok öncelerinden söylemeyi planladığı bir kaç cümle gelmişti aslında; Kimisi temenni dolu, kimisi yergi, kimisi de gözyaşı… ama neden karşısında muhatabı varken aklına uğrak olmamıştı ki bu cümleler sanki diye içerlerken anladı durumu. Zira içinde yanan alev çoktan sönmüştü. İçinde ölenin ruhuna Fatiha okumasından mütevellid aklına soruların tazyiki başladı:

Karşındakinden miydi bu alevin sönmesi? Başkası olsa gene mi aynı olurdu? Sen sevmesini biliyor musun? Senin bilmediğin bir sevmekten sevmeye talip olsan yine de söner miydi o alev?...

Hep senli onlu sorularla tecavüze uğrayan beyninin en derin dehlizinden bir ses dedi ki: Lâ-uhibbü’l-âfilîn        Bu noktada anlaşıldı her şey. Bu yitişten, bu sönen alevden her iki kimsede mesul değildi. Bunun sebebi ise ruha sonsuz nefesten üflenmiş olması ve aşkın manasının anca sonsuza namzet bir zat ile olunabilmesiydi. Aksi halde görünür her sebebe takılmak, fasit bir dairede dönmekten başka bir şey olmayacaktı. Sonuç olarak da ortada ne bir suç, ne bir katil ne bir maktul kalmıştı. İşte bu kavrayışın gerçekleşmesiydi belki aklından söylenecek sözlerin çoktan uçmuş olmasına sebep.

Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,

Ben muhibbi lâ yezâlim, “lâ ühıbbü’l âfilîn”

II

Aşk… Kelime manası itibariyle sarmaşık anlamına gelmektedir. Sarmaşık bitkisi tutunacak bir dal bulamadan büyüyemez.  Ancak bulduğunda da onu çepe çevre sarar. Bu manadan aşk tek kişiden oluşan bir kavram değildir.

Denildiği gibi aşkın büyümesi ve yeşermesi için birine ihtiyacı vardır. Bu noktada aşk ile vuslat karıştırılmamalıdır. Her aşk için bir ikinci gerekir; ancak bu ikinciye her zaman kavuşmak ya da başka manayla karşılık bulmak söz konusu olmayabilir. Zaten tarih bunları yazmıştır hep. Mutlu aşkların hikâyesi yazılmamıştır hiçbir zaman.

Aşkın birçok hali, şekli ve çeşidi olmakla birlikte hepsinin temelinde yatan unsur aslında çok basit manada ciddiyet veyahut sebat etmektir.  Modernitenin dayattığı çoktan seçmeli hayatların bu noktada oturtamadığı kavram olan aşkında sadece yatak eğlencesinden çıkamamasının sebebi de budur. Zira çok çabuk sıkılan ve tamir edip yeniden kullanma özelliği yerine, bozulduysa at nasıl olsa yenisini alırsın, kavramı yerleşmiş olan modern insan sebat etmeyi de sabır gösterme ciddiyetini de ruhunun derinliklerinde bulamaz ve bulamadığı içinde aşkın hiçbir çeşidini, şeklini halini yaşayamaz.

Kastetmek istediğim bir Mevlana’nın Şeb-i aruz dedirtecek derecede bir ulvi aşk değil aslında.  Günümüz insanının çok çabuk tükettiği ama günümüz olmayan insanların da gayet geçmişte yaşamış olduğu duygudan bahsediyorum. Kara sevdalı olanların halini vs. aşkın gerçeğinin ancak zat-ı sonsuza olacağına imanım tamdır; ancak sahtesinin bile gerçeğinin yüzü suyu hürmetine yaşanabildiğinde güzelliklere sebep olacağından şüphe duymuyorum.  

“Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz; ama aşkın ateşiydi yandığımız.”

Tam olarak bahsetmek istediğim de bu aslında. Bu manada herkese, her şeyin hakikisini bulması temennisiyle diyorum…

Bu başlık “ Darbelere Karşı 70 Milyon Adım”  koalisyonun isminden esinlenmiştir. Her gün bir başka darbe planın ortaya çıktığı, andıçların yayımlandığı ve askerler tarafından akla mantığa uymayan demeçlerin verildiği günlerde oluşmuştu  “ Darbelere Karşı 70 Milyon Adım” koalisyonu. Heterojen yapısı itibari ile birçok kesimden insanın vicdanının sesi olmuştu. Eşine az rastlanır bir oluşumdu Cumhuriyet tarihinde. Sol fraksiyonlar ve liberaller de vardı koalisyonun içerisinde muhafazakârlar da. Binlerce kişilik eylemler yürüyüşler düzenlendi.  Bir tanesine ben de katılmıştım İstiklal caddesinde. Pembe renkli dövizlerde “ Dur de !”  yazıyordu.  “Darbelere karşı dur de “ diye slogan atıyorduk.  En içten attığım slogan ise “ Çeneni kapa Başbuğ” idi. Bir ülkenin Genel Kurmay Başkanına o ülkenin en politik ve en ünlü meydanında çeneni kapa diye bağırabilmek benim en içten sivil toplumun gücünü hissetmemi sağlamıştı. 90’lara hatta 2000’li yıllara kadar sağlıklı ve gelişmiş bir sivil toplum kültürüne sahip olamayan ülkemizde evrimleşen yeni ve demokratik bir sivil toplumun belirtilerinden bir tanesidir “ Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu”.

Bu koalisyonun en hoşuma giden başka bir yanı ise biz hiçbir zaman 70 milyon olamaması, 50 milyon veya 25 milyon da olamamasına rağmen 70 milyonu etkilemiş bir oluşum olmasıdır. Evet, belki yapılan etkinlikleri televizyonda seyrettikleri ya da gazetede okudukları zaman yüreğiyle bu koalisyonu destekleyen milyonlar vardı ama tüm aktivizmi ile bu harekete katılanların ben 1 milyonu aşacağı kanaatinde değilim. Ama bu olmuşuz bir şey değil tam tersine, bu 1 milyon kişi politik olarak aktif hale getirdiğiniz zaman 70 milyon insanı etkileyebileceğinizi gösterir.

Şuan itibari ile Kürt sorununda barışa giden bu kritik yolda ihtiyacımız olan en önemli şeylerden bir tanesi de her anlamda barışın sağlanabilmesi için dil birliği yapacak, ortak hareket edecek, politik olarak aktif hale gelmiş 1 milyon sivil toplumcu veya aktivist. Çünkü önümüzdeki dönem çok kritik... Yüzlerce bordo klavyelilerin olduğu , “ elime silah verseler dağa çıkıp, onların… “ diyebilecek birçok gencinin yanı sıra kendisini akil ve ılımlı sayan ama politize olmuş Kürt hareketinin herhangi bir emsalini gördüğünde “ bu kadarda olmaz ki… Binlerce şehidimize yazık… İhanetin de bu kadarı! “  diyebilecek, kendisini bu ülkenin gerçek sahibi zanneden “ vatandaşların” olduğu bir ülkedeyiz. Bu süreçte us sınırlarını aşan daha birçok faşistçe söylem duyacağız.  Seslerinin çok çıkacağı dönemler olacak.  Kan siyaseti yapılacak. İşte tüm bu faşist sesleri bastıracak, tüm gelişmelerin veya açılımların toplum nezdinde sindirilmesini ve kabullenilmesini sağlayacak en önemli güç sivil toplumun gücü olacaktır. Az önce de belirttiğim gibi bunun için barış yolunda yürüyecek 1 milyon kararlı sivil adım yeterli.

Bu dönem içerisinde barıştan korkup savaş isteyenlerin,  barışa cesaret edebilenlerin iradesi karşında ne kadar güçsüz ve çaresiz kalacağını hep birlikte göreceğimizi umuyorum. Sizi de bu 1 milyon insanın içerisine dâhil olmaya davet ediyorum.

Online dergiler Online dergiler